Diyarbakır’da katledilen Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi’nin eşi Türkan Elçi, Özgürüz’e yazdı.
Türkan Elçi’nin Tahir Elçi için yazdığı ‘Nar mahcubiyeti başlıklı yazısı şöyle:
“Taaa”diye tarif edilen, “çoook uzak” diye sıfatlanan şehirlerin ücralığında acılarımızla kıvranıp, hayata teyellenmiş anlarımızı muhkemleştirmeye çalışırken ipin ucundan çekip bir çırpıda teyelimizi söküp attılar.
Oysa ki senin yapmaya çalıştığın taaa’ların çok uzak olmadığı, acıların paylaşılarak biteceğiydi. Kopuk, kör, sağır hayatların arasına köprüler inşa etmiştin. Her şey o köprünün yıkılmasıyla başladı. Derin vadiler arasından akmaya devam eden nehrin bir yakasında birileri, öte yakasında ötekiler. Vadinin bir yakasındakiler öteden beri hep yalnız ve umutsuzdular. Senden sonra bu umutsuzluk biraz daha derinleşti. Mesela, patlayan bombalar ve yaşanan trajik katliamlarla İstanbul gibi bir şehir, cıvıl cıvıl bir şehir olmaktan çok uzaklaşıp, ölümlerle anılır bir şehir haline geldi. Sabahın erken saatlerinde metroyla bir yerlere giderken, insanlar sayısız ölü gözleriyle karşılaşıyor. Kalabalıklar, hayatlarını kaybetmişlerin adlarıyla değiştirilmiş köprülerin üstünden, otobüs duraklarından geçiyor. Ölmüş olduklarını bilmiş olmamdan mı bilemiyorum, bakışları bulundukları fotoğraf karelerinden çıkıp bil-umum insanın omuzlarında dolaşıp aramıza katılacaklarmış hissine kapılıyorum. Aynı zamanda her bir ölü, bir yanıyla geride kalanların omuzlarında asılı kalmış bir yüktür.
Ölüm acısının tadını bilen biri olarak, toprakla üstü örtülmüş, fakat ölüm gerçeğinin üstü kat’a örtülememiş bir bedenin gün geçtikçe nasıl bir şekle girdiğinin, gece gündüz hayalini kuran biri olarak, toprağın altındaki cümle ölmüşlerin sadece ve sadece artık birer ölü oldukları, kim oldukları ve kimden oldukları, ne için ölmüş oldukları benim için hiçbir anlam ifade etmeden sadece ve sadece onlarla göz göze gelmemeye çalışarak yoluma devam ediyorum her sabah.
‘Seni aramak için İstiklal’e gittim…’
Hatırlarsan, seninle beraber bu şehre gelirken İstiklal’e giderdik. Bugün ölü gözlerin bakışları altında ürpererek yürüdükten sonra, İstiklal’e gittim seni aramak için. Yine her zamanki gibi nostaljik tramvay çın çın geçiyordu. Kalabalık karşılıklı yer değiştiriyordu. Hangi taraf daha çok akıyor, bu kadar insan nereye gidiyor? Seni bir ara görür gibi oldum. Sonra kalabalığa karışıp yitip gittin. Dönmeyeceğini anlarken en yakınımdaki pastanenin cama yakın masasına oturdum, oradan seni beklemek daha iyi olacaktı. Oturduğumuz İnci pastanesinden profiterol kokusu yükseldi. Bardaktaki limonatanın dağılan serinliği yüzüme değdi. Sonra çikolata kokusu oldun. Sonra tekrar kalabalıkta kayboldun.
Bana doğru yönelen garson, siparişimi aldı. Allah’a şükür çok uzatmadı. Yine kalabalık yine sen, kalabalıkta bir yalnızlık. Yalnızlıkta bitmeyen bir tenhalık. Garsonun önüme koyduklarını yedim. Çatal ağzımla masa arasında gidip geldi. Oturduğum yerden, günden güne şıklığından şıklık kaybeden dükkânların vitrinlerini seyrettim. Demek ki sadece değişen bir şey, her şeyi değiştirebiliyormuş. Vitrinlerle beraber vitrinin camından içeriyi seyredenler de değişiyordu. Bir an kendimi bir Arap ülkesinde zannettim. Arap kadınlar gruplar halinde gelip geçtiler. Vitrinleri seyre daldılar, ellerinde poşetler, çünkü onlarda para vardı.
‘Acım dilim dilim doğranmış’
Garson, yemek sonrası masaya tadını bilmediğim bir tatlı koydu. Hiç sorma gereği duymadan yemek istedim, bilmediğim bir şeyi yemek, garsonun sohbetinden daha iyiydi. Kürdanı batırıp ağzıma aldım, camdan senin geçişini bekledim. Tramvayın çın çını, ne zamana ait bir sesti. Ağzıma aldığım tatlı döndü, döndü. Dişlerimin arasındaki nesne çıtırdadı. Yüreğimde bir şeyler dağıldı. Tabaktaki nesneyi bir kuyumcu titizliğiyle birbirinden ayırdım. İncirin doğranmış parçacıklarını görünce tabağa bir acının doğranmış olduğunu fark ettim. Acım, dilim dilim doğranmış. Senden sonra bir incire dokunmanın ürpertisiyle peçeteden yardım istedim. Gözlerimden yaşlar boşaldı. İncir yeminini hatırladım. Senden sonra incir asla. Sana göre hiçbir yerin inciri sizin köyün inciri gibi olamazdı. Çocuklara incirleri tarif ederken avuçlarını açarak “ Bizim köydeki incirlerin tarifi mümkün değil …” anlatmaya başlayınca Tahir, incir incirdir, derdim. Ama anlatmaya çalıştığın asıl mevzunun incir olmadığını, asıl anlatmak istediğinin sizin yakılan köyünüz olduğunu, bir daha o yerleri görememenin acısı olduğunu bilemezdim. Avuçlarında her defasında büyüyüp, ardından az önceki hayalin gibi kaybolan senin köyünün özlemi olduğunu anlayamamıştım. Yanıp yakılan, terk edilen bir yerlerin acısını, Sur’un zulme uğrayan geride kalan taşlarının yetimliğinde anladım. Benim çocukluğumun geçtiği mahalleler bir savaşın kirli çöplüğüydü artık. Şu an bunları sadece sana anlatıyorum bence beni sadece sen anlarsın. Çünkü sen Cudi‘nin eteklerinde geçmiş bir zamana sinmiş barut kokusunu durmadan anlatmıştın. Sana göre yapraklara sinmiş savaşın isi silinmeliydi. Ağaçlar yeniden sulanmalı, narçiçekleri yeniden açmalıydı.
‘Tarihsel değerleri harcayanlar..’
Cizreli bir ahbabın, narı sevdiğini biliyordu ki bir gün bir kasa narı büroya kargo ile göndermişti. Akşam eve gelirken bir toprağın, bir köyün özlemini nar diye taşıdığını anlayamamıştım. Kasadan çıkardığım narların eciş bücüşlüğünü görünce “Aaa Tahir bunca narı boşuna taşımışsın, bunlar yenmez” deyince narın gelişmemişliğinin mahcubiyeti, yüzünde yarım kalan bir tebessüme dönmüştü. O mahcubiyetin bir toprağı sevme mahcubiyeti olduğunu sonra anladım. Sen bir narın mahcubiyetini yüreğinde taşırken; çocukları öldürenler, minareleri ayaklarından vuranlar, bir toplumun yüz akı olan tarihi değerlerini bir bozuk para gibi harcayanlar, mahcup değildi. Hiç kimseye iğnenin ucu kadar zarar vermemiş birinin boylu boyunca yerde kalmış bir cinayetin failsiz kalışından kimse maalesef mahçup değildi.
ozguruz.org