Site icon Rojnameya Newroz

TÜRK EDEBİYATINDA KORE SAVAŞI’NA FARKLI İKİ BAKIŞ

Mahsuni Gül / Sosyalist Mezopotamya, Sayı: 10, Temmuz 2021

Edebiyat derken, elbette başta roman olmak üzere hikâye, öykü, şiir gibi edebiyatın çeşitli dallarında konu irdelendiği gibi, resim ve sinema gibi görsel sanatlarda ve yine ozanlar aracılığıyla halk müziğinde oldukça geniş bir biçimde işlenmiştir. Bu kadar geniş bir alanda işlenen bir konuyu, detaylandırmak, makalemizin içeriğini aşacağı için biz sadece konunun şiirde ki işleyişini ele almaya çalışacağız; hatta onu daha da daraltarak Bektaşi geleneğinden gelen Ali Baki Gül Baba’nın (1897-1956) halk ozanı geleneğine uyarak yazdığı şiiri ile Türk Sosyalist hareketin önemli şairlerinden olan dünyaca ünlü Nazım Hikmet’in konu hakkında yazdığı şiiri karşılaştırmaya çalışacağız.

Böyle bir kıyaslamaya neden gerek duyduk, sorusuna gelince, Bektaşiliğin, hümanistliği ve savaşa karşı duruşuna karşılık Ali Baki Gül Baba’nın aşağıdaki mısralarında görüldüğü gibi savaşı kutsaması ve ulusal bir kahramanlık destanı gibi sunması olmuştur. Ali Baki Gül Baba şunları yazar:

“Ne vakit açılsa böyle bir sefer

Şüphesiz Türk’ündür her zaman zafer

Türkleri halk etmiş Allah gazanfer

Böyledir ezelden hilkat yavrular. “(*1)

Türkiye’den binlerce kilometre uzaklıkta bulunan Kore’de ne işimiz vardı? Oraya neden asker gönderdik?  Binlerce masum, yoksul Anadolu çocuğunun hayatına mal olan bu savaşa sadece kahramanlık destanları yaratmak için mi onları gönderdik, yoksa başka nedenler mi var? Konuyu anlaşılır kılmak için, Kore Savaşı’na (25 Haziran 1950-27 Temmuz 1953) giden süreci iyi incelemek gerekir.

7-9 Mayıs 1945 tarihinde Nazi Almanya’sının müttefik ordularına teslim olmasıyla altı yıldır Avrupa’da süregelen dünyanın en kanlı savaşı olan II. Dünya Savaşı nihayet sona erdi. Şimdi iki galip ama aynı zamanda rakip iki süper güç -ABD ile Sovyetler Birliği- sahneye çıkmıştı.

Biri Batı değerlerini, Batı demokrasisini ve kapitalizmi temsil ederken, diğeri, yeni bir dünya görüşü olan sosyalizmi temsil etmekteydi. Dünya adeta ikiye bölünmek üzereydi, ya kapitalizm benimsenecek Batı bloku yani ABD’nin saflarında yer alacaktı ya da sosyalizm ve halk cumhuriyeti benimsenecek ve Sovyetler Birliği saflarında yer alacaktı.

Türkiye savaşa katılmamakla birlikte şimdi bir tercih yapmakla yüzyüze gelmişti.  Ya kapitalist sistem benimsenecek ABD ve Batı safında yer alacaktı ya da sosyalizm benimsenecek Sovyetlerin safından yer alacaktı.

Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte Türkiye kapitalist üretim sistemini benimsemişti, özel sektörü güçlendirmek için de özel sektörün yatırım yapmadığı veya sermayesinin yetmediği alanlara kamu yatırımı yaparak onun hem güçlenmesini hem de önünü açtı. Savaş boyunca oldukça palazlanan burjuvazi, o güne kadar kendini koruyup kollayan bürokrasiye gerek duymadan, ayakları üstünde durmayı ve rüştünü ispatlamaya çalışıyordu. Güvence olarak zaman zaman önünü tıkayan bürokrasi yerine dünya kapitalizmin güvencesi olan ABD’yi tercih ediyordu. Burjuvazinin baskısıyla Türkiye, Batı bloku içinde ABD saflarında yer almayı seçti.

Türk burjuvazisi, ABD’nin antikomünist ülkelere Marshall Planı dâhilinde yaptığı yardımlardan yararlanmak için her türlü fedakârlığı yapmaya hazırdı. Önce rejim değişikliğine gidilerek, bürokrasinin temsil ettiği tek partili (CHP) hükümet sisteminden çok partili sisteme geçildi. 1946 yılında yapılan çok partili ilk seçimde iktidar değişikliğine gidilmediyse de 1950 seçimlerinde bu da gerçekleşti ve Demokrat Parti (DP) iktidar oldu. Bundan böyle ABD’nin her isteğini yerine getirecek DP (Bayar-Menderes) hükümeti işbaşındaydı. Yeni hükümet ABD’ye bağımlılığını o kadar ileri götürdü ki ABD’nin 51.nci eyaleti olmaya talipti.

Şimdi yurtta ABD emperyalizminin rüzgârları esiyordu, 1930 ve 40’lı yılların başındaki Nazi hayranlığı yerini ABD hayranlığı almıştı. ABD’ye karşı olmak, vatan hainliği ile eş anlamdaydı. İçerde, hızla anti-komünist propagandaya girişildi, aydınlar, yazarlar, gazeteciler ve işçilere karşı komünist avı başlatıldı, tutuklananlar yılarca hapis yatılar, Nazım Hikmet yurt dışına kaçtı.

İçerde komünist avı başlatılırken, dışarıya karşı da, Batı’nın, Doğu’daki bekçiliğine soyunmaya hazır oldukları propagandası yapılıyordu. Sovyetler Birliğini dengelemek için ABD’nin öncülüğünde kurulan NATO’ya girmek için, Sovyetlerin Türkiye’den toprak talep ettikleri bahane edilerek bir an evvel NATO’ya girmenin gayreti içine girildi. Bunun için Türkiye’nin niyetli olması ve kendini ispatlaması gerekiyordu. Kore savaşı (1950-1953), Türk burjuvazisine bu fırsatı sundu.

Türk burjuvazisi, eline geçen bu fırsatı çok iyi değerlendirdi. Savaşı, bir cihat savaşı gibi gerekçelere dayandırarak bilinçsiz halkın desteğini almaya çalıştı. Bunun için elindeki baskı ve ikna araçlarının -basılı, görsel ve dinsel araçlarının- tümünü kullandı. Bir Bektaşi ozanı olan Ali Baki Gül Baba’da bu kervana katılmaktan itina gösteremedi ve şunları yazdı:

“Dinde sebatım var çıkmam yolumdan

Sizleri korusun şerr ü zulûmdan

Kahramanız korkumuz yok ölümden

Vatan-i aslimiz ahret yavrular.”(*1)

Kore Savaşı, burjuvazinin dışında Türk halklarının çıkarına değildi. Binlerce kilometre uzaklıktaki bilinmeyen ve tanınmayan bir ülkede, yoksul Anadolu çocukları bir hiç uğruna ya öldüler ya da sakat kaldılar. Nazım Hikmet bu anlamsız savaşı, “Diyet” adlı şiirinde şöyle yazmaktadır:

“Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,

iki gözünüzle bakarsınız,

iki kurnaz,

iki hayın,

ve zeytini yağlı iki gözünüzle

bakarsınız kürsüden Meclis’e kibirli kibirli

ve topraklarına çiftliklerinizin

ve çek defterinize.

Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,

iki elinizle okşarsınız,

iki tombul,

iki ak,

vıcık vıcık terli iki elinizle

okşarsınız pomadalı saçlarınızı,

dövizlerinizi,

ve memelerini metreslerinizin.

İki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey,

iki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı,

iki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower’in,

ve bütün kaygınız

iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri

halkın tekmesinden korumaktır.

Benim gözlerimin ikisi de yok.

Benim ellerimin ikisi de yok.

Benim bacaklarımın ikisi de yok.

Ben yokum.

Beni, Üniversiteli yedek subayı,

                   Kore’de harcadınız, Adnan Bey.

Elleriniz itti beni ölüme,

vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.

Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan

ve ben al kan içinde ölürken

çığlığımı duymamanız için

kaçırdı sizi bacaklarınız arabanıza bindirip.

Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey,

ölüler otomobilden hızlı gider,

kör gözlerim,

kopuk ellerim,

kesik bacaklarımla peşinizdeyim.

Diyetimi istiyorum, Adnan Bey,

göze göz,

ele el,

bacağa bacak,

diyetimi istiyorum,

alacağım da. 

25 Haziran 1959…” (*2)

Kore Savaşı’ndan sonra Türkiye, 18 Şubat 1952 tarihinde NATO üyeliğine alındı. Türkiye sadece NATO üyeliğine alınmakla yetinmedi, bütün yoksunluğuna rağmen NATO’nun ikinci büyük ordusunu barındırarak, yıllarca Batı’nın bekçiliğini yaptı. Ülkesinde, ABD’ye üsler açtırarak ve bu üstlerde bilgisi dışında nükleer silahların yerleşmesine ve bir çatışma anında ülkenin bir nükleer savaş alanı olmasına neredeyse neden olacaktı. Bütün bunların müsebbibi, Türk burjuvazisinin Batı bloku içinde ABD şemsiyesi altında kendisine güvence araması olmuştur.

Mahsuni GÜL.

Kaynakça.

*1) 1951 Baki Yaşa Altınok Ali Baki Gül Baba Divanı Sayfa 691.

*2)       https://www.siir.gen.tr/siir/n/nazim_hikmet/korede_olen_bir_yedek.htm

Exit mobile version