Site icon Rojnameya Newroz

Türk militarizminin kökeni

İttihat Terakki

Hüsnü Gürbey / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız

Sosyalist Mezopotamya, Sayı 12, Haziran 2022

Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyıldan itibaren çöküş dönemine girince, önce Batı’nın askeri eğitimini ardından da Batı’nın eğitim kurumlarını ve ideolojisini transfer etmeye çalıştı. 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı’yla birlikte Batı’yla yakınlaşma hızlandı.

Sultan II. Abdülhamid, orduyu modernleştirmek için, Osmanlı toprakları üzerinde emperyalist emelleri olan, ama imparatorluğun bütünlüğünü kendi çıkarlarına daha uygun gören Prusya’ya yani Almanya’ya yaklaştırdı.

İlkin, Colmar Von der Goltz (1843-1916) Paşa geldi:

1883 yılında orduyu modernleştirme çalışmalarına katkıda bulunmak amacıyla bir Alman askeri heyetiyle birlikte binbaşı rütbesindeki Von der Goltz, askeri müşavir olarak Osmanlı ordusuna katıldı. Bu dönemde askeri okullarda köklü reformlar gerçekleştirip genç subayların yetiştirilmesi için önkoşulları oluşturdu. 12 yıl boyunca II. Abdülhamid’in yönetiminde askeri danışman ve eğitmen olarak bulunan “Goltz Paşa” Alman askeri stratejisinin mimarlarından biriydi. Osmanlı bu tarihlerden itibaren Almanya için potansiyel müttefik, Osmanlı içindeki Ermeni unsuru ise, Rusya ve İngiltere’nin kanatları altında gelişmeye çalıştığı için Almanya açısından “potansiyel düşman” kategorisine girmişti.

Von der Goltz, sadece iyi bir askeri eğitim uzmanı değildi, önemli bir stratejik uzmanıydı da. 1883 yılında yazdığı “Silahlı Halk” (Das Volk in Waffen) adlı kitap, ileride dünyada meydana gelecek büyük savaşlarda milletlerin, sivil-asker ayrımı gözetmeden topluca savaşın esas unsuru, ana malzemesi haline geleceğinin teorisini yapıyordu. Daha sonra “Alman militarizmi” diye tanımlanacak akımın temel kitaplarından birisiydi. Eser, aynı zamanda Alman ulus bilinci ile uluslaşma sürecini, askeri gerekçelerle bağdaştıran temel bir bakış açısı getirmekteydi.

“Silahlı Halk“ kavramı, Türkçeye “Asker-Millet” şeklinde yorumlanınca, bu yorum İttihatçıların Türklük hislerini şahlandırdı; fakat ondan önce Goltz Paşa, Osmanlı’daki 12 yıllık uzun görevinden döndükten iki yıl sonra 1897’de “Türk İmparatorluğu’nun Güçlü ve Zayıf Yönleri” başlıklı uzun bir makale yayınlar. Goltz Paşa bu çok ilginç makalede adeta Osmanlı İmparatorluğu’nun geleceğini bir senaryo tarzında ele alır. Daha sonra gelişecek olaylarla “kehanet” düzeyine varan bu çalışmasında Goltz Paşa Osmanlı için özetle şunları yazar:

“Osmanlı zaten yönetemediği ve isyan halindeki Hristiyan unsurlarla dolu Avrupa topraklarını terk etmelidir. Rumeli ve Balkanlardaki Müslüman ve Türk nüfusu Anadolu’ya taşıyarak, göç ettirerek kendisini Anadolu ve Arabistan’da sağlamlaştırmalıdır. Osmanlı yönetimi, yozlaşmış başkenti İstanbul’u bırakarak başkentini Konya veya Şam’a taşımalıdır. Türk-Arap ittifakına ve İslam dininin temellerine yoğunlaşan yeni bir devlet yapısına yönelmeli ve güçlerini ve yönetimini bu yönde reforme ederek, kendini yeniden inşa etmelidir.” ( *1)

Gerek “Asker-Millet” adlı kitap ve gerekse “Türk İmparatorluğu’nun Güçlü ve Zayıf Yönleri” adlı makale, Türk militarizmini şekillendiren ve yönlendiren önemli eserler olacaktır. 1884 tarihinde Millet-i Müsellaha adıyla Osmanlıca çevirisi yayımlanan eser onlarca baskı yaptı. Askerî okulda subaylara tavsiye edildiği gibi, birçok aydın tarafından analiz edilir. Diğer İttihatçı subaylar gibi Mustafa Kemal’de bu kitabın hayran okuyucuları arasındadır; yıllar sonra manevi kızı Afet İnan’a yazdıracağı eğitim kitabının esin kaynağı olacaktır. (*2) İsmet İnönü’de anılarında, askeri okul öğrencisi iken, Cuma akşamları yatakhane de gizli gizli “Asker Millet” adlı kitabı tercüme ederek okuduklarını aktarır.(*3)

Goltz Paşa’nın “Asker Millet”te savunduğu düşüncelerin temelinde, modern ordunun silahlı milletten teşekkül etmesi gerekliliği vardı. Milletin tüm erkekleri seferber edilmelidir, çünkü kendisine göre “erkek ve savaşçı” aynı şey demektir. Bu asker millet modelinde, savaş sırasında, müsait erkeklerin tümü gönüllü olarak savaşa katılmalı ve bu gönüllülük “ortak vatana duyulan aşktan” kaynaklanmalıydı. Tüm erkek nüfusu potansiyel asker olarak sunarken şu sonuca varır: “Artık yabancılara başvurma ihtiyacımız kalmayacaktır, [çünkü ] yurdun çocukları orduya ve [yapılacak] işlere yeterli olacaktır. Artık asker celbine ihtiyacımız olmayacaktır çünkü kadrolarımızı, bayrak altında birleşmiş ulusumuzdan temin edebileceğiz”.(*4) “Asker millet”i güçlendirecek bir diğer husus, “belirlenmiş ilkelerin hayata geçirilmesinde” sonuna kadar sadakattir. Her asker gibi milletin erkek nüfusu da üstlerinin emirlerine harfi harfine uymalıdır. Diğer bir ifadeyle, millet ordunun hizmetinde olmalıdır. Böylece Goltz Paşa, ordunun millete hizmet etmesi düşüncesini ters çevirerek, milletin orduya hizmet etmesi gerektiğini önerecektir. (*5)

Goltz Paşa’nın etkisi, Harbiye Mektebi öğrencileri ile sınırlı kalmamış, ittihatçı aydınları da sarmıştır. Uzun bir dönem hareketin örgütsel ve fikrî liderliğini yapan Ahmed Rıza’nın, “Vazife ve Mesuliyetler: Asker” adlı broşürü bunun açık bir kanıtıdır. 1907’de yayımlanan bu çalışma Goltz Paşa’nın düşüncelerinin —neredeyse— kopyasıdır. Bu broşür Makedonya subayları arasında büyük etki yaratmış ve 1909’da İstanbul’da yeni baskısı yapılmıştır. Asker adlı broşür ile Ahmed Rıza aslında subaylara çağrıda bulunurken, imparatorluğun geleceğine ilişkin ittihatçı politik projenin genel hatlarını çizmiştir. Şerif Mardin’in belirttiği gibi, sıradan propaganda broşürü olmanın ötesinde, İttihatçı politik düşüncenin genel çizgilerini belirleyen bir eserdir.

Broşürün temel düşüncesi Goltz Paşa’nın “Asker Millet” eserindeki düşüncelerdir. Asker ve millet arasındaki kaynaşma için, Goltz gibi Ahmed Rıza’nın önerisi, ordunun aktif bir rol oynaması gerektiğidir. Halkı militarize etmek için, asker halka gitmelidir. Yine Goltz gibi, Ahmed Rıza da bu amacın gerçekleşmesinin asıl sorumlusu olarak mektepli subayları göstermekledir, çünkü “alaylı” subaylar padişaha bağlı “kullar”dır. Kendisine göre, yalnız Goltz Paşa’nın askerî eğitim sisteminden geçen mektepli subaylar, “mevk’-i icraya bugüne kadar konulmayan Goltz Paşa’nın önerilerini” uygulayabilirler. Sık sık askerleri Abdülhamid rejimini devirmeye davet eden Ahmed Rıza, askerlere toplumu şekillendirme rolünü de verir. Milletin hizmetinde olması gereken askerlerin, sadakatlerini “zalim ve hain” olan padişaha değil vatana göstermesi gerektiğini belirtir. (*6)

Ahmed Rıza, broşüründe askere çağrıda bulunurken şunları yazar: Askerler hayatlarını ve zevklerini, her an, vatan için kurban etmelidirler. Çünkü Namık Kemal’in deyişiyle “vatan bir ana”dır. Düşmanlar çoktur ve dışarıda olduğu kadar da içeride de mevcuttur. Dış düşman, küçük de olsa her an saldırmaya hazır komşu devletlerdir. “Gizli düşmanlar” diye nitelediği iç düşmanlar, gayrimüslimler olup, bunlar karşısında da askeri göreve çağırır: “Bizde daha yerleşmemiş aşiretler (daire-i sulh ve uhuvvete girememiş cemaatler), Osmanlıla[şa]mamış Hristiyanlar, tahdid ve tahkim edilmemiş hudutlar var. Osmanlıların hukukuna her günü ta’aruz ediliyor. Devletimizin istiklali bin tehlike içinde bulunuyor. Binaenaleyh, emniyet ve asayişi temine kâfi olacak derecede muntazam ordulara, seyyar ve kavi bir donanmaya ihtiyacımız her devletten ziyadedir. Binbir tehlike yaratan iç ve dış düşmanla baş etmenin yolu, halkı tüm bireylerine kadar buna hazırlamaktan geçer. Kendisine göre her birey bu ödev ile yükümlüdür. Orduyu göreve çağırmanın etkili olması için Ahmed Rıza, Goltz Paşa’nın militarist düşüncesinde olduğu gibi, olası savaş metaforunu işler. Ordunun görevi “vatanı savaşa hazırlamak”tır. (*7) Ahmed Rıza eğitim görevini de orduya yükler; “Mektepde, kışlada, ta’lim meydanlarında, manevralarda, her yerde şabban-ı ümmetin kulağı daima vatan ve ittihad sözleriyle doldurulması lazım”dır.

Militarizmi esas alan Goltz Paşa’nın düşünceleri, Türk siyasi hayatı üzerindeki etkisi, sanıldığından da uzun sürmüştür; İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) ile başlayan bu etki, bütün 20. yüzyıl boyunca Türk siyasi hayatını yönlendirmiştir.

İşçi ve köylü sınıf mücadelesini dışlayan İTC hareketi, küçük burjuva sınıfının temsilcileri olarak bugünkü nasyonal sosyalizme yakın bir görüşe sahiptiler; bilgi birikimi bakımından yetersiz olmalarına karşın, oldukça seçkincidirler. Hem bireyci ve aynı zamanda körü körüne Cemiyet’in emirlerini yerine getiren kolektif çalışmayı benimsemişlerdi. Onlarsız “vatan” kurtulamazdı! Onlardan daha yurtseveri de yoktu. Kapasiteleri sınırlıydı, sorunların büyüklüğü karşısında şaşırıp kaldılar. Kelime anlamı birlik ve ilerleme olan İttihat ve Terakki hareketi, ilk başlarda Osmanlı İmparatorluğu’nu oluşturan bütün halkları ve düşünceleri bünyelerinde toplayacak meşrutiyet yanlısı bir politika izlediler. Bunun içinde temsili bir sistem içinde herkesi içeriği belli olmayan “Osmanlıcılık” etrafında toplayabileceklerini zannettiler. İçlerine sindirmeseler de mecliste her ulusun kendini ifade ve temsil etmesini kabullendiler.

İttihatçıların Türk milletini askeri bir toplum olarak yeniden yaratma projesinde Cemiyetin yarı-askerî karakteri de etkindir. Militarizm sadece Enver ve Cemal ile sınırlı değildi, geri kalan diğer yetkili kadrolar da bir şekilde askerî eğitimden geçmişlerdi. Dr. Rahmi Bey dışında lTC’nin önde gelen yedi yöneticisi askerî mekteplerde okumuşlardır: Talat Paşa, Ziya Gökalp, Dr. Nazım ve Dr. Bahaeddin Şakir. Buna rağmen İttihatçılar 1908 devriminden kısa bir süreliğine olsa da Osmanlıcılık fikirlerini savunmaya devam etmişlerdir. Fakat 31 Mart 1909 karşı devriminden sonra, yeniden militarist düşünce hâkim olacaktır. Bu dönem de, çoğu genç subaylar tarafından çıkarılan ittihatçı dergilerin ismi de militaristtir: Silah, Süngü, Top, Tüfenk, Hançer vs. Cemiyet’in 1908 tarihli iç tüzüğü, sert hiyerarşik kuralları içermesi bakımından bir askerî örgütlenmeye benziyor. Hiçbir alt şube bağlı bulunduğu üst şubeden habersiz merkezle temasa geçemezdi.(*8)

İttihat ve Terakki Cemiyeti hedeflediği toplumu kurmak için ihtiyaç duyduğu sosyal tabanı ancak orduda bulabildi; çünkü ordu dışında Osmanlı toplumunda örgütlü başka bir güç yoktu. Sanayi ve ticaret gelişmediği için orta sınıf yok, işçi sınıfı yok denilecek kadar az ve güçsüz, halkın büyük kesimi kırsalda yaşıyor, okuryazar değil. Ordu dışında cami etrafında kümelen bir güç daha var ama bu güç İttihatçıların görüşleri ile taban tabana zıt. Böyle olunca subayları, sanayi sınıfının yerine koyan ve orduya tek aktör rolünü atfeden bir sosyolojik tuhaflık doğar. Bu düşüncenin fikir babası da yukarıda adı geçen Alman Colmar von der Goltz Paşa’dır. Goltz’un sanayi öncesi toplumlarda orduya özel bir rol atfeden teorileri, İstanbul’da Harbiye mezunu genç subaylar arasında büyük beğeni toplar ve kendilerini yasalar üstü yarı askeri bir yapı olarak gören İTC’nin eğilimlerine de uyum sağlar. Zaten İTC’nin Merkez Komite üyeleri de yukarıda açıklandığı gibi birer ordu mensubu.

Cemiyet’in silahlı kanadından, etkin bir şahsiyet olan İsmail Enver’in çeşitli entrikalarla ve saraya damat olmasının sağladığı avantajları da kullanarak kısa sürede üst üste rütbeler alarak 33 yaşında Harbiye Nazırlığına getirilmesi, ordunun denetiminin tamamen İTC’nin eline geçmesini sağlayacaktır. Enver’in silahlı kuvvetlerin başına geçmesiyle birlikte İttihat ideolojisi orduya dayatılır. Buna göre, ordunun ıslahı devletin ıslahı demekti. Enver’in emriyle 7 Ocak 1914’te Şura-i Askeri feshedilir ve 1,100’e yakın muhalif subayın ordu ile ilişkisi kesilir. Böylece İTC’ye karşı her türlü iktidar odağı bertaraf edilir, parti-ordu-devlet bütünlüğü sağlanır. İTC’nin Merkez Komitesi bu vesileyle, devlet teşkilatlarını partiye tabi kılma yolundaki azimli çabaları açısında önemli bir adım atmıştı ve İmparatorluk tarihinde bir ilk gerçekleşti; sivil siyaset ve yöneticiler askere bağımlı hale getirildi. Bu bağımlılık kural haline gelecek ve 20. yüzyıl boyunca devam edecek, sahnenin arkasındaki ordu her şeyi sevk ve idare edecektir.

Ülkeyi modernize etmeyi hedef seçen İttihatçılar, samimidirler; ancak ne halka güveniyorlar ne de seçimlere inanıyorlar. Her şeyin asker eliyle daha kolay çözüleceğine inanmışlardı. Meşrutiyetin geleceğini, seçimle gelmiş parlamentoya değil, ipleri ellerinde tuttukları ordu sayesinde güvenceye almak istiyorlardı. Her şey, bütün toplum, askeri ilkeler, kurallar, değerler ve ideallerine göre yeniden örgütlendi. Sistemin ayakta durması, devam etmesi, askerin teminatı altına alındı. Halkı yanına almak yerine, güce dayalı bir iktidar anlayışı geliştirildi. Halkın güce taptığına ve yanlarında duracağı inancı vardı.

Enver ile başlayan askeri dikta rejimi bütün yirminci yüzyıl boyunca devam edecektir. İttihatçılar, ordunun yönetime el koyma geleneğini yarattılar ve bu gelenek cumhuriyet tarihi boyunca devam etti. Bu tarihten itibaren ordu ya doğrudan iktidardadır ya da iktidarı yönlendirme konumundadır, ama her iki halde de dizginler ordunun elindedir. Çok partili sivil hayata geçildiği 1950’lerden Demokrat Parti (DP) iktidarı döneminde, iktidarda az bir süreliğine uzaklaşmış olsalar da 27 Mayıs 1960 Darbesiyle yeniden iktidar dizginlerini eline alacaktır. 1961 Anayasası’yla, anayasal bir kurum haline getiren Milli Güvenlik Kurulu (MGK) her zaman parlamento üstü bir kurum niteliğindedir ve hükümetleri yönlendirmişlerdir. Bir başbakanın dediği gibi; “Türkiye’de iktidar olurlar ama muktedir olunmaz”. Muktedirlik sadece orduya aittir.

Bu süreç içerisinde, Türk ordusu darbeci geleneğinde vazgeçmediği gibi, iç tehdidi her zaman dış tehditten öncelik tanıması geleneğinden de vazgeçmemiştir. Türk Ordusu için iç tehdit her zaman, dış tehditten daha önceliklidir. Bilindiği gibi devlet, egemen sınıfların bir baskı aracıdır; egemen sınıflar bu baskı aracını silahlı güçler vasıtasıyla kullanır. Kime karşı? Egemenliğini tehdit eden emekçi sınıflara karşı… Oysa Türkiye’de tarihsel nedenlerden ötürü güçlü bir emekçi sınıf gelişmemiştir; bunun yerine güdümlü ve denetim altında tutulabilen bir sınıf anlayışı var. Dolayısıyla işçi sınıfının gücü ve politik etkinliğiyle ordunun gücü ve devletin otoriter niteliği arasında bir paralellik yoktur. O halde güçlü bir ordunun varlığını açıklayan asıl neden Kürt ulusal hareketinin varlığıdır. Başka bir ifadeyle, güçlü bir ordunun ve otoriter hantal bir devlet aygıtının varlığını açıklayan “sınıf mücadelesi “değil, besbelli ki bir iç tehdit olarak görülen Kürt sorunudur.

Türk ordusu yaklaşık bir asırdır, Kürt, Ermeni, Rum vb. düşmanlığıyla, koyu bir şovenizm ve militarist bir ruhla biçimlendirilen nasyonalist bir ordudur. Bu ordu Anadolu’nun kadim halklarından arındırılmasında öncü rol oynamış, gerektiğinde insan kaçırmada, ırza geçmede, cinayetler işlemede, katliam ve soykırım yapmaktan çekinmemiştir. Türk ordusunun son kurbanları Kürtlerdir ve Kürtlere yapılan bütün zulümlerin yanında onlara dışkı yedirmek suretiyle ağır insanlık suçu işlemiştir.

Türk ordusu gerek kendisini, gerekse bazı ulusalcı-sol çevrelerde yenilikçi, ilerici, devrimci olarak tanımlamakta, bir kurtarıcı olarak, Türk Devriminin yegâne bekçisi olarak sunulmuştur. Türkiye’de gerçekten bir devrimin yapılıp yapılmadığı tartışma konusudur. Bir ülkenin ekonomik alt yapısına dokunmadan üst yapıda yapılan bazı yeniliklerin devrim sayılmayacağı aşikârdır. Bir önceki dönemin üretim ilişkileri değişmediği sürece, insanlara şapka giydirmek, klasik batı müziği dinletmek vb. çağdaş bir toplum yaratmaya yetmeyeceğini yaşanan süreç bize göstermiştir. Ancak yapılanlar inkılapları idealize edip yüceltmeye yaramıştır; toplumun yaşam tarzında bir değişiklik olmamış, ağır vergiler altında ezilen köylülerin ve emekçilerin haklarını savunanları hapishanelere düşmekten kurtaramamıştır. Tanzimat’tan itibaren yapıla gelen bütün yenilikler ancak, kapitalizmin önünü açmış, ülkenin daha fazla sömürülmesini sağlamış ve halka da devrim diye lanse edilmiştir.

Yeni bir ulus yaratmak amacıyla İttihatçılar kapsamlı bir milli yenilenme ve politik yeni bir yön bulma programını başlattılar. Buna göre toplum Cemiyetin gözetim ve denetimi altında sıkı bir disiplin içinde yeniden yapılandırılacaktır. İşe önce parti içi ve dışı muhalefeti sıkı bir denetim altına almak hatta susturmakla başladılar. Eleştiriye tahammülleri yoktu; dolayısıyla kendi doğrularının dışında hiçbir fikir doğru olmadığı gibi, toplumun yararına da değildi.

Parti, hiyerarşik esaslara dayalı sıkı disiplinli iç örgütlemesini yeniden yapılandırdı. Bunun sonuncunda bütün yirminci yüzyıl boyunca toplumu yönetecek ve yönlendirecek bürokratik baskıcı rejim kuruldu. Emir komuta zinciri içinde işleyen böyle bir toplumsal yapıdan, demokrasiden, özgürlükten, insan haklarından, bilimsel özerklikten bahsedilemez. Özgür bir ortamın, eleştiri ve öz eleştirinin olmadığı bir ortamda bilim değil, ideolojik dogmalar gelişir ve bu dogmalar tekrar tekrar yeniden üretilerek toplumun bunlara inanması istenir. Bunun somut örneği Türk Tarih Tezi ile Güneş Dil Teorisi’dir. Türk Tarih Tezine göre; bütün dünya medeniyetlerinin kaynağı Orta-Asya’dır. Medeniyetler, Orta-Asya’dan Türkler tarafından yayılmıştır. Bütün bu medeniyetleri yaratan ve taşıyan Türkler olduğuna göre, bütün dünya dillerine kaynaklık eden dilin Türkçe olması çok doğaldır. Dolayısıyla Türk dili bütün dünya dillerinin anasıdır. Bilimsellikten uzak bu teorileri üretmekle ne amaçlanmıştır? Resmi ideolojinin temel dayanaklarını oluşturmak ve asırlarca ihmal edilmiş, aşağılanmış ve horlanmış olduğu ifade edilen Türk ulusuna moral vermek, onun aslında “ne kadar asil, yüksek, eski ve köklü bir ulus” olduğu ispat edilmeye çalışılmıştır. Derin horlamaya ve aşağılık duygusuna bir tepkidir.

Örgütlü halkın olmadığı yerde, halkı kurtarmak için yola çıkan bu elitist sınıf kendini yeterli görmediği içindir ki kendilerinin üstünde müstesna becerileri olan “üstün” bir lidere ihtiyaç duymuşlardır. Cemiyetin etkin liderlerinden Enver Paşa bu boşluğu doldursa da yenilgi ve yurtdışına çıkmak zorunda kalması, doğan boşluğu, yeniden üstün insan ilan edilen Mustafa Kemal tarafından doldurulmuştur. Osmanlı döneminde sıradan bir subay olan Mustafa Kemal ihtiyaç duyulduğu için çıkartılmış ve yüceltilmiştir. Kişiyi yüceltmek ve kişiye tapmak arasında doğru yönde bir ilişki vardır. Fakat asıl amaç, yüceltilen kişi değil, yüceltme mistifikasyonudur. Böylelikle tarihsel olaylar çarpıtılmak istenir. Tarihsel olayları çarpıtmaktan amaç da Ermeni ve Kürt tehcir ve soykırımını gizlemek içindir. Tarihsel olayların çarpıtılmasında, bir liderin kişiliğinin arkasına gizlenmek ekseriyetle başvurulan yollardan biridir.

1910 yılından itibaren ırkçı-Türkçü bir çizgiye kayan İttihatçılar, Pantürkist bir politika izlemeye başladılar; Pantürkçülükten anladıkları ise saldırgan bir politika olup, diğer devletlerin egemenliğinde yaşayan soydaşlarını tek bir devlette birleştirmeyi amaçlar. Bu anlamda bu Türkçülük içeride dayatmacı ve diktatörlüğü, dışarıda savaşı kaçınılmaz kılıyordu. Bu çerçevede yoğun bir toplumsal seferberlik ve örgütlenme yapılacaktı. 1911’den itibaren Türk Ocağı, Türk Birliği Derneği, Türk Gücü, İzci, Türk Yurdu ve benzeri bir dizi örgüt ve yayın peş peşe kurulacak, Türkçülüğün bizzat devlet aracılığıyla toplumu şekillendirmesi ve örgütlemesi işlevi yüklenecektir. Amaç; milliyetçi fikirleri yaymak ve nihayet çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu’nu bir Türk İmparatorluğu’na dönüştürmekti.

Pantürkçü politika izlenmeye başlandığı dönemden itibaren, İTC yönetici kadroları Osmanlı asker-milleti yaratma fikri yaygınlık kazandı. Önemli oranda Sosyal Darwinizm’den esinlenen bu fikir, “hayatta kalmak için mücadele etmek” temasında İttihatçı subayların Harbiye yıllarında okudukları ordu-millet düşüncesinin başlıca mimarlarından yukarıda adı geçen Von der Goltz Paşa’nın teorisyenliğini yaptığı ve Türkçeye “Millet-i Müsellaha” adlıyla çevrilen eserinden alıyordu. Bu teorilerin ürettiği “kendini korumayan zayıf uluslar devre dışı kalır” fikri askeri bir milletin oluşturulması için “bilimsel” alt yapısını hazırlamıştı. Böylece militarist eğitim sistemi benimsetilerek tüm okullarda yaygınlaştırılır.

1912 Balkan yenilgisi, toplumu parti amaçları doğrultusunda yeniden örgütlemek, gençliğe kendi doktrinlerini aşılamak için paramiliter bir eğitim vermeyi hızlandırdılar. İttihatçıların gençlere aşılamaya çalıştıkları, yeni bir milliyetçi ruh hali ve militanlıktı. 1913’te kurulan “Türk Gücü Cemiyeti” tüzüğünün birinci maddesinde “Türk ırkının çürümesine” engel olmak için “milletin yeniden silahşor bir millet olabilmesi amacıyla gençliğin askeri eğitimi”nin gerekli olduğundan söz eder. Harbiye Nezareti’nin yönetiminde “anavatanı savunmak için” hazırlanan çok sayıda Osmanlı gençlik grubu vardı. Bu amaçla Harbiye Nezareti parasız tüfek, mermi ve cephane dağıtma sorumluluğunu üstlenir.

İttihatçılar, tüm toplumu militarize etmek için eğitim kurumlarının yanı sıra yarı resmi sivil toplum görüntüsü altındaki militarist derneklere de başvurur. Osmanlı Güç Cemiyeti (1914) ve Ormanlı Genç ve Dinç Cemiyeti (1916), ortaöğretim düzeyindeki öğrencilere askerî eğitim vermek amacıyla kurulur. Harbiye Nezareti’ne doğrudan bağlı olup tüm devlet okullarında ve medreselerde bunların bir şubesinin olması zorunlu tutulur. Kazım Karabekir, Osmanlı Güç Cemiyeti tüzüğüne dayanarak 1914’te “çocuk ordusu” kurar. Osmanlı Güç Cemiyeti tüzüğünün ikinci maddesine göre tüm Osmanlılar bu Cemiyet’e girmek ve talimlerine katılmak zorundadır. Bu zorunluluk askerlik görevi başlayana kadar geçerlidir. Diğer yandan, Osmanlı eğitim müfredatının askerî karakteri güçlendirilir. Yeni jimnastik dersleri, askerî talim ve askerî donanım dersleri ile gençlere askerliği sevdirmek ve askerliğe hazırlamak amaçlanır. Atış poligonlarında silahlı eğitimin yanı sıra, askeri zaferleri merkeze alan tarih dersleri vermek için subaylar okullara gönderilir. Tüm bu müfredatı yeniden düzenlemenin ardında yatan, İttihatçıların yaşanan askerî yenilgilerin temel nedeni olarak “milli histen yoksun olma”yı görmeleriydi.

Konu, dönemin subaylarınca da anılarında çok net anlatılmaktadır. İlhan Selçuk, Yüzbaşı Selahattin’in Romanı adlı eserinde konu hakkında şunları anlatmaktadır; “Beşiktaş’ta Akaretler’den yukarı çıkarken tam karşınıza gelen binada o zaman İTC’nin okulu vardı. Buraya yalnız Türk çocukları alınır ve Türklük bu çocuklara aşılanırdı. Beni de buraya öğretmen yaptılar. Askerlik dersine giriyordum. Çocukları bazen alır, talim yapan askerlerin arasına sokar ve muharebe talimleri yaptırırdım. Bir gün fırka (tümen) kumandanı Miralay (Albay) Fevzi (Çakmak) Bey birdenbire geldi ve böyle çocuklarla karışık bir birlik görünce şaşırdı. Kendisine durumu açıkladım. Çok memnun oldu. Tümen Kurmay Başkanı Yüzbaşı Kemal bana o günden sonra bir kardeş sevgisi gösterdi”(*9)

Yarı resmi niteliğindeki tüm bu örgütler, ırkın fiziksel duruşunu, psikolojisini ve eğitsel gelişmesini sağlayarak, harbe hazır disiplinli paramiliter bir gençlik hazırlamaktır. Sosyal Darwinist teoriye dayanılarak, “ezmeyen ezilir” söylemiyle gençlik, ezmeye, vurguna ve savaşa koşullandırılır. Bunun için de ideal bir erkek tipi yaratılmaya ve bu ideal erkek tip, vatan müdafaası uğruna ve milleti için fedakârlıkta bulunan savaşçı/kahraman erkekliktir. Görülüyor ki yetiştirilmeye çalışılan gençliğin kişisel gelişimini değil, devletin yönlendirmesiyle savaşı, yayılmacılığı, öteki halklara karşı düşmanlığı ve kendi devletine karşı kayıtsız şartsız boyun eğme bilinciyle şekillendirilmesidir. Gençlik, sınırsız bir özgüvenle cihan hâkimiyeti ideali ve ezme ajitasyonu ile savaş koşullarına hazırlanır.

Cumhuriyet döneminde de bu militarist eğitime devam edilir. Bir yandan “Türk Ocaklarında ve Halk Evlerinde” ırkçı, faşist bir anlayışla halk eğitilirken, okullarda “izci kampları” adı altında yavrukurtlar yetiştirilir. İlkokuldan üniversiteye kadar eğitim, antidemokratik ve kafatasçı anlayışla ırkçı, tekçi, dışlayıcı bir yöntemle verilir. Kürt çocukları her sabah varlıklarını “Türk Varlığına” armağan ederek derslere girerler. Her Türk asker doğar ve etrafı düşmanlarla çevrili bir ülkede yaşar. Herkes Türk’e düşmandır ve bunun neden böyle olduğu asla sorgulanmaz. Türk güçlüdür, kuvvetlidir ve haklıdır; dahası “Bir Türk Dünya’ya Bedeldir.” O halde, “Ne mutlu Türküm Diyene.” Bu ırkçı sloganlar bir yüzyıl boyunca dağa taşa yazılarak, başta Kürtler olmak üzere gayri Türklerin gözüne sokulmaya çalışılır. Bayrak; toplumu birleştiren ortak değer olmaktan çıkarılarak, Kürtlere karşı bir baskı aracına dönüştürülür. Doğu’dan gelen her şehit haberinde, evler, balkonlar, sokaklar bayraklarla donatılarak Kürtler linç edilmeye çalışılır. Bayraklı linç kampanyalarına belediyeler de katılmakta, en büyük bayrağı en yüksek direğe çekme yarışına giriyorlar.

Sonuçta; İttihatçıların topluma sundukları ideolojik dar kalıpları arasında toplum sıkıştı kaldı; Türkiye halkları bir yüzyıl boyunca adeta bu dar kalıplar içinde hapsedilerek köleleştirildi. Özgür düşünce yerine, topluma aşırı milliyetçilik pompalandı. Anadolu’nun çok kültürlülük gerçekliği, ideolojik deli gömleği içinde hapsedilmeye çalışıldı. Şiddete başvuracak yönetici elit bir sınıf yaratıldı. Tarihin çarpıtılması, ulusun kadim yerli halklarla uyum içinde iç barışa ulaşma yolunda, geçmişle uzlaşmasını engelledi. Bunun yerine, diğer kültür ve halklara karşı düşmanca ve hoşgörüsüz bakan aldatıcı bir büyüklük iklimi yaratıldı. Osmanlı köylü toplumunda “modern” bir ulus inşa etme ihtiyacı, sadece hırsı daha da körükledi. Ulus inşa süreci, sonraki kuşakların beyinlerini en aşırı milliyetçi ve ırkçı ideolojilerle yıkama kampanyasına dönüştü. Resmi ideolojik düşünce bütün farklılıkları bastırdı. Özgürce tartışmayı yasakladı, gelişmenin önünü tıkadı, değişimi engelledi, umudu ezdi, insan ruhunu kirletti. Dolayısıyla toplumsal dinamizmi boğdu. Yüzyıl sonra İttihatçı ideolojinin toplumu getirdiği yer burasıdır. Şayet bu bir başarı ise, sahiplerine aittir.

5.4.2022

Kaynakça.

(*1)-Kerem Çalışkan; Alman Cihadı ve Ermeni Sürgünü, Remzi Kitabevi, İstanbul,2015. s, 41

(*2)-Hamit Bozarslan; TÜRKİYE TARİHİ, İmparatorluktan Günümüze. İletişim Yayınları, İstanbul, 2015. s, 256

(*3) Hamit Bozarslan, age, s,214

(*4)Fuat Dündar; Modern Türkiye’nin Şifresi İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği ( 1913-1918). İletişim Yayınları, İstanbul, 2008.s, 70

(*5) Fuat Dündar, age, s,69

(*6) Fuat Dündar, age, s,70

(*7) Fuat Dündar, age, s,71

(*8) Fuat Dündar, age, s,67

 (*9) İlhan Selçuk, Yüzbaşı Selahattin’in Romanı, s,91

Exit mobile version