Kapitalist tüketim kültürü, bireyin istek ve arzularını da kendi iradesi dışında yönlendirmektedir. Sistem, bireyde çeşitli araçları kullanarak bir tüketme isteği, arzusu oluştururken; tüketim kapitalizminin oluşturduğu bir kültürdür; Karl Marx’ın dile getirdiği “meta fetişizmi”dir.
TÜKETİLE(MEYE)N İNSAN(LIK)[1]
TEMEL DEMİRER / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız
“İnsanca özlemler
dünyaya uymuyorsa,
bozuk olan dünyadır;
insanca özlemler, değil.”[2]
Kapitalizm, insan(lık) kırımıdır; insanın yok edilip, robotlaştırılarak[3] sürüleştirilmesidir.
“Nasıl” mı?
Kan donduran görüntüler Kuveyt’ten… Sosyal medyada paylaşılan ve gündem olan videoda bir binanın yedinci katından düşmek üzere olan Etiyopyalı işçi kadın görülüyor. Kadın patronuna yalvararak “Beni tutun, sarılın!” diyor. Patron ise “Çılgın, gel içeri!” diyerek kadına yardım etmeyip, bu durumu videoya çekiyor.[4]
Bunda şaşırtıcı bir şey yok!
Kapitalist yabancılaşma bataklığında Dünya Sağlık Örgütü’nün araştırmalarına göre, dünya nüfusunun yüzde 4.4’ü depresyon, 3.6’sı ise anksiyete bozukluğundan muzdarip.[5]
Rapora göre, 10 yıl içerisinde depresyon hastalığı yüzde 18.4, anksiyete hastalığı ise 14.9 oranında artış göstermiş bulunuyor.[6]
Dünyada yaklaşık 60-65 milyon, Türkiye’de ise yaklaşık 450-600 bin şizofreni hastasının olduğu varsayılıyor.[7]
Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre tüm dünyada ruhsal rahatsızlığı olan 500 milyona yakın kişi bulunuyor. Bu, her 7 kişiden birinin tedavi gerektirecek derecede ruhsal sorunu olduğu anlamına geliyor. Türkiye’de ise nüfusun yüzde 18’i yaşam boyu bir ruhsal hastalık geçiriyor. Her 4 kişiden biri yaşamının bir döneminde ruhsal rahatsızlıklardan etkileniyor.[8]
Bir sistemin ruhsal bozukluk salgını yaratmasından daha büyük bir facia olabilir mi? Kaygı, stres, depresyon, sosyal fobi, yeme bozuklukları, kendine zarar verme davranışları ve yalnızlık, bütün dünyada insanları alaşağı ediyor.
Tüketim çılgınlığı, sosyal boşluğu dolduruyor. Ancak o yalıtılmışlık hastalığı, öteki her şeyi tüketiyor. Sosyal medya bizi bir araya getiriyor ve uzaklaştırıyor. Sosyal statümüzü tartmamız[9] ve diğer insanların daha çok arkadaşları ve takipçileri olduğunu görmemize imkân sağlıyor.
Bu hâle ilişkin Chuck Palahniuk’un, “Parçaları kaybolmuş puzzle gibi artık insanlar. Kiminin ruhu, kiminin beyni ve çoğunun bir kalbi yok”…
Aldous Huxley’in, “Modern hayatta insan, kendi kaderini kabullenmeye şartlandırılır. Böylece patronlar ve politikacılar, kimsenin bir şeyi sorgulamadığı bir dünyada, istedikleri gibi hareket ederler”…
André Gide’in, “Kimse kendine benzemek istemiyor. Herkes bir kalıp seçiyor, ona özeniyor; tamamıyla seçilmiş bir kalıbı kabulleniyor”…
Oscar Wilde’ın, “Çoğu insan, başkasıdır. Düşünceleri bir diğerinin fikirleridir, yaşamları taklitten ibarettir, tutkularıysa aktarma”…
Paul Simon’un, “Günümüz insanının, metronun zamanında gelmesini temenni etmekten başka hiç bir beklentisi yoktur”…
Paul Freire’nin, “İnsani olmaktan çıkmış bir kitle toplumunda insanlar dünya ile diyalektik ilişkilerine yanıt olarak değil, kitle iletişim araçlarından günlük olarak aldıkları talimatlara göre düşünmeye ve hareket etmeye başlarlar. En küçük şeyler için bile düşünmek zorunda değiller; her zaman ‘a ya da ‘b’ durumunda ne yapılması gerektiğini söyleyen talimatnameler vardır”…
Jean Baudrillard’ın, “Birey televizyonda Sudan iç savaşını, herhangi bir tuvalet kağıdı reklamıyla aynı duyarsızlıkla izlemektedir. Televizyonu kapattıktan sonra Sudan’daki iç savaş devam etse bile onun için bitmiştir. İşte bireyin yaşadığı bu evren simülasyon evrenidir. Her şey görüntülerden ibarettir ve cansızdır”…
George Carlin’in, “Mallarımız arttı, keyfimiz azaldı. Daha büyük evlerde, ama daha küçük ailelerle yaşıyoruz. Konforumuz arttı, ama zamanımız daraldı. Diplomamız bol, ama sağduyumuz az. Uzmanlar arttı, ama sorunlar çoğaldı. İlaçlar çoğaldı, hastalıklar arttı. Çok para harcıyoruz, ama az gülüyoruz. Para kazanmayı öğrendik, ama yuva kurmayı beceremedik. Acele etmeyi öğrendik, ama sabırlı olmayı asla. Gelirimiz arttı, karakterimiz zayıfladı. Tanıdıklar çoğaldı, ama dostlar eksildi. Çabalar arttı, ama mutluluklar azaldı. Varlığımızı arttırdık, ama değerlerimizi yitirdik. Ve nihayet hayata yıllar ekledik, ama yıllara hayat katamadık”…
Yuval Noah Harari’nin, “Para, aslında, insanlarca icat edilip anlatılmış en başarılı hikâyedir. Çünkü herkesin inandığı tek hikâyedir. Herkes Tanrı’ya inanmıyor, herkes insan haklarına inanmıyor, herkes milliyetçiliğe inanmıyor, ama herkes paraya ve dolar banknotuna inanıyor. Sonuç olarak: Biz insanlar dünyayı kontrol ediyoruz, çünkü ikili gerçeklik içinde yaşıyoruz. Tüm diğer hayvanlar nesnel tek bir gerçeklik içinde yaşıyorlar. Gerçeklikleri, nehirler, ağaçlar, filler ve aslanlar gibi nesnel unsurlardan ibaret. Biz insanlar da nesnel gerçeklikte yaşarız. Bizim dünyamızda da nehirler, ağaçlar, aslanlar ve filler vardır. Ancak yüzyıllar içinde, bu nesnel gerçekliğin üzerine kurgulanmış ikinci bir gerçeklik katmanı inşa ettik. Uluslar, tanrılar, para, kuruluşlar gibi kurgulanmış unsurlardan oluşmuş bir gerçeklik. Şaşırtıcı olansa, zaman ilerledikçe bu kurmaca gerçeklik giderek çok daha güçlendi ve bugün, Dünya’nın en güçlü kuvvetleri bu kurgusal unsurlardır”…
Philippe Djinn’in, “Çevrene bak; insanların aklı fikri yaşamın bir anlamı olup olmadığını öğrenmekte mi sanıyorsun? Hayır elbette, onları ilgilendiren şey, kendilerini büyük dertlerden, sıkıntılardan korumak, her şeyden olduğunca uzun süre yararlanmak ve en az ölçüde düşünmektir. İşte bu yüzden bok dolu vitrinleriyle ve hiçbir yere çıkmayan boş sokaklarıyla acımasız bir dünyada yaşıyoruz”…
Zygmunt Bauman’ın da, “Artık küresel bir tüketim toplumunda yaşıyoruz ve tüketim davranışı kalıplarının, iş ve aile hayatımız dâhil hayatımızın diğer her yönünü etkilememesinin imkânı yok. Artık hepimiz daha fazla tüketme baskısı altındayız ve bu yolda kendimiz tüketim ve emek piyasalarında metalara dönüşüyoruz,” saptamaları önem taşıyor.
Bunlardan çıkan sonuç da şu oluyor: İnsan(lık), sürdürülemez kapitalizmin labirentinde çıldır(tıl)ıyor; yabancılaş(tırıl)ıyor; sanallaş(tırıl)ıyor…
Gürkan Akçay’ın, “Özgür iradeye elveda mı?”[10] sorusunu dillendirdiği tabloda: “Sanal özgürlüğümüz, yalnızca satın aldığımız kadar ve bununla özdeşleşiyoruz. Giderek sanallaşıyor ve gerçek hayattan çekiliyoruz. Tıpkı med cezir sırasında kendi sınırlarına çekilen bir deniz gibi. Giderek küçülüyoruz… İlişkilerimizse çoktan sanal olmuş”ken;[11] “Hepimiz sanal bahçenin, yani kültürün ürünleriyiz. Hiç kimse Pokemon Go oynayan gençleri eleştirmesin; iktidar tarafından yakalanıp biçimlendirilen Pokemonlar değil miyiz?”[12]
Geleceksizleşip, yalnızlaşırken;[13] “Kendi üzerine kapanarak yaşamla bağlarını koparan “bir”in ne geçmişi ne de geleceği var. Dondurulmuş şimdinin içinde dikilip durmaktan başka bir işe yaramaz. Çünkü sıfırı olmayan “bir”, yaşamla bağları kesilmiş ölü bir çubuktur… Siz ‘bir’siniz, bireysiniz evet, yeryüzü ve kuvvetleriyle ilişkiniz kesildiği için; sizin sıfırınız yok. Ama sıfırı olmayanın ‘bir’i, boşluğu olmayanın varlığı da olmaz; yoksunuz aslında,”[14] diyen Rahmi Öğdül haksız mı?
* * * * *
Soru(n) karşımızdayken; Voltaire’in, “La terre est couverte de gens qui ne méritent pas qu’on leur parle/ Dünya, konuşmaya bile değmeyecek insanlarla doludur,” diye betimlediği yerkürede insan olmak ve kalmak için aynı dili konuşmak, benzer şeyler söylemek yetmez; bir de aynı yerden anlamak, bakmak gerekir.
Özellikle de zor günlerde, zorlu kesitlerde yani insan olmak ve kalmak fiilinin sınandığı ve Karl Marx’ın, “Radikal olmak, şeyleri kökünden kavramak demektir. Fakat insan için kök, insanın kendisidir,” notunu düştüğü koordinatlarda…
Hemen hemen her şeyin Karl Kraus’un, “Şeytan insanları olduklarından daha kötü yapabileceğini sanıyorsa çok iyimser demektir,” saptamasındaki üzere ağırlaştığı toplumsal çürüme (ve yabancılaşma) tablosunda, ya insan(lık) kendi kendini yönetecektir ya da onun yerine bunu kapitalizm yaparak çürütecektir.
İşte tam da bunun için “Bazı hâllerde, devam etmek, yalnızca devam etmek insanüstü bir şeydir,”[15] içinden geçtiğimiz fırtınalı günlerde…
Sözünü ettiğim fırtınalar içinde Rosa Luxemburg’un ifadesiyle, “Özgür insan başka türlü karar verme imkânına sahip olan insan”ken; “Ey başkalarının acısıyla kaygılanmayan kişi, sana insan demek yakışık almaz,” der Şeyh Sad-ı Şırazi de…
Hiç şüphe yok: “Nemo vir est qui mundum non reddat meliorem/ Dünyayı daha iyi bir dünya yapmayan insan, insan değildir” ve de insan, kıyıyı gözden kaybetmeye cesaret etmedikçe yeni okyanuslar keşfedemez.
Bunun için “Versate diu quid fere recusent, quid valeant umeri/ Omuzlarında yük taşıyıp taşıyamayacağını iyi düşün.” “Mea virtute me involvo/ Ben kendi erdemimle giyinirim,” diyen Horatius’u; “Compesce mentem!/ Kendine hâkim ol!” ilkesini; “Hominem ex operibus e jus cognosces/ İnsan yaptığından tanınır” uyarısını ve Terence Terentius’un, “İnsanım ve insana dair hiçbir şey bana yabancı olamaz,” saptamasını göz ardı etme…
Ancak burada Epiktetos’un, “Yarın bambaşka bir insan olacağım diyorsun. Niye bugünden başlamıyorsun?”; Lev Nikolayeviç Tolstoy’un, “Herkes insanlığı değiştirmeye çalışıyor, ama kimse kendini değiştirmeyi aklından geçirmiyor”; Bernard Shaw’ın, “İnsanlar kendi durumlarıyla ilgili olarak her zaman koşulları suçlar. Ben koşullara inanmam. Bu dünyada yol alan kişiler, başaranlar, ayağa kalkıp istedikleri koşulları arayan ve bulamadıklarında yaratan insanlardır,” uyarıları eşliğinde bir parantez açmak gerek: “Kesek nikare mirovê bixapine wek bi xwe/ İnsanı kendisi kadar kimse kandıramaz”ken; o, anlam arayışındaki bir varlık olarak; iradesine hâkim ve vicdanıyla uyumlu olduğu kadar vardır.
Kolay mı? İnsan, kendini en çok sayıda insanın yerine koyabilenken; “En uzun yaşayan, en çok yaşayan değildir.”[16]
Evet, evet “Mirov bi xwe ve dest bi têkoşînê bike, wê bawer bike ku dest bi bûyîn a merivekî qenc kiriye/ İnsan kendisi ile mücadeleye başlarsa, iyi bir insan olmaya başladığına inanabilir”ken; “Mutsuz olduklarını söyleyen insanlara öyle hemen inanmayın. Önce bir sorun bakalım, ‘Hâlâ uyuyabiliyorlar mı?’ Yanıt evetse, her şey yolunda demektir. Bu da yeterlidir.”[17]
* * * * *
Kapitalist tüketim toplumunun biçimlendirdiği “insan(cık)” konusunda Clark Evans, “Sistem size, önemli, değerli hissetmek için ‘en’ olmaya, başkalarından üstün olmaya çalışıp, daha sonra başkaları yetersiz geldiği için onları suçlamanız veya nefret etmeniz gerektiğini öğretir. Ve tüm hayatınızı bu saçmalıklarla uğraşarak harcamanızı sağlar. Oysa ki, ne kadar yalın ve bir birimizin aynısıyız,” notunu düşer.
Evet, doyumsuz bir tüketim toplumuyla karşı karşıyayız ve aynı zamanda göz alabildiğine uzanan beton yığınlarının, asfaltların ve reklam panolarının arasına serpiştirilmiş, mantar gibi bitiveren muazzam ve şaşaalı alışveriş merkezlerinin, geniş arabalarla süslü kocaman evlerin diyarındayız. İnsanların gitgide daha da miskinleşip televizyon karşısında pineklediği bir dünya burası…
Peki, bolluk içinde yüzen bu insanlar neden mutlu değiller?
Muazzam zenginliğimiz neden bizi tatmin etmek yerine daha da büyük beklentilere yol açıyor?
Gezegenimize verdiği zarar ortadayken, neden “hakkımız” olarak gördüğümüz şeyleri talep etmeyi sürdürüyoruz?[18]
Bunların yanıtı kapitalist yabancılaşma egemenliğinin devreye soktuğu “aptallık”, “akılsızlık”, “saçmalık”ta somutlan çelişkilerde yatıyor…
Bu çelişkilere ilişkin birkaç örnek sıralarsak:
Mesela cep telefonumuz her yerde çeksin istiyor ama baz istasyonlarının zararlarından şikâyet ediyoruz!
Ya da bakkala bile arabamızla gidiyor, cebimize üç kuruş para koyup hatta bazen o bile olmadan krediyle hemen araba alıyor, arabamızın anahtarı olmadan sokağa çıkamıyoruz ama trafikten, kirlilikten ve yaşamın arabalara göre düzenlenmesinden şikâyet ediyoruz!
Veya büyümeyi ve gelişmeyi enerjiye ihtiyaç duyan teknoloji yatırımları yapmakta görüyor, ceplerimize girmeyen gayr-i safi milli sermaye rakamları bir gecede 6 katına çıkınca seviniyor, sabahlara kadar enerji harcayan plazalarda çalışıyor, kapitalizmin tapınakları hâline gelen enerji tüketen canavarlar olan alışveriş merkezlerinde tapınmamızı yapıyor ama bu sanayileri ve hoyratça kullandığımız enerjileri kısa zamanda karşılayabilmek için gerekli barajlara, nükleer santral projelerine karşı çıkıyoruz.
Sonra Starbucks’a girip elimizde kahve dışarı çıkmayı bir marifet sanıp, o kahveleri üretirken sömürülen Afrika’lıların hâlini görünce “Vah vah, ne yazık” diye dövünüyoruz, etrafta suçlu arıyoruz.
Yine kot taşlaması yüzünden akciğer kanseri ve başka solunum hastalıklarına yakalanan insanların hikâyesini dinlediğimizde itiraz ediyoruz ama ilk fırsatta yeni bir taşlanmış kot almaktan geri kalmıyoruz!
Başkalarına yaşam dersleri vermeye kalkar, anlattığımız şeyleri kendimiz uygulamayız! Vb’leri, vd’leri…
Bu çerçevede, neo-liberalizm öyle bir insan tipi yarattı ki, her şey mubah görülmeye başlandı.
Apolitik, okumayan, her şeyi küçümseyen, hiçbir değeri olmayan, tek derdi kendi olan ve insani değerlerden, vicdandan bihaber bir tip bu. Egoist ve umursamaz aynı zamanda.
Bu tipin tek amacı, kısa yoldan çok para kazanmak. Duyguların ve etik değerlerin ise sözü bile edilmez bunlar için…
Onlar artık hem her yerde, hem de hiçbir yerdedir.
Onlar biraz kendisi ama çokça başkasıdır ve gösteridir.
Guy Debord’un, “Gösteri sadece sahte-kullanımın hizmetkârı değildir, bizzat yaşamın sahte-kullanımıdır,” diye tanımladığı hâl; seçeneksiz bir çaresizliktir aslında.
Egemen medyaların koşullandırmalarına teslim olmuştur; tekellere, bankalara, devlete, rantiyelere yani sisteme sürekli olarak borçlandırılır. “Şimdi al sonra öde”, “Paran yoksa 120 taksitle öde”, “Çalış, tüket, öde ve emekli bile olmadan öl” açmazına mahkûmiyetini yaşayanlar; i) sürüleştirilirler; ii) sormaktan korkarlar ve vazgeçerler; iii) bilincin yerine inancı ikame ederler; iv) toplumsal sorumluluktan vazgeçerler…
İşte bu ve benzer etkenlerden kapitalist pazar ekonomisi toplumları sürüleştirir: Uluslararası markalar, uluslararası ürünler, aynı standartta hizmet biçimleri, tektipleşme, vb’ler insan(cık)ları sürüye katma yöntemleridir.
Sürüye katılan birey, boyun eğer; korkuya teslim olur!
Bu Eduardo Galeano’nun şöyle betimlediği bir çıkmazdır: “Çalışanlar işini kaybetmekten korkuyor. Çalışmayanlar asla iş bulamamaktan korkuyor. Açlıktan korkmayan, yemekten korkuyor.
Otomobil sürücüleri yürümekten korkuyor, yayalar ezilmekten korkuyor.
Demokrasi hatırlamaktan korkuyor, dil söylemekten korkuyor.
Siviller askerlerden korkuyor, askerler silahsız kalmaktan korkuyor ve silahlar savaşsız kalmaktan korkuyor.
Şimdi korku mevsimi: Kadının erkeğin şiddetinden korkusu ve erkeğin korkusuz kadından korkusu. Hırsız korkusu, polis korkusu. Kilitsiz kapı korkusu, kalabalık korkusu, yalnızlık korkusu, olandan ve olabilecekten korku, ölme korkusu, yaşama korkusu.”
Şurası çok açık: Kapitalist tüketim kültürü, bireyin istek ve arzularını da kendi iradesi dışında yönlendirmektedir. Sistem, bireyde çeşitli araçları kullanarak bir tüketme isteği, arzusu oluştururken; tüketim kapitalizminin oluşturduğu bir kültürdür; Karl Marx’ın dile getirdiği “meta fetişizmi”dir.
Bu da Eduardo Galeano’nun, “Ambalaj kültürünün göbeğinde yaşıyoruz. Evlilik sözleşmesi aşktan daha önemli, cenaze ölümden, elbise bedenden, ayin tanrıdan daha önemli. Ambalaj kültürü içerikleri hor görüyor. Söylenen önemli, yapılan değil,”[19] diye tarif ettiğidir.
Ve kapitalizm insanın kendine yabancılaşmasını sağlayan; onun kendi durumunu algılamasını engelleyen, görmez ve duymaz kılan, ona dayatılana boyun eğdirendir.
* * * * *
Ancak bu(nlar) bir “kader” ve “kaçınılmazlık” değildir; olamaz da!
Evet, “Tarihin sonu” ya da “Çıkar kişinin doğasında var; her şey alınıp satılabilir” söylemi “değer”in yerini “fiyat”a bırakmasına yol açtı… Artık bir tek “ben ve sahip olduklarım” var!
Oysa hayattaki o karanlık uçuruma gözümüz iliştiğinde elimizi tutacak birilerini arıyor, adalet, eşitlik, özgürlük istiyor, geleceğimiz hakkında söz sahibi olmak, kendimizi gerçekleştirmek istiyoruz. Seçimlerimizin fiyatını değil, bedelini ödüyor, acı çekiyoruz.
Tıpkı Anton Çehov’un dediği üzere: “Şu hayata bir bakınız; güçlülerin küstahlığı, avareliği, güçsüzlerin cahilliği, yabaniliği, her yerde aklın almayacağı bir yoksulluk, darlık, soysuzlaşma, sarhoşluk, ikiyüzlülük, yalan… Bununla beraber bütün evlerde, sokaklarda sessizlik, güvenlik; şehirde yaşayan elli bin kişinin içinde bağıracak, öfkesini yüksek sesle haykıracak bir kişi yok. Yiyecek almak için pazarda gezenleri, gündüz yiyen, gece uyuyanları, saçma konuşanları, evlenen, ihtiyarlayan, ölülerini sessiz sedasız mezarlığa taşıyanları görüyoruz, ama acı çekenleri görmüyoruz, duymuyoruz; hayatta korkunç olan şeyler de perde arkasında bir yerlerde geçiyor. Herkes sessiz, rahat. Protesto eden yalnız dilsiz istatistik: şu kadar insan çıldırdı, şu kadar içildi, şu kadar çocuk gıdasızlıktan öldü…”
Dedim; tekrarlayayım: Bu(nlar), bir “kader” ve “kaçınılmazlık” değildir; olamaz, olmamalıdır da!
Çünkü insan(lar)ın vicdanı vardır, iç(ler)i acır; sessiz kal(a)maz(lar), görmezden gel(e)mez(ler)… Yol ayrımlarında tereddüt etmez, bir kişilik edinme kaygısı güder, sürüklenmez, tavır alır(lar)… Hayat(lar)ının merkezinde bir tek kendi(ler)i yoktur, ötekini içerme bilgisini edinmek için çaba gösterir, yorulur(lar.).. Uçurumun kenarında yaşar(lar)…
Ve biz yeniden insana, gerçek insanlara muhtacız; hem de Nadejda Krupskaya’nın, “İnsanlar akıllı ve yürekli büyümeli. Bu tür bireysel gelişme temelinde ve… ‘ben’ ve ‘biz’in ayrılmaz bir bütün hâline geleceği” vurgusundaki üzere…
Çünkü yitip gitmekte olan fiziksel ve çürümekte olan sosyal dünyayı yeniden yaşanabilir kılacak ve “duvarsız ve sınırsız bir kardeş sofrası”na dönüştürecek olan, onların kararlı ve ısrarlı eylemi olacaktır!
14 Ekim 2017 12:04:56, İstanbul.
N O T L A R
[1] Ümüş Eylül Dergisi, Yıl:7, No:27, Nisan-Mayıs-Haziran 2018…
[2] Oruç Aruoba.
[3] “Sorgulamayan, donan bir beyin artık insani olan tüm duygularından sıyrılmış ve sadece kendi doğruları için yaşayan, bir robot hâline gelmiştir… Robotlaşan kişi için, kendi doğruları dışında yaşayanlar yok edilmesi gereken unsurlardır.” (Işıl Özgentürk, “Robotlaşma Saridir, Solcu Şairlere de Bulaşır…”, Cumhuriyet, 8 Ekim 2017, s.13.)
[4] “Düşmek Üzere Olan Çalışanını Kurtarmak Yerine Videoya Çekti!”, Hürriyet, 31 Mart 2017… http://www.hurriyet.com.tr/dusmek-uzere-olan-calisanini-kurtarmak-yerine-videoya-cekti-40412587
[5] “Dünyanın Yüzde 4.4’ü Depresyonda”, Cumhuriyet, 25 Şubat 2017, s.18.
[6] “Dünya Sağlık Örgütü’ne Göre Dünyanın Yüzde 4.4’ü Depresyonda”, Evrensel, 25 Şubat 2017, s.16.
[7] Sibel Bahçetepe, “Damgalanma Korkusu Hastalığı Saklatıyor”, Cumhuriyet, 11 Nisan 2017, s.2.
[8] Sibel Bahçetepe, “Ruh Sağlığımız Bozuk”, Cumhuriyet, 11 Ekim 2017, s.2.
[9] “Diğerlerinin ilgisi bizim için her şeyden önemlidir çünkü doğduğumuz andan itibaren kendi değerimizle ilgili bir belirsizliğin kucağına düşmüşüzdür zaten. Dolayısıyla kendimize olan bakışımızı belirleyen şey başkalarının bizimle ilgili ne düşündüğüdür. Kimlik bilincimiz bir arada yaşadığımız insanların yargılarına hapsolmuştur. Yaptığımız esprilere gülerlerse, eğlenceli bir insan olduğumuza inanmaya başlarız. Bizi överlerse nitelikli bir insan olduğumuzu düşünürüz. Ve eğer bir odaya girdiğimizde kafalar bize dönmezse ya da ne işle uğraştığımızı açıkladığımızda yüzlerinde sabırsız ve ilgisiz bir ifade belirirse kendimizi değersiz hissetmeye, kendimizden şüphe etmeye başlarız.
İdeal bir dünyada yaşıyor olsaydık işler böyle gitmezdi şüphesiz. Böyle bir dünyada dıştan gelen darbelere karşı daha dayanıklı olurduk. İnsanların bizi fark etmeleri ya da görmezden gelmeleri, hor görmeleri ya da yüzümüze gülmeleri böylesine etkilemezdi bizi. Biri çıkıp da bize abartılı iltifatlar yağdıracak olsa onun sözlerine kapılıp gitmezdik. Ve kendimizi adil bir biçimde değerlendirebiliyor olsaydık, bir başkasının eleştirileri karşısında bu kadar yara almazdık. Kendi değerimizin farkında olurduk. Oysa biz karakterimizle ilgili bin bir türlü görüşü içimizde tutuyoruz. İçimizde hem zekâya hem aptallığa, hem komikliğe hem sıkıcılığa, saygıdeğerliğe ve silikliğe dair izler taşıyoruz. Ve böylesine dalgalanabilen karakterimizle biz, o anda ne kadar önemli olduğumuz sorusunun yanıtını tamamen toplumun takdirine bırakıyoruz. Toplum üyelerinin bizi o anda hor görmesi içimizdeki olumsuz değerlendirmeleri, bir gülümseme ya da iltifat ise olumlu değerlendirmeleri ortaya çıkarıyor. Kendimize tahammül edebilmek için diğerlerinin şefkatine birebir bağımlıyız sanki.” (Alain de Botton, Statü Endişesi, Çev: Ahu Sıla Bayer, Sel Yay., 2005.)
[10] Gürkan Akçay, “Özgür İrade Bir Yanılsama mı?”, Birgün, 24 Ağustos 2016, s.14.
[11] Erol Anar, “Sanal Ölüler Mezarlığı”, Mayıs 2017… http://dunyalilar.org/sanal-oluler-mezarli%C7%A7i.html/
[12] Rahmi Öğdül, “Siz Kendinizi Gerçek mi Sanıyorsunuz?”, Birgün, 29 Temmuz 2016, s.15.
[13] “Toplumu parçalara ayıran, neo-liberalizmin yarattığı yalnızlıktır,” der George Monbiot.
[14] Rahmi Öğdül, “Kendinizi ‘Bir’ mi Sanıyorsunuz? Sıfırsınız!”, Birgün, 16 Aralık 2016, s.15.
[15] Albert Camus, Düşüş, Çev: Hüseyin Demirhan, Can Yay., 2000.
[16] Aleksandr Soljenitsin, Kanser Koğuşu, Çev: Özay Süsoy – Gönül Suveren, Altın Kitaplar Yayınevi, 3. Basım, 1971, s.211.
[17] Louis Ferdinand Celine, Gecenin Sonuna Yolculuk, Çev: Yiğit Bener, Yapı Kredi Yay., 2002.
[18] “Arjantinli şair Jorge Luis Borges şöyle diyor: ‘İnsan yaşadığı yeri yıllar boyunca şehirlerin, krallıkların, dağların, körfezlerin, gemilerin, adaların, balıkların, odaların, aletlerin, yıldızların, atların ve insanların resimleriyle doldurur. Ve ölümünden kısa bir süre önce fark eder ki, sabırla oluşturduğu bu labirentin çizgileri aslında kendi yüzünü resmetmektedir.’ Bu semiz kalelerin, rahatlık kozasına sarınmış bu imparatorlukların içinde hızla köreliyoruz. Yeterince uyarılmadığımız için, bir kafesin içindeki şempanzeler gibi davranmaya başlıyoruz. Mızmız, bezgin ve depresif bir hâl alıyoruz. Alışveriş yapıyor, satın alıyor, yiyoruz. Ya da ikame benliklerimizi -yani arabalarımızı, çocuklarımızı ve evlerimizi- besleyip büyütüyoruz. Tüm bunlar, gezegenimizin yakın gelecekte bile altından kalkamayacağı ölçüde, ekolojik ayak izimizi genişletiyor. Çocuklarımızın geleceğini tüketiyoruz. Geleceği yağlarla ve koruyucu maddelerle yeniden yapılandırılmış bir şekilde, önceden ısıtılmış ve suçluluk duygusuyla işlenmiş bir tabakta sunuyoruz onlara.” (Elizabeth Farrelly, Mutluluğun Sakıncaları, çev: Erdem Gökyaran, YKY., 2015.)
[19] Biz Hayır Diyoruz-Eduardo Galeano’dan Seçme Yazılar, Çev: Bülent Kale, Metis Yay., 2008.