Site icon Rojnameya Newroz

“Teknoloji”, “Otomasyon”, “Robot”, vd.’lerinin “Sınıf ve Mücadelesine Etkileri” (“İddiaları”) üstüne

Dibistana Marksîst Lı Amedê

2 Kasım 2024’te “Dibistana Marksîst Lı Amedê/ Amed’de Marksist Okul’un Amed’de düzenlediği Marksizm Günleri (2024) II. Oturum’una sunulan tebliğ…

Temel Demirer / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız

“TEKNOLOJİ”, “OTOMASYON”, “ROBOT”, VD.’LERİNİN “SINIF VE MÜCADELESİNE ETKİLERİ” (“İDDİALARI”) ÜSTÜNE

TEMEL DEMİRER

YÖNTEM MESELESİ

İDDİA(LAR) VE ZIRVA(LAR)

DURUM(UMUZ)

“ÇÖZÜM” (MÜ?)!

MAKİNELERİN, TEKNOLOJİNİN ROLÜ

EMEK -SÜRECİ- HAKİKÂTI

KAPİTALİZM CEPHESİNDE YENİ BİR ŞEY YOK

“DEMOKRASİ” MANİPÜLASYONU

TEKNOLOJİ: KİMİN KONTROLÜNDE?!

SERMAYENİN ORGANİK BİLEŞİMİ VE KÂR ORANININ DÜŞME EĞİLİMİ

İŞÇİ SINIFI, KOLEKTİF PROLETARYA BÜYÜYOR

ÇÖZÜM TEKNOLOJİDE DEĞİL, DEVRİMCİ POLİTİKADA!

“TEKNOLOJİ”, “OTOMASYON”, “ROBOT”, VD.’LERİNİN

“SINIF VE MÜCADELESİNE ETKİLERİ” (“İDDİALARI”) ÜSTÜNE[1]

TEMEL DEMİRER

“Ne ilerleme, ne ilerleme!

Köleydi babası, oğlu robot oldu.”[2]

James Burke’ün, “Bilimde en önemli şey, yeni gerçekler elde etmekten ziyade, onlar hakkında yeni düşünme yolları keşfetmektir,” tespitine müthiş önem veren biri olarak, işçi sınıfının tarihsel konum ve misyonuna dair “Yetersiz ve yapay bilgilerle hiçbir şeyin etkisini zayıflatmaya gönlüm elvermedi,”[3] vermiyor, vermeyecek de…

Kolay mı?

Zenginlerin zenginleşmesiyle, -başta işçi sınıfı olmak üzere- yoksulların yoksullaşmasının eşzamanlı gerçekleştiği kapitalist yağma döneminden geçerken; işçi sınıfı ya da daha doğru bir deyişe kolektif proletarya ve ezilenlerin, mevcut koordinatlardaki eylemlilikleriyle (bilinç+örgütlenme) kendilerini yeniden oluşturdukları bir tarihsel evredeyiz.

Tam da bu momentte “Kapitalizme karşı işçi sınıfının mücadelesini nasıl yükseltiriz?” sorusu yerine “Kapitalizmin sorunlarını nasıl çözeriz?” aptallığı -“Elveda Proletarya” safsatasını hatırlayın![4]– ikame edilirken; “sol” görünümlü burjuva ideologlar Marksizm-Leninizm’e (M-L) saldırmak, sulandırmak ve bulanıklaştırmak için “yeni tahliller”(?), “yeni teoriler”(!) ortaya koymakla meşguller.

Kimileri, işçi sınıfının devrimci özünü kaybettiğini, artık ayrıcalıklı bir sınıf olduğunu, toplumsal mücadelenin sınıfsal değil etnik, cinsel, mesleki vb. temellerde verilmesi gerektiğini ileri sürüyor!

Böylece sınıf kimliğinin yerine yurttaş, kadın, eşcinsel, etnik/ulusal, dinsel, çevreci vb. kimlikler geçiriliyor. Toplumsal çelişkilerin odak noktası emek-sermaye olmaktan çıkartılarak sınıflar arası mücadele buharlaştırılıyor. Sonuçta işçi sınıfının devrimci özne olması da gereksizleştiriliyor.

İşçi sınıfı ve sınıf mücadelesi devre dışı bırakıldıktan sonra sıra, sınıf hareketinin yerine “yeni toplumsal hareketler” diye kategorize edilen, kültür ve kimlik odaklı mücadelelerin geçirilmesine gelmekte. Feminist hareket, çevre hareketi, nükleer-karşıtı hareket, eşcinsel hareket, etnik azınlık hareketleri, ezilen ulus hareketi, yerli hareketi, topraksız köylü hareketi, “küreselleşme karşıtı” hareket ve benzerleri “yeni toplumsal hareketler” olarak nitelendiriliyor. Bu tür hareketler, sınıf hareketine bir alternatif olarak sunuluyor. İşçi sınıfının devrimci potansiyelini bir kenara itenler, aslında küçük-burjuva sosyalizmini de yeni biçimler altında üretmektedirler.

Örneğin Amerikalı bir grup sosyolog, “post-endüstriyel toplum” kavramını ortaya atıveriyor. Kapitalist sanayi toplumunun karşısına, değişerek “post-endüstriyel” hâle geldiği söylenen yeni bir toplum formu çıkarıyorlar! Onlara göre, “post endüstriyel toplum” özel mülkiyetin, sınıf çıkarlarının ve sınıf çatışmalarının “eksen ilkeler” olarak merkezi önemini kaybettiği toplumsal formasyonu oluşturmaktadır! Teknoloji, bilim ve kültür öncelikli hâle gelmiştir![5]

Burjuva sosyologların dilinden düşürmediği “post-endüstriyel”, “post-modern” vb. kavramlar, esasen teknolojik gelişmelere dayandırılıyor. Üretim, mülkiyet, sınıf ve sömürü ilişkilerinde herhangi bir değişim olmamasına rağmen, onlar, üretici güçlerdeki ilerlemelere ve teknolojinin toplumsal hayatta daha fazla kullanılmasına dayanarak toplumsal yapının değiştiğini söylüyorlar.

Yine o sosyologlar, önce teknolojik değişimlerin yeni bir toplum doğurduğunu iddia ediyorlar. Bu “teori”de kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerinden, sınıf ve sınıf çatışmalarından kopartılmış bir “sivil toplum”, daha doğru bir deyişle sınıfsal temellerinden arındırılmış devletin artan baskı ve müdahalesi vardır. Yaşam alanları sömürgeleştirilmiş ve kültür alanları tahakküm altına alınmıştır. İşte buradan doğan çelişkiler, ideolojik söylem, bireysel ve kültürel kimlik etrafında insan gruplarının bir araya gelmesine ve protestolar yükseltmesine neden olur. “Yeni toplumsal hareketler” devletin sivil toplum alanına sızmasına ve tahakküm kurmasına müdahale edecek, sivil toplum ile devlet arasındaki mesafe açılacak ve böylece katılımcı demokrasi gelişip güçlenecektir!

Bu değerlendirmeler öznel olması yanında, kurmaca ve bilimsellikten uzak, “akademik” tahrifatlardır.

“Akademik Marksizm” üzerinden sosyalist hareketin gündemine sokulan tartışmalar, aynı zamanda Avro-komünizmden ve reformist çözülmeden bağımsız değildir.

Ayrıca “sosyal devlet” uygulamalarıyla birlikte sendikalar daha da bürokratikleşip düzenin payandaları hâline gelirken, komünist partilere hâkim olan reformist çizgi de kalınlaşmış ve zaman içinde bu partiler burjuva işçi partilerine dönüşmüşlerdi. Proletarya diktatörlüğü kavramını programlarından çıkartarak sosyalist devrimden vazgeçtiler, “tarihsel uzlaşma” adı altında burjuva partilerle seçim ittifakına yöneldiler. Artık hedef devrim değil de seçimler olduğu için küçük-burjuva kesimleri kazanmak çok önemli hâle gelmişti. Küçük-burjuva kesimlerin yüreğine su serpecek şekilde, Leninist devrim çizgisi eleştiriliyor ve sanki sosyalizm devletçilikmiş gibi, devletçi olmayan bir sosyalizme geçiş projesi öneriliyordu. Fakat gerçekte bu, “halk ittifakları” projesine uygun radikal demokratik bir programdan başka bir şey değildi.

Bu çizgi daha sonra “teknoloji”, “otomasyon”, “robotlar” vd’lerinin “sınıf ve mücadelesine etkileri”ne ilişkin “iddialar” ile sürdürüldü. Örneğin robotların ve bilgisayarların hayatımızı, işçi sınıfını bütünüyle değiştireceği üzerine kurulu “iddialar”, yeni teknolojik gelişmelerle beslenerek sürdürülüyor.

Vaatlerdeki gibi olmasa da hayatımız gerçekten değişiyor; bu inkâr edilemez!

Teknolojilerin ücretleri düşürmek amaçlı kullanıldığını görüyoruz. Yani, 2011’den beri Sanayi 4.0 hevesi sürmesine rağmen, gerçekleşen şey, anlatılanla aynı değil. İlerleme bütün iyimser tahayyüllere karşın kapitalizmin sınırlayıcılığına takılırken, her şeyi sınıf mücadelesi gerçekliği üzerinden düşünmek gerekiyor.

Robotlar, yapay zekâ, sanayi 4.0, büyük veri gibi güncel tartışma konuları üzerine ana akımda tılsımlı bir anlatı var. Hatta “İşin sonu” gibi iddialı çıkışlara bile sahne olabiliyor bu anlatılar.

Teknolojinin, onu üreten ilişkilerden soyutlanıp bir kurtarıcı gibi gösterilmesi, teknolojik belirlenimcilik ve “iyimserlik” (ki aslında yanılsama yaymak), her zaman arkasında gizlendiği aldatıcı bir parıltı oldu kapitalizm için…

Kapitalizm, insanlığa çok yeni bir şey vaat etmiyor. Sınıf mücadelesi hükmünü sürdürüyorken; çok önceleri Sibel Özbudun ile birlikte ‘Rojnameya Newroz’da söylemiştik:

“Yüzyılların yalanıdır, kapitalizm çökemez’…

‘Boşa hayal kurmayın. Sadece kabuk değiştirecek’…

‘O creative destruction/ yaratıcı yıkımdır’…

‘Kapitalizm çökmez sadece şekil değiştirir’…

‘Kapitalizm her krizden, daha da güçlenerek çıkar’…

‘Kapitalizm daha büyük sömürü ağı kuracak şekilde toparlanacaktır’…

‘Kapitalizm enerji gibidir. Asla yok olmaz, sadece dönüşür’…

‘Tüm yaralar sarılacak, kapitalizmin elini güçlendirecek’…

‘Çökecek ama yine emekçilerin başına çökecek’…

‘Orta sınıf zayıflayacak, zengin ve fakir arası uçurum daha fazla açılacak’…

‘Corona’dan sonra -her zamanki gibi- zengin daha zengin; fakir daha da fakir olacaktır’…

‘Corona en çok kapitalizme iyi gelecek. Kapitalizm ne zaman sıkışsa savaş çıkarmış tarihte ve her savaşın sonunda daha güçlü bir kapitalizm olmuş’…

‘Ne çökmesi? Daha da güçlenecek. Çip takacaklar insanlara!’…

‘Kapitalizm bu tip krizlerin hepsinden güçlenerek ve kendi içinde evrim geçirerek çıktı. Kapitalizm farklı bir kimlik bulacak, değişecek, birçok üretim, tüketim ve dağıtım yöntemi gelişecek. Yeni meslekler, yeni üretim tipleri, yeni yaşam tarzları doğacak. İnsan ilişkileri ve hizmetler sektörü önem kazanacak, evrensel sağlık sistemi gibi bir oluşum ön plana çıkacak. Ve bunların hepsi kapitalist ortamda gerçekleşecek’…

‘Evet kapitalizm çökecek. Sonra ultra kapitalizm gelecek’…

‘Salgın nedeniyle dijital dönüşümün önemi daha fazla insan tarafından anlaşıldı. Dijital dönüşüm süreci hızlanacak’…

‘Robot işçilere ve yapay zekâya daha çok yer açılacak’…

‘Kripto paralar, yapay zekâya dayalı programlar, uzaktan eğitim, acil durum planları, teknoloji daha öne çıkacak’…

‘Kapitalizm hayatın önemli bir parçası oldu artık. Kapitalizmi hâlâ virüs gibi görmek geçmişte yaşamak gibi!’

Ya da vb.’leri!”[6] Bunların hepsi ya yalan ya da abartılı manipülasyonlar…[7]

YÖNTEM MESELESİ

“Diyalektik yöntem,

Marksizm’in özüdür.”[8]

Antonio Gramsci’nin, “Her çöküş, entelektüel ve ahlâki bozukluğu da beraberinde getirir. En kötü dehşetler karşısında dahi umutsuzluğa kapılmayan ve her türden aptallığa meyli olmayan, ayık, sabırlı insanları yaratmak zorunludur. Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği,”[9] vurgusu eşliğinde burada durup “yöntem meselesi”ne dair bir parantez açmak gerekiyor.

Şunu belirterek başlayayım: Dış görünüş ile şeylerin özü doğrudan doğruya çakışmadığı için, şeyleri anlamak, ancak onların özünü yakalamak, soyutlayıp kavramlaştırmakla mümkündür.

Gerçek, kendini somutta dışa vurur. Somut gerçeklik, yığınla olgu demetinin içinden soyutlanıp, sadeleştirilir ve analitik olarak bütünle ilişkilendirilerek yeniden kurgulanır. Sonra da bütüne bağlayarak açıklayıcı bir kavrama dönüştürülür.

Soyutlama, somut gerçekliği ve bütünü berraklaştıran bir işlemdir. Ancak, kavramlar asla soyutlandıkları gerçekliğin yerini alamazlar.

Çünkü Herakleitos’un, “Her şey akar hiçbir şey kalıcı değildir, o yüzden aynı dereye iki kez girmek mümkün değildir; çünkü dereye bir kez daha girdiğimde hem ben hem de dere değişmiştir,” ifadesindeki üzere i) Somut gerçeklik durağan değil, hareket hâlindedir. Değişir.

ii) Soyutlama her zaman bir sadeleştirme işlemidir. Somut gerçeklikle birebir örtüşmez;

iii) onu bütüne bağlayan en belirgin özellikler öne çıkar. Soyutlamayı -bunun için de öncelikle gözlemi- yapan özne (insan) edilgen değil, kendi varlık koşullarını değiştirebilme yeteneğinde, etkin bir varlıktır. Bunun için soyutlama işlemi, soyutlayan tarafından etkilenir. Bu yüzden kavramların başına gelebilecek en büyük tehlike, onların mutlaklaştırılmasıdır.

Ne ki M-L, kavramların katılaştırılmasına izin vermez. Kavramlar ancak soyutlandıkları somut tarihsel gerçeklikle birlikte geçerlidir. Sözgelimi, sınıf kavramı tarihsel olarak süregelen sınıf mücadelesi içindeki dinamik bir ilişkinin soyutlanmasıdır.

Bu yüzden sınıf mücadelesinde ve dolayısıyla o ilişkide meydana gelen değişim, sınıfın içeriğinin yeniden gözden geçirilmesini gerektirir. Bütün bu nedenlerle, hem mevcut kavramlara yaklaşırken, hem de yeni soyutlamalarda bulunurken; hiçbir şeyi devrimci eleştiriden bağışık tutmadan; şeylere sadece onları anlamaya çalışan edilgen salt akademik bir gözlemci olarak değil, etkin politik bir perspektifte ele almak gerekir.

O hâlde olguları durağan değil, bütünle bağlantılı hareket hâlindeki ilişki ve çelişkiler bütününde ele almak “olmazsa olmaz”ken; tercihimizi daima hareketten yana yapmak gerekir. Lakin “Hiçbir şeyin değişmemesi için bir şeylerin değişmesi lazım!”[10] vurgusu eşliğinde şunun da altını -özenle- çizmeden geçmemeliyim: M-L’in devrimci praksisi değişim içinde değişenleri değil, değişmeyenleri (örneğin ücretli kölelik, özel mülkiyet, artı-değer sömürüsü, yabancılaşma vb’lerini) değiştirmek aslî görevi, misyon ve yükümlülüğünü taşır.

Yeri gelmişken; değişmeyen öğelerden önemli birkaç tanesini hemen sıralayayım: Kapitalizm, sermaye, proletarya, sömürü… Bir tartışmada yeni bir kavram, ancak yeni bir ilişki ortaya çıktığında kabul edilebilir. 

Ancak “farklı vaazları”yla liberaller, “Şimdi artık kimliğini üretim gücüne dayandıran proletarya yok. Sosyal yapı değişti. Proletaryanın yerini prekarya dediğimiz koca bir güvencesiz çalışanlar ordusu aldı…Bu dönemin yeni sosyal sınıfı ‘prekarya’ oldu…”[11] 

“Batı dünyası açısından prekarya yeni bir sınıf olarak doğuyor… İşsiz, güvencesiz, kayıt dışı bu kesim her türlü manipülasyona açık, yönlendirilebilir bir kesim olarak XXI. yüzyıla damga vurmaya hazırlanıyor,”[12] derler!

“Elveda proletarya”dan hoş geldin “prekarya” cambazlığına geçilen koordinatlarda Guy Standing, İngilizcede güvencesiz anlamına gelen “precarious” sözcüğü ile proletarya anlamına gelen “proletariat” sözcüğünü birleştirerek yarattığı “precariat” (prekarya) teriminin, oluşmakta olan yeni bir sınıfı tanımladığını iddia ediyor.

Yılar önce André Gorz, “Elveda Proletarya”da, eskinin tarihsel öznesi olan sanayi proletaryasının yerini yeni bir özneye bıraktığını iddia ediyor ve bunu sanayi sonrası proleterlerin “olmayan-sınıfı” olarak adlandırıyordu. Geleneksel işçi sınıfının artık ayrıcalıklı bir azınlıktan başka bir şey olmadığını söylerken, “Bugün nüfusun çoğunluğu, basit yardımcılık, vekillik, geçici işçilik ve memurluk, yarım günlük ücretli işçilik gibi görevleri üstlenen statüsüz ve sınıfsızların oluşturduğu, sanayi sonrası yeni-proletaryadır” diyordu.

Guy Standing ise André Gorz’un uydurma sınıfına yeni bir ad takarken onu proletaryadan da bütünüyle koparmaktadır. Standing’e göre, prekarya proletaryanın bir parçası olmayıp, tüm özünü ve davranışlarını güvencesizliğin belirlediği yepyeni bir sınıftır:

“Proletarya denildiğinde akla uzun dönemli, istikrarlı, sabit-zamanlı ve ileriye dönük olarak işçinin ne kadar ve nasıl ilerleyebileceği açıkça belli olan işlerin bulunduğu, sendikalaşmanın olduğu, kolektif sözleşmelerin yapıldığı, ebeveynlerin iş unvanlarını anladığı, isimleri ve özellikleri bilinen yerel işverenlerin bulunduğu bir toplum akla gelir. Prekaryaya dâhil olanlar işverenlerini tanımadığı gibi, işverenlerinin geçmişte kaç kişiyi istihdam ettiğini ya da gelecekte bu sayının kaç olacağını da bilmez. “Orta sınıf” da değildirler zira bu sınıftan insanların sahip olması beklenen sabit ya da öngörülebilir bir maaş, statü yahut çeşitli haklara sahip değildir.”[13]

Görüldüğü gibi Guy Standing, II. Dünya Savaşı sonrasındaki birkaç onyılı kapsayan istisnai bir dönemin çalışma koşullarına indirgenmiş ve orada dondurulmuş bir proletarya tanımı yapmaktadır. Bu koşullar yoksa proletarya proletarya olmaktan çıkmaktadır ona göre! Sanki proletarya XIX. Yüzyıl başlarında tarih sahnesine “uzun dönemli, istikrarlı, sabit zamanlı, sendikalı vb.” bir sınıf olarak çıkmış gibi!

Guy Standing sınıf tanımı yaparken, tıpkı diğerleri gibi, üretim ilişkilerinden hareket etmiyor. Oysa nesnel olarak sınıflar, kişilerin üretim araçlarıyla kurdukları ilişkiye bakarak tanımlanabilir ancak.

Teknolojik gelişmelere bağlı olarak işçi sınıfının iç yapılanmasında yaşanan değişimler onun sınıfsal konumunu ya da karakterini değiştirmez.

Çünkü “Kişilerin verili üretim tarzı içindeki konumunu ve dolayısıyla toplumsal ürünün paylaşılmasındaki durumunu belirleyen temel unsur, üretim araçlarıyla kurulan ilişkidir. Bu yaklaşım, nesnel kategoriler olarak sınıfların tanımlanmasını mümkün kılar. Bu temel husus, üretim ilişkilerinin hukuksal ifadesi olan mülkiyet ilişkilerinde yansımasını bulur. Bu açıdan, kapitalist toplumda üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip bulunan kapitalist sınıfın karşısında, bu mülkiyetten yoksun işçi sınıfı yer alır. Öte yandan, çeşitli insan gruplarının sınıfsal pozisyonlarını belirleyebilmek için, kapitalist üretim sürecini teknik bir iş süreci olarak değil, toplumsal bir işbölümü sistemi olarak ele almak gerekir.”

“Teknolojik gelişmelere bağlı olarak işçi sınıfının teknik bileşiminde, yani kafa ve kol emeğinin ağırlığında, sınıfın iç yapılanmasında, üretim dalları itibarıyla dağılımında, vasıf düzeyi ve çeşitlerinde değişim sürekli olarak vardır. Bu anlamda işçi sınıfı teknik gereklere ve değişime bağlı olarak, tıpkı üretim araçlarının yenilendiği-değiştiği gibi bir değişim geçirmektedir. Fakat öte yandan işçi sınıfının kapitalist toplum içindeki temel konumu, yani toplumsal işbölümünde, kapitalist üretim ilişkileri içinde tuttuğu yer değişmemektedir. Zaten işçi sınıfının bizi asıl ilgilendiren yönü, taşıdığı devrimci potansiyel, sınıfın tarihsel anlamdaki devrimci misyonu buradan kaynaklanmaktadır. Ancak burjuva ideolojisi, sınıfları üretim ilişkileri temelinde tanımlamaktan kaçınan argümanlar ürettiği gibi, işçi sınıfının yapısının kavranması noktasında da dikkatleri asıl özelliklerden uzaklaştıracak ve teknik yapı değişikliğine çekecek görüşler üretmektedir.”[14]

Belirtmeden geçmeyelim: Kavramlar masum değildir. Prekarya teorinin ve siyasal ufkun değişmesi ve dönüşmesidir. Teoriyi sınıf mücadelesinden uzaklaştırır ve siyasal ufku kapitalizmin içine hapseder. Prekarya kavramını “proletarya”ya ikame etmek, M-L teoriyi ve siyasal ufkunu terk etmektir.

Çünkü prekarya işçinin istihdam biçimini, proletarya ise nesnel üretim ilişkilerini temel alır. Prekarya geçici işlerde çalışan, güvencesizliği deneyimleyen, işsizlik ve istihdam arasında salınan emekçilere işaret eder. Sermaye birikiminin dinamikleri başta olmak üzere birçok unsur farklı dönemler için farklı istihdam biçimleri belirleyebilir. Proletaryayla vurgulanan farklı dönemler boyunca sabit kalan ve üretim araçları üzerindeki mülkiyetin, emek gücünü satmak zorunda olanlar üzerindeki belirleyici etkileridir. Bu, istihdam edilen işçilerle sınırlı bir ilişki de değildir. İşsizleri ve potansiyel işçileri de içine alan bir durumdur.

İkincisi prekarya kapitalizmin bir dönemine referansla tanımlanırken, proletarya kavramı kapitalizmin tarihsel gelişimini ve ürettiği çelişkili nesnel pozisyonları açıklamak için vardır. Prekarya sosyal refah döneminin kazanımlarının yokluğuna referansla kurulmaktadır. Bu kavram üzerinden belirlenecek emek siyasetinin ufkuysa, kapitalizmin bir dönem yurttaşlarına sunduğu hakların yeniden talebiyle sınırlıdır. Proletarya ise sınıf mücadelesiyle kapitalizmin yıkılmasını sahiplenen devrimci talebiyle var olur. “Refah kapitalizmi kazanımları”, sınıf mücadelesinde bir uğraktır yalnızca…

Üçüncü olarak ise prekarya sınıf içi katmanlaşmanın altını çizerken, proletarya emek gücü her gün daha fazla metalaşan insanların ortak varoluşlarını tanımlar. Prekarya kavramıyla birlikte, sendikalı ve güvenceli çalışanların güvencesiz çalışanlarla ortak bir noktası kalmaz ve değer yasası iki grup için farklı işliyormuş gibi bir sonuç doğar, hatta bu iki grup birbiriyle çıkar çatışması içindeymiş gibi sunulabilir.

Dördüncüsü ise prekarya kavramı radikal demokrasiye işaret eder daha öteye değil, proletarya ise devrimci sosyalist ufka sahiptir. Proletarya kavramı sınıf savaşının ilerletici gücü ve tarihin dönüştürücü öznesinin uygun adına denk düşer. Kavram bütün farklılıklara rağmen ortak olana gönderme yapar. Proletarya, siz onu tanımasanız bile oradadır. Prekarya ise bütün ortaklıklara rağmen farklı olanı öne çıkartır. O, üretim araçları üzerinde özel mülkiyeti dert etmeden gelişen bir “çoğulculuğun” ve kimliklerin libidinal akışına kapılmış “rastlantısallığın” işçi-işveren ilişkisine uygulanmış hâline karşılık gelir.

Prekaryanın radikalliğini bir yana itip, proletaryanın devrimciliğini sahiplenmeliyiz. Çünkü Karl Marx, sınıfı, toplum çözümlemesinde akademik veya metodolojik kaygılarla değil; tarihsel bir formasyonun ancak özgül sınıf karakteri ile bu karakterin şekillenmesinde etken olan sınıf mücadelesi süreçlerinin çözümlenmesiyle anlaşılabileceğini düşündüğü için teorisinde merkezi bir konuma yerleştirdi. Öte yandan tarihin sınıf mücadelelerinin tarihi olduğunu ve proletaryanın sosyalist devrimin yegâne öznesi olduğunu açıkça beyan etti.

‘Kapital’in ilk cildine 24 Ocak 1873 tarihli yazdığı Önsöz’de “Tarihsel görevi kapitalist üretim tarzını yıkmak ve sınıfları ortadan kaldırmak olan sınıf temsil edebilir: proletarya”[15] ifadesiyle işçi sınıfının politik ve pratik konumunun altını bir kez daha çizmiştir.

Karl Marx’ın (Friedrich Engels ile birlikte yazdıkları da dahil) ‘1844 El Yazmaları’,[16] ‘Komünist Manifesto’[17] ve ‘Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’[18] gibi ilk dönem yapıtlarında sınıfa daha çok insan türünün genel “kurtuluşu” ve “özgürleşmesi” temalarında yaklaştığı görülür.

Ancak kapitalist toplumda en yüksek aşamasına ulaşan “dehümanizasyona” uğramış olan proletaryanın kurtuluşu, yabancılaşmadan payını alan tüm sınıfların kurtuluşuna bağlıdır. Proletarya, bir bütün olarak toplumu özgürleştirmeden kendi kurtuluşunu gerçekleştiremeyecektir. Bu düşünce dizgesinde, proletaryanın özel mülkiyeti tasfiye ederek tüm sınıf ayrımlarını ortadan kaldırmaya dönük devrimci mücadelesi, insanlığın evrensel kurtuluşunu da gerçekleştirecek bir mücadeledir. Çünkü toplumun ortak çıkarları yalnızca proletaryanın sınıfsal çıkarlarıyla örtüşmekte, bu yüzden de proletaryanın talepleri ve ortak çıkarları insanlığın ortak ihtiyaçlarını temsil etmektedir.

Karl Marx’ın sınıfı felsefi bir kategori olarak soyutlamaya ve yorumlamaya en fazla yaklaştığı düşünülen metinlerinde bile (‘Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi[19]’ gibi) sınıf, “mesihvari” bir varlık olarak değil; tam tersine, felsefenin harekete geçirici kıvılcımını beklemekte olan bir toplumsal güç olarak karşımıza çıkar. İşçi sınıfının devrimci bir sınıf olmasının nedeni ontolojiktir: Toplumsal ve tarihsel konumuyla ilişkilidir. Proletarya, “ancak insanın tam olarak yeniden kazanılması ile kazanabilecek” bir sınıf olduğu, en önemlisi kapitalist toplumu komünist topluma taşıyabilecek ‘özel’ bir sınıf olduğu için devrimci karakterlidir.

Karl Marx’ın sınıf nosyonunun ekonomist bir öz taşımadığı açıktır. Onun sınıfı, salt bir ekonomik inceleme nesnesinden ibaret görmediği, kapitalizmi bir ekonomik sistem olarak çözümlediği yapıtlarında bile sınıfı, ekonomik olmaktan çok toplumsal bir kategori olarak değerlendirdiği ortadadır.

Karl Marx için proletarya, ne bir mesihvari ne de bir kendinden menkul varlıktır; insanların tek tek yaşadığı çelişkiyi aşacak ortak aklın ve iradenin temsilcisi olabilecek bir sınıf olduğu, başka bir deyişle tekil insanların çıkarları ile onların türsel varlığının ortak çıkarları arasında yüzyıllardır süren çelişkiyi bir devrimle ortadan kaldıracak olan, “kolektif Prometheus’un kendisi olduğu için devrimci bir sınıftır.[20]

Kapitalist üretim tarzı var oldukça işçi sınıfının toplumsal/ siyasal bir özne olarak marjinalleşmesi veya yok oluşu söz konusu değildir. Ama sınıfın günümüz kapitalizminin koşullarında kolektif bir özne olarak yeniden inşası ve devrimci bir güç konumuna yükseltilmesi gerekmektedir. Bunu yapacak olan da devrimci siyasettir. Çünkü kendi tarihsel ve toplumsal çıkarlarını gözeten ve onları temsil eden bir siyasal iradenin öncülüğü olmaksızın hiçbir toplumsal kütlenin kolektif bir özne ve devrimci bir güç hâline gelmesi mümkün değildir.

Sonuç olarak Karl Marx’ın tarihe yön verecek kapasiteye sahip bir aktör olarak gördüğü proletarya, kendi nesnelliğinin bilincinde olan ve bu nesnelliği aşacak iradeyi taşıyan bir sınıftır. Örneğin işçi sınıfı, sırf kapitalist üretim biçimi içinde sömürülen sınıf olduğu için değil, genellikle ve süreklilikle gereksinimleri karşılanmayıp, sermayeyle sistematik bir mücadeleyle yüzyüze olduğu, dolayısıyla hedeflerinin peşine düşüp, kapitalizmin iktisadi aygıtını durdurma -ve bazı sınırlar içinde yeniden yönlendirme- gücüne sahip bir sınıf olduğu için kapitalist toplumdaki diğer bütün toplumsal ve siyasi güçlerden farklı olarak sosyalizmin vazgeçilmez etmenliğiyle vasıflandırılmıştır).

Karl Marx için proletarya, insanların tek tek yaşadığı çelişkiyi aşacak ortak aklın temsilcisi olabilecek bir sınıf olduğu, başka bir deyişle tekil insanların çıkarları ile onların türsel varlığının ortak çıkarları arasında yüzyıllardır süren çelişkiyi bir devrimle ortadan kaldıracak olan “kolektif Prometheus”un ta kendisi olduğu için devrimci bir sınıftır.

İDDİA(LAR) VE ZIRVA(LAR)

“Tembeller tarih yapamaz.

Tarihe boyun eğerler!”[21]

İşçi sınıfının tarihsel olarak devrimciliğini inkâr eden “zırvalar” gündeme taşınırken; teknoloji bu “iddialar”a alet edilmeye kalkışılıyor.

“Nasıl” mı?

Mesela Estevan Hernandez’in, “Teknolojik gelişmeler -özellikle otomasyonla ilgili olanlar- ekonomiyi öyle derin bir şekilde etkiledi ki bazıları bu dönemi Endüstriyel Devrim dönemiyle karşılaştırmaktadır… Birçok yönden şu andaki ‘otomasyon devrimi’, eşitsizliği daha keskinleştirerek, Marksistlerin endüstriyel yedek ordu dedikleri sürekli işsiz bir sınıf yaratarak ve sömürgeciliği yoğunlaştırarak, kapitalist toplumları radikal bir şekilde değiştiren makinelerin ilk ortaya çıktığı ‘Endüstri Devrimi’ne çok benzemektedir. Bugünün otomasyon devrimi de aynı o zamanlar olduğu gibi robotik, yapay zekâ ve makine öğrenmesi gibi birçok karmaşık meslekler şeridini yaratarak, emeğin manzarasını dönüştürecektir”![22]

Mesela Şule Daldal’ın, “Günümüzde filizlenmeye başlamış olan yeni bir sermaye birikim rejiminin; post-fordizmin en çarpıcı özellikleri emek sürecinde yaşanan dönüşümlerde ortaya çıkmaktadır. Bu dönüşümlerin ise işçiler üzerinde çok önemli etkileri olduğu gözlemlenmektedir”![23]

Mesela Yuval Noah Hararinin’, “İşçi sınıfı olmadan işçi sınıfı devrimi nasıl gerçekleştirilebilir?”![24]

Mesela ‘Türkiye Bilişim Vakfı’ Başkanı Faruk Eczacıbaşı’nın, “Bu çağın bittiğini ve paradigmanın değiştiğini görmemiz gerek. Hepimizin içinde bulunduğu bu sistem (küresel kapitalist sistem) değişimden korktuğu için kendini korumaya alıyor. Yönetişim sistemleri kendini savunmaya çekiyor ve kompleks yapılaşmaya yanıt vermeyi beceremiyor. Böylece bu kırılma ile yeniliğin arasındaki gerilimi daha da artırmış oluyoruz. Aklımıza gelen her türlü konu, hukuk, yönetişim, ulus devlet kavramı, eğitim sistemi hepsi yeni bir bakış açısı altında yeniden değerlendirilmeli”![25] ifadelerindeki üzere…

Ancak dikkat; söz konusu “mesela”lar, öznel “kanı” ve “hüküm”lerden ibaretken; “Neden”, “Niçin”, “Nasıl” soru(n)larını yanıtlamıyorlar!

Tıpkı “Demokratik Modernite Dergisi’nin, ‘Kuramsal Marksizm’in tıkanıklıkları ve çözüm arayışları’ konulu sayısında, ‘kapitalist modernitenin ‘sol’ destekçisi’, ‘ekonomik indirgemeci’, ‘determinist’, ‘devletçi’, ‘pozitivist’ olduğu ileri sürülen Marksizm… değerlendirme konusu yapıldığı gibi… Kürt ulusal hareketinin politik mücadele ve ihtiyaçları temelinde teori oluşturan bu okumanın; sık sık polemik yaptığı Marksizm’in merkezi bir kavramı olarak ‘sınıf’ ve ‘sınıf mücadelesi’ni de karşısına alınması” gibi![26]

Evet Pyotr Kropotkin’in, “Her yerde zenginlerin zenginliğinin, fakirlerin fakirliğinden kaynaklandığını görürsünüz,” vurgusundaki üzere meselenin aslı “merkezi bir kavramı olarak ‘sınıf’ ve ‘sınıf mücadelesi’ni de karşısına almak”tır!

“Günümüzde kapitalizminin niteliksel bir dönüşüm geçirerek yeni bir evreye girdiği iddiası”(?) eleştirel sosyal bilimler alanında da oldukça yaygın kabul görmektedir. “Post-kapitalist” diye tanımladığımız “iddialar”ın önemli öncülü, yeni teknolojilerin söz konusu dönüşümde oynadığı belirleyici rol, yani “teknoloji fetişizmi”dir.

Kapitalizmde değişimin merkezine teknolojik gelişmeyi yerleştirmeleri nedeniyle teknolojik belirlenimci bir görüşünün etkisi altında olanların kavrayamadıkları “teknolojinin ne ve nereye kadar olduğu”dur.[27]

“Post-kapitalist” tahrifatın kapitalizme bakışında teknoloji fetişizminin izleri bariz iken; Alvin Toffler’in ‘Üçüncü Dalga’,[28] Peter F. Drucker’ın ‘Kapitalist-Ötesi Toplum’[29] dediği, Manuel Castells’in ‘Bilgi Toplumu’[30] diye nitelediği günümüz kapitalizminin itici gücü olarak “Bilimsel Teknolojik Devrim”in yaygınlaşması görülmektedir.

Temel “varsayım”, değişimin nesnel zemini ve zorlayıcısı olarak teknoloji ile bilimdeki hızlı gelişmeler ve bilginin temel üretici güç durumuna gelişidir. “Kapitalist-ötesi toplum”da bilginin artık temel güç olduğu iddia edilerek sermayeyi de emeği de bir kenara ittiği ileri sürülür.

Buradan hareketle ABD’li Sosyolog Daniel Bell, hizmet ve bilgi ekonomisinin gelişmesiyle sadece sanayinin değil kapitalist toplumun da aşılacağı bir “sanayi sonrası toplum” kuramı öne sürmüş[31] ve André Gorz da, “Geleneksel işçi sınıfı, artık ayrıcalıklı bir azınlıktan başka bir şey değildir” ve nüfusun çoğunluğunu, “üretimden, işin yok edilmesi süreciyle atılmış ya da entelektüel emeğin sınaileştirilmesi yoluyla yeteneklerinin altında iş gören kişilerin tümünü” kapsayacak biçimde tanımladığı olmayan-işçilerin olmayan-sınıfı oluşturmaktadır.”[32] diyebilmiştir!

İddia(lara) ve zırva(lara) ilişkin olarak şimdi sözü Karl Marx’a bırakmak gerek:

“İşbölümünün eski siperleri gerisinde kendilerini çok güvenli gören hoşnutsuzlar takımı (işçiler), yeni mekanik buluşlar ile kanatlarının sarıldığını ve savunma hatlarının hiç de işe yaramadığını gördüler ve ister istemez teslim olmak zorunda kaldılar… Sermaye bilimi hizmetine aldığı anda, işçinin söz dinlemez eli, uysallığı öğrenecektir.”[33]

“Makinenin kapitalist kullanımından doğan ayrılmaz çelişki ve uzlaşmaz karşıtlıkların, makineden değil, ama aslında makinenin kapitalist biçimde kullanımından doğduğunu bilmekteyiz. Bu yüzden makine tek başına alındığında, çalışma saatlerini kısalttığı hâlde, sermayenin hizmetine girdiği zaman bunu uzatmakta ve gene kendi başına, çalışmayı hafiflettiği hâlde, sermaye tarafından kullanıldığı zaman, işin yoğunluğunu arttırmaktadır, kendi başına o, insanın doğa üzerindeki zaferi olduğu hâlde, sermayenin elinde, insanları bu kuvvetlerin kölesi hâline getirmektedir.”[34]

DURUM(UMUZ)

“Yaşamak, işçi için, ölmemektir.”[35]

Eduardo Galeano’nun, “Arabalar bizi sürüyor. Bilgisayarlar bizi programlıyor. Süpermarketler bizi satın alıyor,” vurgusuyla “Düğünlerin aşktan, cenazenin ölülerden ve tapınağın tanrı’dan daha önemli olduğu değersiz, yavan bir çağda yaşıyoruz,”[36] diye eklediği üzere; sürdürülemez kapitalist yıkım, çürüme, insan(lık)ın olması gereken hâlini dışlayan doğasının “zombi hâli”yle devam etmekte, ulaşılan koordinatlarda…[37]

Ernestro Che Guevara’nın ifadesiyle, “Kapitalizmde insan, genellikle kavrayış ve anlayışının ötesinde kalan acımasız yasalarla yönetilir. Yabancılaşan birey, kendisi gibilerin oluşturduğu topluma görünmez bir göbek bağı ile bağlıdır. Bu göbek bağı, kapitalizmin değer yasasıdır. Bu yasa, kişinin bugünkü durumunu ve geleceğini şekillendirerek hayatının tüm yönlerinde işler hâldedir.

İnsanların çoğu için kör ve görünmez olan kapitalizmin yasaları, birey üzerinde, düşünmesine fırsat vermeksizin etkili olur. Kişi, yalnızca görünürde sonsuz olan önündeki ufkun genişliğini görür. Kapitalist propagandacıların, başarı olanakları için Rockfeller örneğinden -doğru olsun, olmasın- ders alınması gerektiğini öne sürmeleri, bu ufukları nasıl pembeye boyadıklarını gösterir. Bir Rockefeller’in daha ortaya çıkması için gereken yoksulluk ve ıstırabın derecesi ve böylesine büyük bir servet birikiminin zorunlu kıldığı ahlâksızlığın ölçüsü perde arkası edilir.”[38]

Gerçekten de Rockfeller ya da Elon Musk’lar yaratan sermaye egemenliğinde emeğin yabancılaşma serüvenine ilişkin unutulmaması gereken, “Sermaye ölü emektir, vampir gibi canlı emeği emmekle yaşayabilir,”[39] saptamasıdır!

Evet, sermaye yabancılaşmış ölü emektir. Salt ekonomik değil, toplumun tümüne yayılan, gizli-açık zora dayanan, -gizli zor, ekonomik zor; açık zor ise ekonomi-dışı zor, yani devlettir!- bu iki zor faktörü birbirini tamamlar. Ancak aslolan Ellen Meiksins Wood’un da belirttiği gibi ekonomi-dışı zor, yani devlettir. Çünkü “Ekonomi-dışı zor açıkça, ekonomik zorun devamı için gereklidir.”[40] Yani metalar dolayımıyla insanlar arasında kurulan toplumsal bir ilişkidir.

Toplumsal yaşamı kuşatan bu niteliğinden ötürüdür ki tarihte işbölümü ile başlayan insanın yabancılaşma serüveni, sermaye boyunduruğu altında öncesine göre kıyaslanmayacak ölçüde ivmelenmiş, sonuçlarıyla doğayı ve tüm canlı yaşamı tehdit eden bir düzeye erişmiştir.

Bu koordinatlarda ya sermayeyi alt eden insan özgürlüğüne yeniden kavuşarak bütün savaşların kaynağını sonsuza değin kurutacak; ya da yaşayan bir ölü olan sermaye insanı ve doğayı kendisine benzeterek yok edecek, savaşacak ve geriye ne insan ne de sermaye kalacaktır.

Mesele tam da buyken; yapay zekâ, robotlar, teknoloji, otomasyon sanki sınıflar üstüymüş gibi bir tartışma, kapitalist gerçeği örtbas etme işlevi üstlenmektedir.

Bu arada ‘Dünya Ekonomik Görünüm Raporu’na göre, 2030’a kadar küresel ekonomi ortalama yüzde 2.8’lik bir tempoyla büyüyecekken; yapay zekâ, robot teknolojisi gibi unsurlar büyüme istatistiklerini yukarı çekemiyor.[41]

Bu da yapay zekâ, robotlar, teknoloji, otomasyonun kapitalizmin elinde insan(lık)a karşı kullanılmaktan başka bir şeye yaramadığını ortaya koyuyor.

Elbette ne yapay zekâ, ne robot teknolojisi ne de vb’lerine karşı olmak mümkün değil. Teknolojik gelişmelerin gerçekten hayata geçirilmesinin sanayiden tarıma, ulaşımdan lojistiğe tüm sektörlerde yaygın kullanılması insan(lık)ın lehinedir kuşkusuz.

Böylelikle küresel ölçekte bolluğun artması, çalışma saatlerinin azalması, işsizliğin ortadan kalkması mümkündür. Ancak kapitalizm bunların hiçbirine izin vermiyor. Örneğin insanı bedenen, ruhen tüketen uzun çalışma saatleri dünya işçi sınıfının yaşadığı en büyük sorunların başında geliyor. 1800’lerin ikinci yarısında başlayan mücadelelerle 1900’lerin başlarında bir çok ülkede yasalaşan 8 saatlik işgünü, ne yazık ki bugün işçi sınıfının büyük çoğunluğu için hâlâ hayal olmayı sürdürüyor.

Bırakalım 8 saatlik çalışmayı, işçiler arasında derin yoksulluktan kurtulmak amacıyla fazla mesai savaşları veriliyor. OECD ülkelerinde dahi fiili çalışma saatleri 12 saati bulabiliyor. İnsanlığın sahip olduğu mevcut potansiyellerle 3-4 saatlik işgünü bugün bile mümkünken, milyonlarca insan işsiz bırakılıyor, iş bulabilenler ise uzun çalışma saatleri, düşük ücretler ve ağır çalışma koşullarına mahkûm ediliyor.

Bu akıldışı durum kapitalizmin çelişkili doğasından kaynaklanmaktadır. Kapitalizm teknolojinin barındırdığı olanakların tam tersi istikamette yol almakta, insanlığı yok oluşa sürüklemektedir.

Karl Marx’ın deyişiyle, “Kendi başına, o, insanın doğa üzerindeki zaferi olduğu hâlde, sermayenin elinde insanı bu kuvvetlerin kölesi hâline getirmektedir.”[42]

Bitmek bilmeyen “işçisiz kapitalizm” fantezisine gelince; Karl Marx yıllar öncesinden şöyle aydınlatıyor: “Makine yüzünden tüm ücretli-işçiler sınıfı ortadan kalkacak olsaydı, ücretli emek olmadıkça, sermaye olmaktan çıkan sermaye için bu ne korkunç bir şey olurdu!”[43]

Sözün özü: Kapitalizmde tam otomasyon ya da “işçisiz kapitalizm” gerçekleşmesi imkânsız bir fanteziden ibarettir. Çünkü kapitalist üretimin temel hedefi artı-değer üretimidir. Artı-değerin yegâne kaynağı ise canlı emektir. Makineler artı-değer üretemezler. Yapay zekâ ve robotlar da en nihayetinde birer makinedirler ve artı-değer üretmekten acizdirler. Artı-değerin üretilmediği bir kapitalizm ise kapitalizm değildir. Kapitalizmin olmazsa olmaz koşulu artı-değer üretimi olduğuna ve bunun kaynağı da canlı emek sömürüsüne dayandığına göre, salt robot kullanımı, artık değişim değeri değil, kullanım değeri üretilen yeni bir sistem anlamına gelir. Bu da zaten kapitalizmin inkârı demektir.

Dahası, tam otomasyon yalnızca artı-değer üretiminin sona ermesi anlamına gelmekle kalmayıp, aynı zamanda ürünlerin satışı konusunda da kapitalizmi tam bir çıkmazla karşı karşıya bırakırdı: Robotlar, artı-değer üretemedikleri gibi, ürünleri satın alıp onları tüketemezler de. Üretim sürecinden işçilerin dışlanması, onların muazzam yığınlar hâlinde işsizliğe sürüklenmesi ve bu nedenle de bir gelirden tümüyle yoksun kalması anlamına gelir… Böylesi bir durumda, kapitalistler için tek çare, tüm işsizlere ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli geliri düzenli bir şekilde ve karşılıksız olarak vermek olurdu ki, bu da, üretim araçlarının özel mülkiyetinin tümüyle anlamsız hâle geldiğinin, kapitalizmin bir saçmalığa dönüştüğünün açıkça itiraf edilmesi olurdu.

Bu tabloda “Emek gücünün müdahalesinin olmadığı işletmelerde artı-değer üretilir mi?” sorusunun yanıtı “Hayır”dır.

Çünkü “Artı-değer sadece canlı emek gücü tarafından mal ya da hizmet üretimi sırasında üretilir. Kapitalist üretim tarzında, üretim sürecinin başlangıcında, para sermaye (P) ile önce üretim araçları ve hammadde alınır, ardından emek gücü istihdam edilir. Bu aşamada para sermaye (P) meta sermayeye (M) dönüşmüştür (P-M). Meta sermayenin belirli bir organizasyonla işletilmesi sonucu yeni bir meta (M’) üretilir (M…M’). Bu yeni meta yığını (M’) sermayenin satmak için ürettiği üründür. Artı-değer üretim aşamasında (M…M’) üretilmiştir. Üretim araçları ve hammadde kendi değerini doğrudan metaya aktarırken emek gücü kendi değerinden (pratikte ücretinden) daha fazlasını metaya aktarır.[44] Emek gücü örneğin dört saatte kendi değerine eş değer bir üretim yaparken, sekiz saat çalıştığında dört saatlik bir fazlalık üretmiş olur ve bu fazlalık artı-değer olarak tanımlanır. Üretilen metanın satışı gerçekleştiğinde meta yeniden paraya dönüşmüştür (M’-P’). Elde edilen son para (P’), başlangıçta yatırılan para sermayeden (P) fazladır. Zaten kapitalist üretim tarzında sermaye yatırımının amacı bu fazlalığı, yani artı-değeri elde etmektir.[45]

P-M…M’-P’ olarak ifade edebileceğimiz sermaye devresinde, artı-değer sadece üretim (M…M’) aşamasında üretilir. Emek gücünün dahil olmadığı, makine ya da robotların tüm üretim sürecini gerçekleştirdiği koşullarda artı-değer üretilmez.

Tüm bunlarla bağıntılı olarak teknolojinin gelişmesiyle daha çok insanın işsiz kalması, sefalete sürüklenmesi, zenginliğin toplumun daha da küçük bir kesiminin elinde daha çok birikmesi ve toplumsal çelişkilerin daha da keskinleşmesi, bir olgu, bir vakıadır.

Peki teknolojinin gelişimi, neden bu sonuçlara yol açıyor? Bu durum teknolojinin doğasından mı kaynaklanıyor, yoksa onun toplumsal kullanım biçiminden mi?

Yanıt çok açık: Burjuva uzmanların ve ideologların gizlemek istedikleri gerçek şu ki, sorun, teknolojinin gelişmesinden değil, onun toplumun küçücük bir azınlığının çıkarları doğrultusunda kullanılmasından, bu yönde bir gelişimle sınırlanmaya çalışılmasından ve toplumun denetimine kapalı olmasından kaynaklanmakta ve soru(n)ları da büyütmektedir!

Soru(n)lar karşısında “Sanayi 4.0”, vb’i söylenceleri kapitalist sermayenin derdine deva olabilir mi?

“ÇÖZÜM” (MÜ?)!

“İletişim kurmak için

icat ettiğimiz

büyük iletişim araçları,

ne bizi dinliyorlar

ne de bizi görüyorlar.”[46]

Bunun da yanıtı “Hayır”dır! “Nasıl” mı?

“Sanayi 4.0” ya da “dördüncü sanayi devrimi” nitelemesi, kapitalizmin XVIII. yüzyıldan bu yana geçirdiği sınai gelişim evrelerinde yeni bir aşamaya atfen kullanılıyor.

XVIII. yüzyılda üretimde su ve buhar gücüne dayalı makineleşmeye geçişe “birinci sanayi devrimi” deniyor.

XIX. yüzyılın sonundan itibaren elektrik enerjisine dayalı üretime geçiş “ikinci sanayi devrimi” olarak adlandırılıyor.

XX. yüzyılın son çeyreğinden itibaren elektronik ve enformasyon teknolojisine dayanan üretim “üçüncü sanayi devrimi” olarak anılıyor. Üçüncünün üzerinde yükselerek yeni bir aşamaya işaret ettiği söylenen “Sanayi 4.0” ise internet, “bulut” teknolojisi, robot kullanımı, yapay zekâ, üç boyutlu baskı, otonom (sürücüsüz) taşıma araçları, birbirleriyle iletişim hâlindeki makineler, nanoteknoloji, biyoteknoloji gibi gelişmelere dayanan yeni bir teknolojik devrim olarak niteleniyor.

İşte “Sanayi 4.0” savunucuları bu teknolojik devrim sayesinde üretimin tam otomasyonla yapıldığı bir kapitalizm hayal ediyorlar. Böyle bir kapitalizmin mümkün değildir.

Adına ister şimdiki gibi “Sanayi 4.0” denilsin isterse başka bir şey, kapitalizmin kaçınılmaz bir olgusu olan makineleşme eğilimi gerek işçi sınıfı açısından gerekse kapitalizmin kendisini yadsıması bakımından çeşitli sonuçlar üretir. Üretim sürecindeki değişikliklerin dünden bugüne tarihi, kapitalistlerin planladıkları müstakbel değişiklikler hakkında yeterince fikir verecektir.

Sanayi devriminin üretimde yarattığı değişiklikleri incelerken Karl Marx, daha baştan, mekanik buluşların insanın günlük yükünü hafifletme potansiyeline sahip olduğunu ama kapitalizmde makine kullanımının, insanın günlük yükünü hafifletmek gibi bir amaç taşımadığını söyler. Çünkü kapitalistin amacı, işçinin iş yükünü hafifletmek değil, işçinin sırtından daha fazla artı-değer üretmektir.

Ancak bu gerçeğe rağmen “post-kapitalist”, “post-endüstriyel toplum”larda “Klasik işçi sınıfının önemini yitirdiğini ve geleneksel sınıf mücadelesinin geçersizleştiğini öne süren” zırvaları, günümüzün kapitalist toplum için geçerli yeni mücadele stratejileri öngörmek “iddiası”ndadırlar!

Onlar, “Sınıf ilişkilerinin ve toplumsal çatışmaların farklılaştığı”nı öne sürerek, ekonomik, siyasal ve kültürel çelişkilerin yeni dinamikleri bağlamında ele alınmasını öngörmektedirler. Bunları da iki gruba ayırmak mümkündür:

i) Günümüz üretim ilişkilerinin derin toplumsal farklılaşmaları (sınıfları) ortadan kaldıran ya da en azından toplumsal gruplar arasındaki çatışmayı kapitalizmin karakteristiği olmaktan çıkaran bir niteliğe büründüğünü öne süren görüşler…

ii) Sınıf olgusunun ve bundan kaynaklanan toplumsal çelişkilerin varlığını yadsımamakla birlikte, günümüzde sınıf çatışmasının değiştiğini, sınıflar arasındaki antagonistik karşıtlığın yerine işbirliğine ve uzlaşmaya dayanan bir toplumsal ilişkiler sisteminin geçtiğini öne süren görüşler…

İlkinde, M-L’in temel önermelerinden uzaklaşılarak “sınıfsız/ çatışmasız bir toplum” önerisine; ikincide ise, toplumsal ilişkilerin ve sınıf çatışmasının M-L kuramının bazı temel öngörülerinden “farklı bir doğrultuda gelişmekte olduğu” sonucuna varılır!

Böylece kapitalist sömürü ve bundan kaynaklanan sınıf çatışması, yadsınmasa bile, ekonomik alanla sınırlı ilişkisel bir olgu düzeyine indirgenmekte ve işçi sınıfının toplumsal hareketin ve tarihsel ilerlemenin temel öznesi olmadığı öne sürülürken; toplumsal politika düzeyi de ekonomik ilişkilerden arındırılmış bir siyasal alanla sınırlanılır. Ekonomik alan dışında kalan öteki toplumsal öznelerin (etnik, cinsel, dinsel, kültürel) tanımlanması ve bunlara siyasal misyonlar yüklenilir.

Böylelikle de “çatışma” kapitalist sömürü düzeninin sınırlarını çizdiği bir çerçevede formüle edilip, siyaset kapitalist sömürünün kaynağını oluşturan sınıf ilişkilerinden, onun öznesi işçi sınıfından kopartılarak temelsizleştirilir ki, kapitalizmin “çözümü” de -tabiri amiyane- bu tür demagojik manipülasyonlardadır!

Gerçekten de “Sanayisiz ve sanayi işçisiz postmodern toplum”dan “Endüstri 4.0” veya “IV. Sanayi Devrimi”ne; bilgisayarlar ve robotlar dünyasına; robotlarla insan soyu arasındaki ilişkinin yapay zekâ ve robotların üretimde ve toplum yaşamında hâkimiyeti tasarımına dair söylenceler, “Canlı emek gücü kullanımına ihtiyaç hızla azalacak ve belirli bir süre içinde ortadan kalkacak,” deseler de; bu(nlar) sadece bir “iddia”dır.

Gerçekleşmekte olduğu söylenen “IV. Sanayi Devrimi”nin, i) insan unsurunun üretimdeki rolünü gereksizleştireceği; ii) işçiyi makinenin esiri olmaktan çıkarıp; iii) üretici güçlerin canlı öğesi olarak işçi sınıfının toplumsal devrim için ayağa kalkmasını besleyen üretici güçlerin-üretim ilişkileriyle çelişkiye düşmesi olanağı ortadan kalkacağı; iv) toplumsal devrime de gerek kalmayacağı… zırvalarıyla kapitalizm olmayan bir kapitalizmi tarif eder ki, bu da mümkün değildir.

Bunun üretici güçler, makine, üretim ilişkileri bağlamında bir dizi gerekçesi vardır.

Öncelikle, “Üretici güçler insanın pratik enerjisinin sonucudur, ancak bu enerji de insanın hâlihazırda ulaşılmış üretici güçlerce içine yerleştirildiği koşullar tarafından, kendisinden önce var olan, kendisinin yaratmadığı, bir önceki kuşağın ürünü olan toplum biçimi tarafından sınırlandırılır,” der Karl Marx, Annenkov’ya (1846) mektubunda…

Bu bağlamda “El değirmeni size feodal lordlu toplumu verir; buhar değirmeni ise endüstriyel kapitalistli toplumu.” [47] (“Yapay zekâ” da komünist toplum imkânını sunar.)

Yani “Maddi yaşamın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasi ve entelektüel yaşam sürecini koşullandırır. İnsanların varlıklarını belirleyen bilinçleri değil, tam tersine bilinçlerini belirleyen toplumsal varlıklarıdır.”[48]

En önemlisi de “Kapitalist üretim duramaz. Artarak ve genişleyerek sürmelidir ya da ölmelidir… Zayıf nokta burası, kapitalist üretimin Achilles’in topuğu. Temeli sürekli genişlemeye dayanıyor…”[49]

Ancak burada önemli bir soru(n) vardır ki, Karl Marx kapitalistlerin sorununu net biçimde şöyle açıklar: “Kapitalist üretim gelişip fiyatlardaki düşüşün ortaya çıkmasıyla birlikte, satılması gereken ürünlerin sayısında ve malların niceliğinde bir artışın olması gerektiğidir. Şöyle de denebilir, pazarın sürekli genişlemesi kapitalist üretimin bir zorunluluğu durumuna gelir.”[50] Friedrich Engels de aynı soruna değinirken “Üretici güç, geometrik oranla arttığı hâlde, pazarlar olsa olsa aritmetik oranla büyüyor,”[51] der…

MAKİNELERİN, TEKNOLOJİNİN ROLÜ

“Makinelerin, uzmanlaşmış emeğin

isyanını bastırmak için

kapitalist tarafından kullanılan

bir silah olduğu söylenebilir.”[52]

Karl Marx, kapitalizmi en gelişkin bir şekilde analiz ettiği yapıt ‘Kapital’de -en uzun olan- tüm bir bölümü makineleşme ve onun işçi sınıfı üzerindeki etkilerine ayırmıştır.

Bir maddenin değeri onun üretiminde harcanan hammadde, yan maddeler, üretim araçları ve işgücüyle belirlenir. Aslında bunlardan sadece bir tanesi -emek gücü- üretim sürecinde değer üretir. Diğer öğeler sadece kendi değerlerini maddenin değerine aktarırlar.

Kapitalistler metayı en kısa zamanda en ucuza mal etmeyi isterler. Bu, onların rakiplerini yenerek talebin daha büyük bir parçasını ele geçirmelerini sağlar. Üretim araçlarına yaptıkları yatırımlar (buna ilaveten ücretleri düşürme, daha ucuz hammadde bulmaya çalışma, vb.) bunu yapabilmelerinin başlıca yoludur. Endüstriyel dönemde makineleşme, insanların aklının ve ellerinin yerini alarak her bir metanın yapımındaki emek zamanını azaltmıştır.

Makineleşme sadece işçileri işten atmakla kalmadı, çocukların sömürülmesini devreye sokarak emekçi havuzunu da büyüttü. “Şimdiye kadar makineler kas gücünü ortadan kaldırarak, daha az kas gücü olan ya da kaslarının gelişmesini tamamlamamış ama uzuvları esnek olan işçileri işe almanın bir aracı oldu.”[53] Eldeki emek-gücü arzını artırarak ücretleri azaltmanın ötesinde, makineleşme, bir işçinin ücretinin artık tüm ailesine yetmek zorunda olmaması nedeniyle de ücretlerin azalmasına neden oldu.

Kapitalizmde, her bir teknolojik gelişme zamanla yerini yenisine bırakır. Bu nedenle kapitalistler, yeni bir teknoloji üretince, mümkün olduğunca kısa sürede bunu kullanma isteğindedirler. Bu nedenle makineler, iş gününü kısaltmak yerine daha da uzattılar ve çalışma temposunu hızlandırdılar.

Makinelerin işçiler üzerindeki diğer bir etkisi de onları vasıfsızlaştırmalarıdır. Üretim için işçinin bilgisine artık gereksinim kalmadı. Artık bu bilgi, makinede tutulmaktaydı. Bu da kapitalistlerin daha çok işgücüne kolayca ulaşabilmelerini sağladı.

Karl Marx daha sonra makineleri “grevleri bastırmanın en güçlü silahları” olarak tanımladı.[54] Hatta “1830’dan beri, sadece işçi sınıfının ayaklanmalarına karşı kullanılması amacıyla, sermaye için yapılan silah icatlarının oldukça iyi bir tarihi yazılabilir,”[55] önerisinde bulundu.

Bir kapitalist işyerine yeni makineler getirdiğinde, bunların, işyerindeki emek gücünün yerini alması eğilimi kolayca gözlemlenebilir. Ancak buna karşı kolayca gözlemlenmeyebilen iki eğilim daha vardır. Birincisi, eğer makineler kârı yeteri kadar yükseltirse başka kapitalistler de o endüstriye girmeye başlarlar böylece genelde o endüstri için olan emek ihtiyacında artış olur. İkincisi, bu olay o endüstriyi besleyen yan sanayilerdeki istihdamı artırır. Örneğin makineleşmenin icadı, kömür ve metal işçi talebini artırdı. Bu, en azından kömür ve metal madenlerine işçi-tasarrufu yapan teknolojiler getirilene kadar böyle devam etti. Fakat burada söylenmeye çalışılan, üretim araçlarında yapılan önemli teknolojik değişmeler işçi sınıfı miktarında ani bir genel artışa yol açtı; bu durum, tarım işçileri ve köylüleri tarlalarından koparıp şehirdeki fabrikalara iten, emeğin yerini alan teknolojiyle birlikte gerçekleşti…

Makineleşme ve fabrikalaşma, kapitalizmin üretim kapasitesini artırmasıyla birlikte yükseliş ve çöküş döngüsünün (boom and bust cycle) etkilerini de yoğunlaştırdı. Makineleşme bir endüstride hızlı yükselişe neden olurken, bu endüstriyi hammadde ve üretim gücü ile besleyen tüm yan üretimleri de yükseltir. Yukarıda da söylendiği gibi bu durum, o endüstride emek ihtiyacının artmasına neden olabilir. Bir büyüme ne kadar büyük ve genişse çöküş de o kadar büyük ve geniş olur.

Makineleşme işçi-tasarrufu yaparak her ne kadar bireysel kapitalistin daha fazla kâr yapmasına neden olursa da bu geçici bir dönemdir. Zamanla diğer kapitalistler de aynı teknolojiye el atarlar böylece birincinin avantajı kaybedilir. Bu durumu Karl Marx, kâr oranının zamanla düşüş eğiliminde olmasının büyük çapta sorumlusu olarak gösterir. Kârın temeli olan artı değerin kaynağı emek-gücü olduğundan ve makineleşmenin emek-gücü gereksinimini azaltması nedeniyle, sonuçta çok daha az artık değer üretilir. Bu durum bireysel kapitalistin çıkarlarının, bir bütün olarak kapitalist sınıfın çıkarlarıyla olan çelişkisidir.[56]

Makineleşmenin ve fabrikalaşmanın etkileri işçi sınıfına ve ezilen sınıflara çok zararlıysa da diyalektik biçimde bunun karşıtı olma potansiyelini de içerir:

Maddi koşulları olgunlaştırmak ve üretim sürecini toplumsal bir ölçüye ulaştırmak, kapitalist üretim tarzının uzlaşmaz çelişkilerini ve karşıtlıklarını da olgunlaştıracak ve böylece, yeni bir toplumun kurulması için gerekli öğelerin yanı sıra, eski toplumu yıkacak kuvvetleri de sağlayacaktır.[57] 

Teknolojinin önceki üretim aletlerinden farkı, “tek bir aleti kullanan işçi yerine, çok sayıda benzer aletleri çalıştıran ve gücünün biçimi ne olursa olsun tek bir devindirici güç tarafından devindirilen bir makine”nin geçmesidir.[58]

Ancak, kapitalist üretimin karakteristik özellikleri bakımından, daha fazla kâr için üretim verimliliğini yükseltme gereksinimi, yeni ve daha gelişmiş araçları, makinelerin yetkinleştirilmesini gerektirir. Daha ileri düzeyinde birbirleriyle irtibatlı birden fazla makine, tek bir devindirici güç tarafından hareket ettirilir.

Karl Marx’ın ifadesiyle, “hareketini bir iletim mekanizması aracılığı ile merkezi bir otomattan alan organize bir makineler sistemi, makineli üretimin en gelişmiş şeklidir. Burada önümüzde tek bir makine yerine, gövdesi bütün fabrikayı dolduran ve önceleri azman organlarının yavaş ve ölçülü devinimleri altında saklı duran şeytanca görünüşünü bir anda sayısız çalışma organlarının baş döndürücü hızıyla ortaya koyan mekanik bir dev vardır.”[59]

Karl Marx’ın sözünü ettiği olgu, bilim ve teknikte kaydedilen ilerlemeler desteğinde devam etti ve o baş döndürücü hızla çalışan devin bir türü, seri üretim bandıyla arz-ı endam etti. Buhar gücü kullanımı ve elektrik enerjisinin keşfi, içten yanmalı motor üretimi, sanayide sıçramalı gelişmeleri tetiklerken, ilk örneği Henry Ford tarafından otomotiv sanayinde gerçekleştirilen seri üretim bandı uygulamasıyla, üretimin hız ve miktar bakımından artışında yeni bir döneme girildi.

Teknik gelişme ve gereksinme ile bilimsel araştırma ve yeni keşifler birbirini karşılıklı etkileyerek yeni adımların atılmasını sağladı ve daha gelişkin araçların kullanımıyla üretimin hızı ve miktarı da arttı.

Elektrik, çelik, kömür ve petrol sanayindeki gelişme ve içten yanmalı motorun icadı, kapitalist sınıfa, özellikle de sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesiyle bağlı olarak ortaya çıkmakta olan tekelci büyük şirketlere, sermaye birikimini artırma ve faaliyet alanlarını genişletme olanağı sunuyor; sermaye tekeli bu teknolojilerin en etkin şekilde kullanılmasını sağladığı gibi, yüksek teknolojinin patentlenerek mülk edinilmesini de olanaklı kılıyordu. İleri teknoloji, ihtiyaç duyulduğunda kullanılmak üzere böylece büyük sermayenin denetimi ve mülkiyetine geçiyordu.

Bu ama öte yandan, aşırı üretimin ve bağlı olarak kapitalist krizlerin de etkeniydi. Üretim verimliliğini artıran teknikler işçiyi daha yoğun çalışmaya zorunlu bırakırken, buna karşı tepkiler de artıyordu. 1929 Büyük Ekonomik Bunalımı, ABD başta olmak üzere ileri kapitalist ülkelerde, sınıf karşıtlığını daha belirgin biçimde açığa çıkardı.

İşçiler, kendilerini durmaksızın işleyen bir bandın hareketine mahkûm hâle getiren bu yeni teknik gelişmeye karşı tepkisiz kalmadılar. Tepkilerini iş bırakarak ve de Industrial Workers of the World (IWW-Dünya Sanayi İşçileri) adıyla ortaya çıkmakta olan sendikal faaliyete katılarak gösterdiler. Henry Ford, işçilerin bu eğilim ve hareketini, günlük 5 dolar ücret uygulamasıyla önlemeye çalıştı.

Burada durup bir parantez açalım: Makine, kafa ve kol emeğinin birleşik ürünüdür. Bu emek, makineyi tasarlamak, parçalarını üretip birleştirerek düzenli çalışmasını sağlayacak bir düzenek kurmak, ortaya çıkabilecek arızalarını onarmak; bakımını yapmak ve çalıştırarak üretimi gerçekleştirmek için gerekli olan emektir.

Makineleşme ve makinenin yetkinleştirilmesiyle bağlı olarak makine ustası ya da operatörünün uzmanlık isteyen işlerinin çoğunun makineye devri nedeniyle vasıf gerektiren işlerin ve işçiliğin sınırları daralır ve vasıfsızlaşma yönündeki gelişme güç kazanır.

İleri teknoloji kullanımının daha ileri bir düzeyinde, özel vasıf gerektiren kalifiye işgücü gereksinimi azalmaya doğru yol almasına; kafa emeğiyle kol emeği, düşünme ve uygulama birbirinden giderek daha fazla ayrışmasına rağmen, makinenin yetkinleştirilerek daha geniş alanlarda kullanılması vasıflılık gereksinimini tümüyle ortadan kaldırmaz.

Gelişme doğrultusu vasıfsızlaştırma yönünde olmasına ve otomasyon işçiyi makinenin ‘uyumlu bir parçası’ hâline getirdikçe bu eğilim güç kazanmasına rağmen, günümüzde petro-kimya, ilaç ve otomotiv sanayi gibi üretim alanlarında olduğu türden vasıflı işgücüne ihtiyaç belirli bir miktar olarak devam eder ve her önemli yeni teknik gelişme, belirli bir vasıflı işgücü ihtiyacı da doğurur.

Karl Marx, işçinin büyük sanayi ve sanayide otomasyonla birlikte karşılaştığı durum üzerinden işgücünün nitelik değişimini irdelerken şunları yazar: “Büyük sanayi, mevcut üretim sürecini hiçbir zaman son ve değişmez bir biçim olarak görmez ve ele almaz. Bunun için de, bu sanayinin teknik temeli devrimcidir, oysa daha önceki üretim tarzı özünde tutucuydu. Makineler, kimyasal süreçler ve diğer yöntemler yardımıyla, yalnız üretimin teknik temelinde sürekli değişikliklere yol açmakla kalmaz, işçilerin görevleriyle, emek sürecinin toplumsal bileşiminde de köklü değişiklikler yapmakta ve sermaye ile işçi kitlelerini durup dinlenmeden bir üretim sürecinden diğerine atmaktadır. Bu nedenle, büyük sanayi, niteliği gereği, bir yandan emekte değişmeyi, görevde akıcılığı, işçide genel bir hareketliliği zorunlu kılarken, öte yandan da eski işbölümünü o katılaşmış hareket özellik ve ayrıntılarıyla yeniden canlandırmıştır. Büyük sanayinin teknik zorunlulukları ile, bu kapitalist biçim içinde yatan toplumsal niteliği arasındaki mutlak çelişkinin, işçinin durumundaki her türlü kararlılık ve güvenliği nasıl yok ettiğini; emek araçlarını elinden alarak, gerekli geçim araçlarından da yoksun bıraktığını ve parça işlerine bile el atıp onu nasıl gereksiz duruma getirdiğini görmüş bulunuyoruz. Bu uzlaşmaz karşıtlığı, daima sermayenin emrinde olması için sefalet içinde yaşayan yedek sanayi ordusu gibi bir canavarın yaratılmasında; işçi sınıfı içinde durup dinlenmeden verilen kurbanlarda; emek gücünü har vurup harman savurmasında ve her ekonomik gelişmeyi toplumsal bir rekabet hâline dönüştüren toplumsal anarşinin yol açtığı yıkımlarda olanca çılgınlığı ile görmüş bulunuyoruz. Bu olumsuz yandır. Ama bir yandan şimdi işteki çeşitlilik, karşı konulmaz doğal bir şeklinde ve her yerde direnmeyle yüz yüze gelen doğal bir yasanın gözü kapalı yıkıcılığı ile kendisini gösterirken, öte yandan da, büyük sanayi, getirdiği felâketler aracılığı ile, üretimin temel yasası olarak, işin çeşitliliğinin kabul edilmesi zorunluluğunu ortaya koyarak, işçilerin, bu çeşitli işler için yatkın duruma gelmesini ve bu yeteneklerinin en geniş ölçüde gelişmesini sağlamıştır. Üretim tarzını, bu yasanın normal olarak işlemesine uydurmak, toplum için bir ölüm kalım sorunu oluyor. Büyük sanayi gerçekte, toplumu, bütün yaşamı boyunca bir ve aynı işi yineleyerek güdükleşen ve böylece bir‚ ‘parça-insan’ hâline gelen bugünün parça-işçisinin yerini, çeşitli işlere yatkın, üretimdeki herhangi bir değişmeyi karşılamaya hazır ve yerine getirdiği çeşitli toplumsal görevleri, kendi doğal ve sonradan kazanılmış yeteneklerine serbestçe uygulama alanı sağlayan bir şey olarak benimseyen tam anlamıyla gelişmiş bir bireyi koymayı, bir ölüm-kalım sorunu hâlinde zorlamaktadır.”[60]

Zorunlu kavramı burada, tarihsel gelişme doğrultusu bağlamıyla özel bir öneme sahiptir. Kapitalizm koşullarında kullanıldığı biçimiyle makine, işçiyi tek yanlılığa sürükler. İşçi aynı hareketi biteviye tekrara mahkûmdur ki, bu da işçilerin itiraz ve isyanına davetiye çıkarır.

Malum: Kapitalist ile ücretli işçi arasındaki mücadelenin tarihi, sermayenin ortaya çıkışıyla başlar. Buna karşın, makinenin kapitalist kullanımı, işçilerin, kendilerini işsiz bırakan[61] ya da ücretlerini düşürücü etkide bulunan bu “cihazlar”ı düşman görüp savaş açmasına yol açabildi.[62]

İşçiler tepkilerini “makine kırıcılığı”yla (Ludizm) ortaya koydular. Kapitalizmin, dönemine göre en ileri düzeyde geliştiği İngiltere’de, yün eğirme ve dokuma tezgâhlarını kırmaya yönelen işçiler (1758), ağır şekilde cezalandırılmalarına karşın, makine kırıcılığı 1810’lu yıllara dek devam etti. İşçilerin makine kırıcılığı ve diğer türden eylemlerinin gelişmesi ve işçilerin sendikalarda birleşme yönündeki mücadelesi karşısında İngiltere’deki sendika yasağı kaldırılmak zorunda kalındı (1824). 1831’de Lyon’da başlayıp 1839’da en kitlesel başkaldırılara imza atan ve 1853-54’lere dek devam eden Chartist hareket sırasında da, özellikle ilk yıllarda makinelerden öç alma eylemlerine başvuruluyor; dokuma makineleri tahrip ediliyor, tarlalarla birlikte ahırlar ve tahıl ambarları yakılıyordu.

Ancak süreç içinde, suçlu olanın makineler olmayıp kapitalist üretim biçimi ve onun tarafından biçimlendirilen ilişkiler sistemi olduğu kavrandığı ölçüde bu ilkel tepki yöntemler terk edildi.

Makine, üretim verimliliği üzerinden artı-değer üretimini ve kârı artırmanın bir aracı olarak kapitalistler yararına işleyen ve işçiye karşı bir rakip araçtır. Başka bir ifadeyle üretimin kapitalist tarzında, işçiyi, karmaşık aletler mekanizmasının otomatik hareketine bağlı bir “parça unsur” konumunda tutan ve hareketiyle uyumlu olmaya zorlayan bir üretim aracı ve üretici güçtür. İşçinin kendisi için gerekli emek zamanını kısaltmaya ve kapitalist için artı değer üretim zamanını artırmaya yarayan; asıl işlevi bu olan bir otomat cihazdır. 

Makineler, ilkel biçimlerinden, sürecin tamamının sadece mekanik değil elektriksel, kimyasal ve fiziksel devreler ve güçler tarafından da yönlendirildiği gelişmiş biçimlerine dek, insanın, aletlerin ve malzemelerinin özellikleri üzerine bilgisi ve onlara dair kavrayışıyla hem bağlı hem de onu geliştirici bir özellik gösterirler.

Makinenin evrimi ve yetkinleştirilmesi olağan koşullarda, yani sömürü aracı olarak kullanılması bir yana bırakıldığında, insanın bilimsel-teknik ilerlemeler aracıyla doğa üzerinde etkide bulunması yönündeki gelişmesine hizmet eder. Bu gelişme ama, üretim araçlarının özel mülkiyette olmaları nedeniyle, ancak insan soyunun büyük çoğunluğunun, bu araçları mülkiyetlerinde tutan ya da mülk edinen küçük bir azınlık tarafından boyunduruk altına alınması ve sömürülmesine hizmet eder.

Makineler çünkü bu koşullarda, üretimin toplumsal karakteriyle “uyumlu” olarak üreticinin ve dolayısıyla da toplumun değil kapitalist azınlığın mülküdürler ve aynı nedenle de üretimin kapitalist tarzında, insan yaşamını kolaylaştırma araçları olarak değil (bu ev aletlerinin ve taşıma araçlarının sağladığı genel kolaylıkların reddini gerektirmez) sermaye birikiminin araçları olarak, nüfusun büyük çoğunluğu üzerinde baskı ve denetim aygıtları olma işlevi görürler. Makinelerin insanın daha rahat, daha az yıpranarak ve gereksinmelerini daha elverişli koşullarda karşılamasının araçları olarak yararlı hizmette bulunacak şekilde kullanılmaları için, toplumun kolektif mülkiyetinde olmaları ve sömürünün olmadığı bir toplumsal aşamaya ulaşmak; böylesi üretim tarzı ve toplumsal ilişkiler sistemini inşa etmek gerekir.[63]

Emek için başka türlüsü de mümkün değildir!

EMEK -SÜRECİ- HAKİKÂTI

“Emek, bütün zenginliklerin

ve kültürün kaynağıdır.”[64]

Karl Marx emeği şöyle tanımlar: “Emek; hem insanların hem de doğanın içinde yer aldığı ve bizzat insanın kendisi ve doğa arasındaki maddi yeni eylemleri başlattığı, düzenlediği ve kontrol ettiği bir süreçtir. O, dış dünyada eylemde bulunarak ve onu değiştirerek, aynı zamanda kendi doğasını değiştirir. O, kendi uyuklayan güçlerini geliştirir ve onları kendi gücüne boyun eğmeye zorlar.”[65]

Ona göre emek, insanları hayvanlardan ayıran en öneli olgudur. Emeğin en önemli özelliği, insanın daha önce kafasında canlandırdığı bir hayalin gerçeğe dönüştürülmesidir. Üretim, insanın amacını gösterir. O, bu süreci nesnelleştirme süreci olarak adlandırır.

Ancak emek süreci, kapitalist üretim biçiminde değişime uğrar. Kapitalizmde emek, kendi içinde bir hedef, insani yeteneklerin bir ifadesi olmak yerine, para kazanma aracı olarak düşünülür; ama bununla da sınırlı değildir; olamaz da.

M-L teknolojinin ekonomik gelişmeye etkisini sınıf ilişkileri temelinde irdelerken; kapitalizmin hareket yasalarının, özellikle de kapitalist emek sürecinin analizinde teknoloji merkezi bir konumdadır.

Emek süreci her şeyden önce insanla doğa arasında bir ilişkidir. İhtiyacı olan şeyleri üretirken insan doğayla olan bu ilişkisini tamamen kendisi düzenler ve yönetir. İnsan, emek süreci içinde doğa ile birlikte kendini, kişiliğini, yeteneklerini ve bilincini de dönüştürmektedir. Yani, birey kendi çalışma faaliyeti ile kendi kendini de yaratmaktadır. Ancak ücretli kölelikte bu durum farklılaşır…

Örneğin John Wyatt, 1735’te, iplik eğirme makinesini müjdelediği ve XVIII. yüzyıl sanayi devrimi başladığı zaman, makinesini, “parmaksız iplik eğiren” bir makine diye tanımlamaktaydı.

Teknolojik gelişmenin sermayenin organik bileşimini arttıran bir gelişme olduğunu belirten Karl Marx, sermaye bileşiminin iki biçimde tanımlanabileceğini söyler. Sermaye bileşimi, maddi yönden, üretim araçlarının canlı emek gücüne oranı olarak; değer yönünden ise üretim araçları değerinin emek gücü değerine oranı olarak tanımlanır. O bunlardan ilkine sermayenin teknik bileşimi, ikincisine ise değer bileşimi adını vermektedir. Bu ikisi arasında sıkı bir ilişki olduğuna işaret eden Karl Marx, değer bileşimine, teknik bileşim tarafından belirlendiği ve teknik bileşimde meydana gelen değişiklikleri yansıttığı ölçüde, sermayenin organik bileşimi adını verir.[66] 

“Emek” dedik; -tekrarlamak pahasına!- o, “Maddi zenginliğin, yani ürettiği kullanım değerlerinin tek kaynağı değildir. William Petty’nin dediği gibi, emek maddi zenginliğin babası, toprak ise anasıdır…”

“Emek, her şeyden önce, hem insanın hem de doğanın katıldığı ve insanın kendi isteğiyle kendisi ve doğa arasındaki maddi etkileşimleri başlattığı, düzenlediği ve kontrol ettiği bir süreç”ken;[67] Karl Marx, emek sürecinin niteliğinin, işçilerin yaşam tarzları üzerindeki etkisini tanımlamıştı:

“Bu üretim tarzını, şu bir tek görüş açısından, yani bunun bireylerin fizik varlıklarının yeniden üretimi olduğu açısından ele almamalıdır. Bu üretim tarzı tersine, daha o zaman bu bireylerin belirli bir eylem tarzını, onların belirli bir yaşamlarını ortaya koyuş tarzını, belirli bir yaşam tarzını temsil eder. Bireylerin yaşamlarını ortaya koyuş tarzı, onların ne olduklarını kesin olarak yansıtır. Onların ne oldukları, demek ki, onların üretimiyle, ne ürettiklerine uygun düştüğü kadar ‘onu üretiş biçimlerine’ de uygun düşer. Demek ki bireylerin ne oldukları, onların üretimlerinin maddi koşullarına bağlıdır.”[68]

Bu bağlamda yine Karl Marx’a göre emek sürecinin üç temel öğesi vardı: i) İnsanın kişisel etkinliği, yani işin kendisi; ii) işin konusu; iii) işin araçları.

O, son iki öğeyi birlikte değerlendirmekte ve “üretim araçları” ile “üretici güçler” olmak üzere farklı biçimlerde; aynı zamanda “üretimin nesnel koşulları” olarak da adlandırır.

Emek ya da işin kendisi ise üretimin öznel koşullarını oluşturur. Buna göre teknoloji, sadece üretim araçları ya da makinelerin gelişmişlik düzeyi olarak algılanamaz. Emeğin üretimi gerçekleştirmek amacıyla üretim araçları etrafında örgütleniş biçimi, üretime yönelik bilgi ve becerisini nasıl kullandığı da önemlidir.

Daha net ifade etmek gerekir ise, kapitalist toplum emek sürecini değer yaratma aracına dönüştüren bir canavardır.

Emek süreci doğanın dayattığı zorunlu, bütün toplumlarda ortak bir koşulken; insan(lar) emek sürecinde iş araçları marifetiyle, üretken emek harcayarak doğal ya da bir başka emek sürecinin ürünü olan ham ve yardımcı maddeleri, gereksinimlerini karşılayacak kullanım değerlerine dönüştürürler. Burada tüketilen emek en genel anlamıyla, kullanım değerlerinde cisimleşen yararlı emektir.

Kapitalist toplumda, emek sürecinin sahibi kapitalisttir. Emek süreci değer üretme süreci ile birleşerek kapitalist üretim sürecini oluşturur. Bu süreçte üretilen ürün, kullanım değeri ile değişim değerinin dolaysız olarak kendisinde birleştiği metadır. Kapitalist üretimin amacı, üretim sürecine üretim araçları ve emek-gücü (Üretim sürecinde, kendisine ödenmiş ücret (değişen sermaye) karşılığı değerin (zorunlu emek) yanında karşılığı ödenmemiş yeni bir değer (artık-değer) yaratarak ürüne geçiren kol ve kafa emeği kapasitesinden oluşur.) olarak giren sermayenin karşılığı ödenmemiş artık-değere el koyarak süreç sonunda büyüyerek çıkmasını sağlamaktır. Emek süreci de artık-değer yaratmanın aracına dönüşmüştür.

Üretken emeğin kapsamı kapitalizm öncesine göre daralmış, artık-değer üreten emekle sınırlanmıştır. Öte yandan ürünün bireyin ürünü olmaktan çıkarak toplumsal nitelik kazanması, kolektif emekçinin ürününe dönüşmesi ve giderek toplumsal yaşamın bakir alanlarının metalaştırılmasıyla, artık-değer üretimini konu edinen hizmet sektörü genişlemiştir.

Bu gelişmeyle üretken işçi kavramının kapitalist toplumda kullanıldığı biçimiyle kapsamı maddi üretim alanının dışına taşmıştır. Emek-gücünün karşılığını sermaye ile mübadele ederek alan ve artık-değer üreten emekçi üretken emekçidir. Bu durumda emek-gücünü sermaye ile mübadele etmesine karşın, artık-değer üretmeyen, üretilmiş artık-değeri yeniden paylaşan bankacılık, sigorta, reklam vb. hizmet sektöründe çalışan emekçiler üretken olmayan emekçidir.

Devlet işletmelerinde çalışan işçiler hem artık-değer ürettikleri, hem de emek güçlerinin karşılığı işletmenin sermayesinden karşılandığı için üretken emekçidir. Kamu hizmeti üreten ve emek-gücünün karşılığı kamu gelirinden karşılanan memurlar ise üretken olmayan emekçi kategorisine girerler. Toplam iş gününün içinde ama emek-gücünün yenilenmesi için gerekli zamanın dışında kalan artı-zamanlarına el konan, dolayısıyla sermaye tarafından sömürülen her iki emekçi kategorisi yönünden yukarıda anlatılan ayrımın bir önemi yoktur. Her iki kesim de -yüksek sivil, asker bürokratlardan, din adamlarından oluşan devletin “eski sahipleri”[69] hariç- işçi sınıfının üyesidir. Yani kolektif proletaryadır!

Emeği ücretli köleliğe tahvil eden burjuvaların, yani kapitalist “Sermayenin yaptığı, hazır bulduğu işçi kütlesiyle iş araçlarını bir araya getirmekten başka bir şey değildir. Sermaye bunları kendi egemenliği altında toplar. Üst üste koyup topladığı budur.”[70] Sermaye bir ilişki, üretim ilişkisidir ve sermayenin emekle ilişkisi canlı emeğin ölü emekle, güncel emeğin geçmiş emekle, henüz maddeleşmemiş emek gücünün maddeleşmiş emekle, birikmiş emeğin harcanacak emek gücüyle ilişkisi, değişimidir. Çünkü sermaye kapitalist tarafından mülk edinilerek biriktirilmiş başkasına ait emektir ve birikmiş emek işçinin karşısına sermaye olarak çıkar.

Sermaye tarihî misyona sahiptir; o misyon emekle yapılan işlerin nesnelere yaptırılmasıyla tamamlanır; nesnelere yaptırmak daha az emeğe ihtiyaç duymak anlamına geliyor, böylece sermayenin organik bileşimi yükselmiş olur; o aşama toplumun yeniden üretimine bilimsel olarak hâkim olunabilecek aşamadır; o aşamada zenginlik toplumun bütünü tarafından sahiplenilecek ve muhafaza edilecektir;

Toplum o aşamaya, sınırsız zenginlik hırsıyla sermayenin üretici güçlerin gelişmesini kamçılamasıyla, emek araçlarının makineye dönüşme sürecinin en son noktaya kadar götürülmesiyle ulaşır. Bu işi de sermaye makineleri geliştirerek yapar.

Karl Marx, otomatik mekanizasyon sisteminin emek aracından başka bir şeye dönüştüğünü söylüyor ve canlı emeğin değişen rolüne dikkat çekip, “Özgül işlevi kesinlikle emek aracınınki gibi işçinin etkinliğini nesneye iletmek, ona aracılık etmek değildir; tersine, işçinin etkinliği salt makinenin emeğini, makinenin eylemini hammaddeye iletmekte aracı olmak -nezaret etmek, aksamalara engel olmak- hâline gelmiştir,”[71] diyor.

Makine işçinin hünerine bağlı bir alet yerine, güç ve yetenek sahibi bir üretici güce dönüşür. İşçinin meziyeti ise önemini kaybeder, daha da soyut bir hâl alır ve eş zamanlı olarak emek payı olan değişen sermaye değişmeyen sermaye karşısında erir. Makinenin etkinliği işçi tarafından değil, işçinin etkinliği makine tarafından belirlenmektedir; işçi makineye bağımlı hâldedir; hatta en sonunda, “Makinede nesneleşmiş olan varsayılmış değere oranla, bireysel emek kapasitesinin değer-verici gücü sonsuz derece küçülüp kaybolur.”[72] Böylelikle de “Sermaye, böylelikle, kendi emeğiyle kendi egemen olduğu üretim sürecinin çözülüşünü hazırlar.”[73]

KAPİTALİZM CEPHESİNDE YENİ BİR ŞEY YOK

“Kapitalizmin ortaya koyduğu

ilk değişiklik şu oldu:

Halkın büyük çoğunluğu yoksullaşırken,

para bir avuç kapitalistin elinde birikti.”[74]

Dieter Duhm’un, “Kapitalist toplum, hasta bir toplumdur. Kapitalist toplumun “sağlıklı” insanı, hasta oluşu dikkati çekmeyen biridir. Ne var ki, o, aslında sonuna kadar hasta, bozuk ve sakat bir insandır. Hastalığı topyekûn ve her yerdedir,”[75] notunu düştüğü kapitalizm cephesinde yeni bir şey yok; “teknoloji”, “otomasyon”, “robotlar” vd’lerine rağmen…

Çünkü Karl Marx’ın yıllar önce işaret ettiği öngörü geçerliliğini sürdürüyor. Sermayenin organik bileşimindeki artış anlamına gelen bir tür otomasyon öncelikle kitlesel işsizliğe neden oluyor; yedek sanayi ordusu giderek büyüyor. 

Kronik işsizlik sorunu, kapitalist ülkelerde işçi sınıfının belini büken bir gerçekliktir. İşsizlik olgusu, tek tek kapitalistlerin iradesinden bağımsız olarak, kapitalist sermaye birikim sürecinin hem gereği, hem de kaçınılmaz sonucudur. Burjuvazi, hem yeni yatırımlarda ihtiyaç duyacağı işgücünü sağlamak hem de mevcut çalışanlar üzerinde baskı kurarak onları daha fazla sömürebilmek için, her daim bir işsizler ordusunun varlığına ihtiyaç duyar. İşgününü kısaltarak işsizlere de iş imkânı yaratmak pekâlâ mümkünken, kapitalist sistemin doğası buna izin vermez. Tersine, kapitalist sömürüyü arttırma güdüsü, daha az sayıda işçiyi mümkün olan en uzun süre boyunca ve en yoğun biçimde çalıştırmayı dayatır.

Bunlara ilaveten: Daha az emek kullanımı anlamına gelen robot kullanımı sonucunda kârlar hem kitle olarak, hem de oran olarak düşecek ve sonuçta sistemin krizleri kaçınılmaz hâle gelecektir.

Karl Marx, ‘Grundisse’de “Kâr oranlarının azalma eğilimi yasasının (KOAEY) her bakımdan modern ekonomi politiğin en zor ilişkilerinin anlaşılabilmesini sağlayan yasası olduğunu”[76] yazarken; haksız değildi!

Tıpkı V. İ. Lenin’in, “Ekonomik hastalıklar, kapitalizmin parçasıdır, bu böyle olduğu sürece politik üst yapının ne olduğunun önemi yoktur ve kapitalizmin kendisini ortadan kaldırmadan, bu hastalıkları ekonomik olarak ortadan kaldırmak imkânsızdır. Bunu çürütmek için bir tek örnek bile gösterilemez,”[77] notunu düştüğü üzere!

Malum sürdürülemez kapitalizm 2000’lerde III. Büyük Bunalım’ın sarsıcı tıkanıklığıyla yüzleşmektedir. Yaşanan periyodik bunalımlarının çok ötesindedir ve tekelci ilişkilere eşlik eden durgunluk eğilimi, derinleştirip kalıcılaşırken; “III. Büyük Bunalım”ı, yani yapısal krizi derinleştirip, yaygınlaştırmaktadır.

Kapitalizm ihtiyarlık dönemindedir. Böylesi bir dönemi atlatıp yeniden uzun ve güçlü bir yükseliş dönemine girme potansiyelini tüketmiştir. Bu bir sistem krizidir, tüm sistemi, onun tüm alanlarını kapsamakta ve sistemi bir var oluş sorunuyla karşı karşıya getirmektedir. Ortalama kâr hadlerindeki düşüş eğilimi, ürkütücü düzeyde büyüyen bir işsiz nüfus, çözümü olmayan bir eksik tüketim sorunu, bunalım erteleyici mekanizmaların giderek daha yıkıcı bunalımları hazırlaması gibi belirtilerden de anlaşıldığı üzere, kapitalizm insanlık açısından artık tamamen yıkıcı bir sisteme dönüşmüş durumdadır.[78]

Bunlara ek olarak yeni teknolojik gelişmelerle birlikte küresel düzeyde işsizlik oranları daha da artarken; eskiden olduğu hâliyle düzenli ve “güvenceli” işler artık istisnaileşmektedir. Vasıf her geçen gün teknoloji eliyle anlamını daha da yitiriyor. Genç kuşaklar işsiz ve yoksul bir gelecek tehlikesiyle yüz yüze. Kapitalizmin tarihinde ilk kez, iş bulup çalışan genç kuşaklar, ebeveynlerinden daha yoksul durumda ve bu durumu değiştirecek bir iyileşme dinamiği de ufukta görünmüyor.

Ayrıca kapitalizmin tüm gezegene gerçek anlamda yayılarak nüfuz etmiş olması, kâr hadlerinin iyiden iyiye düşmüş ve üretken yatırım olanaklarının iyice daralmış olması, spekülatif alanların olağanüstü şekilde şişmesini, sistemin genel bir kumarhane görünümü almasını da beraberinde getirmiştir. Bu da sistemin istikrarsızlığını arttırmakta, daha ağır ve yıkıcı krizleri mayalamaktadır.

Yapay zekâ teknolojisinin uzun yıllara yayılan bir birikim ve emekleme sürecinin ardından semerelerini vermeye başlamasıyla kapitalizmin çelişkileri yeni bir düzeye çıkmıştır. Düzenin propagandacıları bu yeni teknolojinin nimetlerini anlatadursunlar; gerçekte önümüzde uzanan kapitalizmin büyüyen açmazlarıdır. Yapay zekâ teknolojileri ile emek verimliliğinde sağlayacakları belirgin artışlar, düşen maliyetler sermayenin ellerini ovuşturmasına yol açsa da, gerçekte azalan kâr hadleri, kronikleşen eksik tüketim sorunu, dağ gibi büyüyen işsiz nüfus bu açmazları tanımlayan temel unsurlardır.

Tarihsel krizin boyutlarından bir diğeri de kapitalist güçler arasında dozu giderek artan ticaret ve teknoloji savaşlarıdır. Artan korumacı önlemler, ambargolar, yaptırımlar, teknolojik yeniliklerin yayılmasını kısıtlama ve önleme girişimleri sistemin bütününün hayrına olmamakta, aksine krizi derinleştirmektedir. Bu hamleler kapitalizmin uluslararası işbölümünü sıçramalı biçimde arttırdığı, bu sayede sağladığı emek verimliliği kazanımlarını baltalamaktadır. Bu anlamda kapitalizm kendi kendisiyle kavga etmektedir.

Burjuvazi attığı her adımla toplumsal eşitsizlik ve yoksullaşmayı derinleştirirken, bir avuç süper zenginin servetine servet ekleniyor.

Dolayısıyla kapitalizmin tarihsel sistem krizinin sadece bu ekonomik boyutuna bakıldığında dahi dünya işçi sınıfını zorlu bir mücadele dönemi beklemektedir. Kapitalizm küresel ölçekte işçi sınıfına işsizliği, güvencesizliği, yoksullaşmayı dayatmaktadır ve işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarında genel bir iyileşme anlamına gelebilecek yeni bir reform dönemi söz konusu değildir.

Tıkanan kapitalizm altında emperyalist güçler, sadece savaş alanlarını genişleterek değil sanayiyi de militarize ederek ekonomiyi canlandırıp krizin yükünü hafifletmeye çalışmaktadırlar. 2022’de 2.24 trilyon doları geçen dünya askeri harcamaları rekor üstüne rekorlar kırarak yükselmektedir.

Hangi güncel sorunu ele alırsak alalım, kapitalizmin gezegenimizin geleceğini tehdit eden küresel bir canavara dönüştüğü gerçeğiyle karşılaşıyoruz. XXI. yüzyılda patlamalı bir şekilde sökün eden küresel felâketler, kapitalizmin kıyamet çağının çarpıcı yansımalarını oluşturuyor. Tarihsel sistem krizi, iktisadi alandan siyasal alana, bilim-kültürden uluslararası diplomasinin çöküşüne, yayılan emperyalist savaş ve burjuva devletlerin otoriterleşme eğiliminden gündelik yaşamın tüm boyutlarına kadar varlığını gösteriyor. (Onun son derece önemli boyutlarından birini de ekolojik kriz oluşturuyor.)

Kapitalizmin krizi gerici siyasal eğilimlere zemin oluşturduğu kadar devrimci dinamikleri de mayalandırıyor; V. İ. Lenin’in, “Kapitalizmin insan emeğini işletmesine son vermek için bir çare vardır. Bu da, iş araçlarının özel mülkiyetine son vermek, fabrikaları, maden ocaklarını, büyük kuruluşları toplumun ellerine teslim etmektir,”[79] saptamasını anımsatarak…

“DEMOKRASİ” MANİPÜLASYONU

“Önemli olan bir bireyin değil;

sayısız bireyin ne istediğidir.”[80]

İnsanlık tarihinde, sınıflar mücadelesi zemininde birçok “demokrasi” deneyimi oldu. Sınıflı toplumlarda devletin “demokrasi”si, ezilen sınıfı dıştalar; bu egemenliğin devamı için bu zorunludur, kaçınılmazdır.[81]

Bu bağlamda “demokrasi” -olsa olsa-, çıkarları düzenin devamından yana olan sınıflar arasında işleyen bir uzlaştırma mekanizmasıdır. Uzlaşması mümkün olmayan çıkarlar (mesela köleler ve efendilerin çıkarları) arasındaki çatışma ise ancak egemen düzenin yıkılmasıyla çözümlenebilir.

Kapitalizmde de demokrasi farklı değil. O da kendi ezilen sınıfı olan işçi sınıfını dışarıda bırakmak zorundadır. Ve en önemlisi de sermaye sınıfı ile işçi sınıfı arasındaki ilişki bir savaştır. “Bu yüzden, sonuçta hep azınlık için, yalnızca varlıklı sınıflar, yalnızca zenginler için bir demokrasi olarak kalır,”[82] der V. İ. Lenin.

Tarihin öğrettiği gibi, ezilen hiç bir sınıf, diktatörlük döneminden geçmeden egemenliğini elde etmemiştir ve edemez; ezilen sınıf diktatörlük dönemi sırasında politik iktidarı ele geçirir ve şiddet yolu ile sömürücülerin her zaman ortaya koydukları ve hiçbir cinayetten geri kalmayan amansız direnişlerini kırar. “Burjuva demokrasi”lerinde “Sermaye ve borsa her şeydir; parlamento ve seçimlerse yalnızca birer kukla, oyuncak”ken;[83] “genelde demokrasi”yi savunan “sosyalistler”, iktidardaki burjuvazinin tahakkümüne hizmet etmektedirler.[84]

Kaldı ki “Bir liberalin genel olarak ‘demokrasi’den söz etmesi doğaldır. Bir Marksist ise: ‘Hangi sınıf için?’ diye sormaktan hiçbir zaman geri kalmaz”ken;[85] Burjuva demokrasi, ortaçağa göre büyük bir tarihsel ilerleme oluşturmakla birlikte, her zaman dar, güdük, düzmece, ikiyüzlü bir demokrasi, zenginler için bir cennet, sömürülenler, yoksullar için bir tuzak ve bir aldatmaca olarak kalır, -kapitalist rejimde başka türlü olamaz.”[86] “Demokratik cumhuriyet, Kurucu Meclis, genel oy hakkı da, burjuvazinin diktatörlüğüdür.”[87]

İlaveten “Burjuva cumhuriyetinde (yani toprağın, fabrikaların, imalâthanelerin, tahvillerin özel mülkiyetinin olduğu), en demokratik cumhuriyet bile olsa, dünyanın hiç bir yerinde, hiç bir ülkede, en ilerlemiş olanında bile, kadın tam bir eşitlikten yararlanamaz… Burjuva demokrasisi sözde vaat eder eşitliği ve özgürlüğü. Gerçekte ise, insan türünün yarısı olan kadınlar hiç bir yerde, hiç bir burjuva cumhuriyetinde, hatta en ilerisi olsa bile erkeklerle yasal eşitliği elde etmemişler, hiç bir yerde erkeklerin vesayeti ve boyunduruğundan kurtulamamışlardır.”[88]

Bir şey daha: “Devrimci proletaryanın öğretmenleri, XIX. yüzyıl demokrasisinin tutarlı en büyük temsilcileri Karl Marx ve Friedrich Engels, ‘Başka ulusları ezen bir ulus, özgür olamaz,’[89] dediler.” Çünkü “… ‘Ulusların kaderlerini tayin hakkı’, demokratik bir düzeni zorunlu kılar.”[90]

Ve nihayet “Tüm yurttaşların eşitliği yoksa demokrasi de yoktur.”[91]

TEKNOLOJİ: KİMİN KONTROLÜNDE?!

“Mücadele et!

Mücadele ne kadar canlı olursa,

yaşam da o kadar yoğun olacaktır.”[92]

Teknolojinin, “nötr” ve “insan(lık)ın hizmeti”ndeki “demokratik bir imkân” olduğundan söz eden “gafiller” de yok değilken; unutulanı hatırlatayım: İnsanlığın soru(n)ları teknolojik değil siyasaldır. Dolayısıyla da çözümleri teknolojide değil politikada aranmalıdır.

Hayır; teknolojiyi, yaşam üzerindeki etkilerini küçümsüyor falan değilim. O, “Sistematik bilgi ve eylemler bütünü olarak, endüstriyel süreçler ve etkinliklerde uygulayabilen, bilimsel bütün,” olarak tarif edilen bilgi (ve artı-değer) birikimidir.

Sınıf egemenliğinin kontrolündeki teknolojinin insan(lık) kültürlerini belirlediğinden söz edilir; elbette, ama olduğu kadar. Malum: Toplumu kendine benzeten makineler dünyası olarak kapitalizmin kontrolündeki teknoloji, insan(lık) davranışını, ahlâkını, sosyoekonomik ilişkileri değiştirir.

Tüm bunlarla birlikte üretim sürecinde doğayla kurulması kaçınılmaz ilişkinin vasıtası olarak teknolojinin toplumsal manasını da anlamak, yerli yerine oturtmak önemlidir; Karl Marx’ın, “Teknoloji, insanın doğayı ele alış biçimini, yaşamını sürdürmek için başvurduğu üretim sürecini açıklayarak, toplumsal ilişkilerin oluşum biçimini ve bu ilişkilerden doğan kavramları ve düşünce biçimlerini ortaya koyuyor,”[93] ifadesindeki üzere…

Şüphesiz kapitalizm her daim teknolojik icatlara ihtiyaç duyup, bunları üretmiştir. Genel olarak kapitalist ekonomiyi de dönüşüme uğratan örnekler buharlı makineler, demiryolları, elektrik ve otomobil gibi.

Tüm bu teknolojik gelişmelerin kapitalist ülkelerin sosyal ve kültürel hayatları üzerinde önemli etkileri olmasına karşın, teknolojik ilerleme, değişim için temel belirleyici güç değildir.

Değişim serbest pazar ekonomisi içinde sermaye birikimini artırma ve sömürüyü sürdürme ihtiyacından kaynaklanır. Ancak kapitalizm teknolojik yeniliklerle sömürüyü artırırken gerek üretim süreçlerinde gerek toplumsal yaşamda yaşanan değişimleri meşru göstermek ve işçi sınıfının direncini kırmak için teknolojiyi ideolojik silah olarak da kullanır. Her teknolojik yenilik insanlığın kurtuluşu olarak sunulur. İşçi sınıfına yöneltilen her saldırı bu ideolojik söylem altında yürütülür. Lakin böyle değildir elbette![94]

Görülmesi gerek: Kapitalizmin kontrolündeki teknoloji, doğayı ve insan(lık)ı birbirinden ayırıp yabancılaştırıyor.

Bunda şaşılacak bir şey yok: Kapitalizmde bilim ile teknolojiyi belirleyen şey, araçsallaştırma yoluyla açığa çıkan şeylerin kontrol altına alınması güdüsüdür. Yani sermayenin doğayı hâkimiyet altına almak istemesi, teknolojiyi doğanın üzerine inşa edip, ona meydan okurken; hayatı araçsallığa indirger.

Söz konusu çerçevede soru(n), kendisi de doğanın bir parçası olan insan(lık)ın teknoloji fetişizmine kurban edilmesi; yani her şeyi hizalayan “teknik düzen”in, insan(lık)ı da biçimlendirip, yabancılaştırmasıdır. 

Kolay mı?

“Serbest piyasa ekonomisi”nin, minimum süre ve harcama ile maksimum kâr elde etmeyi aracına dönüştürülmüş teknolojik cihazlar küçüldükçe, içine sıkıştırıldığımız dünyalar da küçülürken; insan(lar)ın yabancılaşmaya mahkûmiyetleri derinleşiyor.

Özetle kapitalizm koşullarında insan(lık)ın efendisi olmak yerine kölesi olmayı seçtiği teknoloji kullanımı emekçiler için yağmurdan kaçarken doluya tutulmak gibi bir şey oluyor. Örneğin “iletişim çağı” dedikleri şey, insan(lık)ın yalnızlaştırılmasından başka bir şey değil! Hatta iletişimin bu denli zayıf olduğu bir dönem olmamış tarihte! “Büyük Birader” tarafından sürekli gözetim altında tutulma durumu da cabası…

Çıkış noktası hayatı kolaylaştırmak, basitleştirmek olsa da, kapitalizmin her şeyi karmaşık hâle getirdiği teknolojiyi kapitalizme esir bırakmamak gerek.

Çünkü 1970’lerden beri artan üretim kapasitesi ve buna bağlı olarak üretilen zenginlik eğer insanın kolektif olarak emek sürecinden özgürleştirilmesi için kullanılabilen bir toplumsal sistemde var olsaydı, günde bir iki saat çalışıp, insancıl bir refah düzeyinde erişebilirdik.

Oysa teknoloji, sermayenin kontrolü altında emek kırbacı işlevini görüp, kapitalist tahakküm ilişkilerini pekiştiriyorken; teknolojinin içinde var olduğu burjuva toplumsal ilişkiler insan(lık)ı kör kuyularda merdivensiz de bırakabilir; “Dolayısıyla kapitalist üretim, teknolojiyi ve çeşitli süreçlerin bir araya getirilerek toplumsal bir bütün oluşturulmasını, ancak tüm zenginliğin asıl kaynakları olan toprağı ve emekçiyi kurutarak geliştirir,”[95] ifadesindeki üzere Karl Marx’ın…

SERMAYENİN ORGANİK BİLEŞİMİ VE KÂR ORANININ DÜŞME EĞİLİMİ

“Görünen, gerçek olsaydı

bilime gerek kalmazdı.”[96]

Şimdi burada durup, konuyla doğrudan ilintili sermayenin organik bileşimi ve kâr oranının düşme eğilimi meselesine değinmek gerekiyor.

Öncelikle sermayenin organik bileşiminin, basit şekilde değişmez sermayenin (makineler vs.) değişen sermayeye (emek, işçiler) oranı[97] olarak açıklandığını belirteyim.

“Sermayenin bileşimi, ikili bir anlamda anlaşılmalıdır. Değer yönünden bu bileşim, sermayenin, değişmeyen sermaye ya da üretim araçlarının değeri ve değişen sermaye ya da emek-gücünün değeri, yani toplam ücretlerin tutarı olarak bölünme oranı ile belirlenir. Üretim süreci içindeki işlevleri nedeniyle maddi açıdan bakıldığında her sermaye, üretim araçları ile canlı emek-gücüne bölünür. Bu ikinci bileşim, bir yandan, kullanılan üretim araçlarının kitlesi ile, öte yandan bunların kullanılması için gerekli olan emek kitlesi arasındaki ilişkiyle belirlenir. Ben, bunların ilkine, sermayenin değer bileşimi, ikincisine teknik bileşim diyorum. Bu ikisi arasında sıkı bir bağlantı vardır. Bunu anlatmak için sermayenin değer bileşimine, bunun sermayenin teknik bileşimi tarafından belirlenmesi ve bu bileşimdeki değişmeleri yansıtması açısından, sermayenin organik bileşimi diyorum,”[98] vurgusuyla Karl Marx’a göre sermayenin organik bileşimi ve yeniden üretim aşaması incelemeleri kapitalist sistemin çelişkilerini ve piyasa ilişkilerinin tümünü incelemenin en iyi yoludur.”[99]

Kapitalizm geliştikçe sermayenin organik organik bileşimi artar. Bu hammaddelerin, işletmelerdeki makinelerin ve donanımların miktar bakımından artması demektir. İşçi sayısı da artar, ama daha yavaş olarak. Bu nedenle, değişen sermaye, değişmeyen sermayeye göre daha yavaş ilerler. Ama sermayenin organik bileşimi yükseldiği oranda, kâr oranı düşer.

Karl Marx’a göre, makineleşmenin ve emekten tasarruf eden yeni icatların yol açtığı verimlilik artışı nedeniyle, kâr oranı (p’) uzun dönemde düşme eğilimine girecektir. Bu durum Marx’ın sermayenin organik bileşimi adını verdiği olguyu ortaya koyar. Sermayenin organik bileşimi (Q), sabit sermayenin (c), toplam sermayeye (c+v) oranıdır. Yani, Q = [ c/(c+v)]’dür.

Kâr oranı; artık değer arttıkça artar, sermayenin organik bileşimi arttıkça azalır. Buna göre kapitalistler makinelere ve hammaddelere (c) daha fazla ve emeğe (v) daha az yatırım yaptığında, sermayenin organik bileşimi (Q) yükselir ve kâr oranı düşer. Bu sonuç Karl Marx için son derece önemlidir. Çünkü kapitalizmi yıkacak olan kendi iç çelişkileridir.

Kapitalistlerin daha fazla üretim için daha fazla makineleşmeye (sermaye yoğun tekniklere) gitmeleri, sermayenin organik bileşimini yükselterek, kâr oranını düşürmektedir. Karl Marx’a göre emek, artık değer dahil, bütün değerlerin kaynağıdır. Daha fazla makineleşme, daha az emek kullanılacağı anlamına geldiğinden, kâr oranının düşmesi kaçınılmazdır. Burada bir soru sormalıyız: Değer ve kâr emek tarafından üretildiğine göre, kapitalist daha fazla emek ve daha az sermaye kullanmak istemeyecek midir?

Karl Marx’ın bu soruya “Hayır” yanıtını vermektedir. Ona göre kapitalizmin dinamikleri, kaçınılmaz olarak, sermayenin organik bileşiminin artmasına yol açacaktır. Bunun iki nedeni bulunmaktadır:

i) Birinci olarak, daha fazla ve daha ileri sabit sermaye (makineler, teknoloji) kullanarak daha etkin bir üretim yapmak isteyen firmalar, üretim maliyetlerini azaltarak geçici olarak ekstra kâr yapacaklardır. Düşük maliyetlere paralel olarak mal fiyatları düşecek, makineleşmeye ayak uyduramayan firmalar kapanacaktır.

ii) İkinci olarak, emeğin verimliliği arttıkça, yani işçi daha fazla makine ve ileri teknoloji kullandıkça, işçinin geçimlik ücretini sağlamak için harcayacağı zaman azalacak, yani emek gücünün değeri düşecek, artık değer ve kâr artacaktır.

Sermayenin emek yerine kullanılmasının doğuracağı başka bir etki daha vardır. Üretimde makineleşme, sanayi işsizler ordusunun sayısını arttıracaktır. Makineler işçileri işinden edecek, her bir işletmenin daha büyük sermaye yatırımlarına gitmesi, sermayenin belirli ellerde toplanmasına yol açacaktır.

Kâr oranının düşme eğilimi kapitalist çelişkileri önemli şekilde keskinleştirir. Proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişki keskinleşir, burjuvazi, kâr oranlarının düşmesini engelleme kaygısıyla, işçi sınıfının sömürüsünü yetkinleştirir. Bu, çelişkiler, sermayelerini, kâr oranı yüksek olan iş kollarına kaydıran kapitalistler kampında da katmerlenir. Giderek, kapitalistler arasında azgın bir rekabet başlar. Ve sonunda bazı kapitalistler yıkılır gider, bazıları da daha fazla zenginleşir. Çelişkiler, kapitalist güçler arasında da aynı şekilde keskinleşir. Daha yüksek bir kâr elde etmek için, sanayi bakımından gelişmiş devletlerin sermayeleri, emek-gücünün daha ucuz, sermayenin organik bileşiminin daha düşük olduğu az gelişmiş ülkelere doğru akmaya başlar.

Kapitalist çelişkiler keskinleşirken, kâr oranının düşme eğilimi yasası, kapitalist üretim tarzının tarihsel darlığını ve onun dayanıksız niteliğini gün ışığına çıkartır.

Sermayenin organik bileşiminin karmaşıklaşması yani artması, sermaye sahibinin işçi verimliliğini maksimize etmesini sağlarken; en ileri teknolojileri kullanan otomotiv şirketleri az işçi ile maksimum kârı üretir. Söz konusu maksimizasyon sermaye sahibine kâr sağlarken toplum için işsizlik yaratır.

İlaveten Karl Marx’ın kapitalizmin en önemli yasası olarak tarif ettiği “Ortalama Kâr Oranlarının Eğilimli Düşüş Yasası” bize tekil kapitalistlerin ekstra-kâr sağlama amacıyla giriştikleri teknolojik üretkenlik rekabetinin, değişen sermayeye (canlı emek) oranla daha fazla değişmeyen sermaye (fabrika, makine, hammadde vb.) kullanımını, yani canlı emeğin makineler lehine oransal olarak üretimden daha fazla dışlanmasını beraberinde getirdiğini söyler.

Böylelikle de aşırı sermaye birikimi, sermayenin organik bileşimini yükseltip, kâr oranını düşmesine yol açar. Düşen kâr oranı da sermaye birikiminde düşüşe, sermayenin tekelleşmesine ve sınıf çatışmasına yol açar.

Makineleşmenin artışı, aynı iş saati içinde daha fazla üretim yapılmasını mümkün kılarak emeğin üretkenliğini arttırmakta, böylece metaların ucuzlamasına neden olmaktadır. Bu, verili iş saatleri içinde işçinin kendisi için çalıştığı gerekli emek zamanının kısalması, kapitalistin el koyduğu artı-emek zamanının ise uzaması anlamına gelir. İşte makine bu nedenle, işçiden sızdırılan artı-değeri büyütme aracıdır. Makinenin kendisi, yani ölü emek artı-değer yaratmaz, fakat canlı emeğin daha fazla artı-değer yaratmasını mümkün kılar.

Üretkenlikteki gelişme, işgücünün yeniden üretimi için gerekli emek zamanını azalttığından, bir yandan artı-emek miktarı yükselirken diğer yandan aynı düzeyde üretim için kullanılacak işçi sayısında düşüş gerçekleşebilir. Bu açıdan bakıldığında, alabildiğine yükselen makineleşme düzeyiyle birlikte, mantıken kapitalistlerin de gerçekten giderek son derece az sayıda işçi çalıştırarak düzenlerini sürdürecekleri düşünülebilir. Ama genelde öyle olmamaktadır. Çünkü kapitalist düzen, insanlara çok da mantıklı görünen bazı kurallara göre değil, işçiden olabildiğince fazla artı-değeri emme kuralına göre işler.

Makineleşmenin bu hızla gitmesi durumunda üretim sürecinde insanın işgücünü neredeyse tamamen devre dışı bırakabileceğini, ancak kapitalizmin bunun önünde engel oluşturduğunu vurgulamak gerek. Karl Marx’ın, “Makine yüzünden tüm ücretli-işçiler sınıfı ortadan kalkacak olsaydı, ücretli emek olmadıkça sermaye olmaktan çıkan sermaye için bu ne korkunç bir şey olurdu!”[100] ifadesindeki üzere…

Ayrıca da, salt robot kullanımının, artık değişim değeri değil kullanım değeri üretilen yeni bir sistem anlamına geleceğini, bunun da kapitalizmin inkârı demek olduğunu vurgulamaktadır.

“Makineleşme ya da robotlaşma meselesinde kapitalizmin çelişkileri sadece üretim alanında değil tüketim alanında (yani artı-değerin realizasyonu alanında) da kendini göstermektedir. Kapitalizm altında tam otomasyona geçilmesi demek, yüz milyonlarca işçinin işsiz, yani gelirsiz kalması demektir. Bu durum başlı başına devrim potansiyelini güçlendirirken, kapitalistlerin üretilen metaların kime satılacağı sorunuyla da baş başa kalmalarına yol açacaktır.

Kapitalistler metaların üretim maliyetlerini düşürebilmek için üretkenliği arttırmak, daha çok makineleşmek zorundadırlar. Salt teknik açıdan düşünüldüğünde bu ilerleyişin mutlak anlamda sınırları olmasa da, uzun dönemde kapitalist üretimin niteliğiyle giderek bağdaşmayan bir karakteri vardır. Üretim sürecinde mekanizasyonun yoğunlaşması, canlı emeğin ölü emek karşısında gerilemesi demektir. Bu durum üretici güçlerin gelişmesi bakımından bir ilerleme anlamına gelse de, kapitalist işleyişte sermayenin organik bileşimini yükselterek kâr oranlarını düşürür. Ayrıca, yeni teknik buluşlarla çalışma saatlerini en asgari düzeylere çekme olanağı, artı-değer üretme sürecinin özsel niteliğiyle çelişir. Birincisi, makineler artı-değer yaratmaz ve dolayısıyla robotların işçi sınıfının yerini aldığı bir kapitalizm düşünülemez. İkincisi, kapitalizm altında çalışma saatlerinin düşürülmesine rağmen artı-değer üretimini yükseltmek mümkün görünüyorsa da, bunun da tarihsel bir sınırı vardır. Çünkü işçi sınıfının düşen çalışma saatlerine karşın aynı ölçekte yükseltilemeyen toplumsal satın alma gücü, bu kez de yaratılan artı-değerin gerçekleşme sorununu çok daha büyük bir ölçekte gündeme getirecektir. Sermayenin kendini artan biçimde değerlendirebilmesi yalnızca daha çok canlı emeği sömürebilmesine değil, üretim sürecinde el konan artı-değeri piyasada kâra dönüştürebilmesine de bağlıdır. İşte bu nedenle üretici güçlerdeki gelişme giderek çok daha şiddetli biçimde kapitalist üretim tarzının öz niteliğiyle bağdaşmaz hâle gelmektedir.”[101]

Kapitalizm, gelişimiyle birlikte barındırdığı içsel çelişkileri de somutlanıp olgunlaşan ve nihayetinde de kendisinin kurdu olan bu çelişkiler yüzünden yok olmaya yazgılı bir üretim sistemidir. Bu çelişkilerin temelinde, üretimin toplumsal karakterine rağmen üretim araçlarının özel mülkiyet tekelinde olması yatmaktadır. Bu sistemde, bütün değerleri işçi sınıfı yaratırken, yoksulluğa mahkûm edilen de yine odur. Kapitalizmin geldiği aşamada, bir otobüs dolusu adamın (üstelik sayıları hızla “bir minibüs dolusu”na doğru düşmektedir) dünya nüfusunun yarısının sahip olduğu toplam servete tek başlarına sahip olmaları, söz konusu “yarı”nın ise sefalet içinde yaşam savaşı vermeye mahkûm edilmiş olması, aslında bu sistemin akıl dışılığının ve çelişkilerinin en büyük kanıtıdır.

Friedrich Engels, ‘Ücretli Emek ve Sermaye’ye yazdığı 1891 tarihli önsözünde şunları der:

“Gitgide artan bir hızla birbirinin yerini alan bu bulgu ve buluşlar, insan emeğinin her gün görülmemiş ölçüde artan bu üretkenliği, nihayet, bugünkü kapitalist ekonomiyi ortadan kaldıracak bir çelişkiye yol açar. Bir yanda ölçüye gelmez büyüklükte zenginlikler ve alıcıların başa çıkamayacağı ürün bolluğu; öte yanda ise, toplumun proleterleşmiş, ücretli işçiler hâline gelmiş ve işte bu yüzden de bu ürün bolluğunu kendilerine maledemez hâle sokulmuş geniş yığınları. Toplumun, son derece zengin küçük bir sınıf ile mülkten yoksun büyük bir ücretliler sınıfına bölünmesi, toplumun üyelerinin büyük bir çoğunluğu aşırı bir yoksulluğa karşı hemen hemen korunmamış, giderek hiç korunmamış durumda iken, o toplumun, kendi ürettiği fazlalığın ağırlığı altında ezilip boğulması sonucunu verir. Bu durum, her geçen gün daha saçma, daha gereksiz olmaktadır. Bu duruma son verilmelidir, verilebilir. Bugünkü sınıf farklılıklarının ortadan kalkmış olacağı ve (…) toplumun bütün bireylerinin, daha şimdiden zaten varolan muazzam üretici güçlerinin planlı olarak kullanılması ve genişletilmesi sayesinde, ve herkes için zorunlu ve eşit çalışma ile, yaşamdan zevk alma, gelişme ve bedenin ve usun bütün yeteneklerini işletebilme araç ve olanaklarından herkesin eşit bir biçimde ve durmadan artan bir bolluk içinde yararlanabileceği yeni bir toplum düzeni olanaklıdır.”[102]

İnsan(lık)ın ulaştığı koordinatlarda, üretici güçlerdeki gelişmenin Karl Marx ile Friedrich Engels’in tasavvur ettikleri gibi, komünizmin maddi koşullarını büyük bir hızla olgunlaştırdığını görmekteyiz.

İnsan yaşamı artık ya sosyalizm ya toptan yok oluş tarzı bir ikilemle yüz yüzeyken; teknolojik albenisine karşın sürdürülemez kapitalist yaşam, milyonlarca insana açlık ve ölüm tehdidinden başka bir şey sunamamaktadır.

İŞÇİ SINIFI, KOLEKTİF PROLETARYA BÜYÜYOR

“Kendinizi eğitin, çünkü

aklınıza ihtiyacımız olacak.

Harekete geçin, çünkü

coşkunuza ihtiyacımız olacak.

Örgütlenin, çünkü

tüm gücünüze ihtiyacımız olacak.”[103]

Antonio Gramsci’nin, “Toplumu, mülk sahibi sınıfların çılgın ve kudurmuş güçlerinin sürüklediği ekonomik yıkım ve barbarlık uçurumuna düşmekten yalnızca işçi sınıfı kurtarabilir,” saptamasının hâlâ aktüel olduğu hâlde, -post-Marksist, post-modern çarpıtmalarla- işçi sınıfı gerçeği sosyal bilimler araştırmalarının gündeminden düşmüş durumdadır. Bu durum, “sınıf” ve “sınıf bilinci” gibi kavramların toplumsal ilişkileri açıklama gücünü yitirmesinden kaynaklanmamakta. Özellikle 1980’lerden sonra tüm dünyada egemen olan ideolojik tercihlerin bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktayken; buna işçi sınıfının “buharlaştığı” demagojileri eşlik ediyor.[104]

Teknolojik gelişmeler ve otomasyondaki artış, tek tek işyerlerinde çoğu zaman işçi sayısında oransal ve kimi zaman niceliksel düşmeye neden olabilir. İşçisiz ya da geçmişe kıyasla işçi sayısının oldukça düştüğü işletme örnekleri saymakla bitmez. Ancak, toplamda işçi sayısı azalmak bir yana kuvvetli bir artış hâlindedir. Örneğin 1991’de dünya genelinde ücretli ve maaşlı çalışanların sayısı 1 milyar civarında iken, 2021’de 1 milyar 750 milyonu aşmıştır. [105]

Kim ne derse desin, dünyada işçi sınıfının büyüme eğilimi sürmektedir. 1900’de 50 milyondan, 2000’de 2 milyara çıkmıştır. Aynı dönemde dünya nüfusu 1 milyardan 6 milyara yükselmiştir. Sadece gelişkin kapitalist ülkelerde ücretli em eğin toplam istihdam içindeki payı yüzde 90’dan fazladır. Dolayısıyla -hele krizin ağırlığı altında toplumun proleterleşmesinin azalmak bir yana daha da arttığı, olguların da ortaya koyduğu bir gerçektir.

Sanayide çalışan işçilerin payı ileri kapitalist ülkelerde azalma eğiliminde olmakla birlikte yine de toplam işgücü içinde azımsanmayacak orandadır. Azgelişmiş ülkelerde ise sanayi işçisinin payı artma eğilimindedir. Toplam işgücü içinde imalat sanayinde çalışanların payına baktığımızda tablo şöyledir: Sanayi işçisinin ortadan kalkması bir yana, dünyada sanayi işçilerinin payında en fazla düşüş yaşanan Batı Avrupa’da bile sanayi işçilerinin toplam işçi sınıfı içindeki payı azımsanmayacak düzeydedir. Bu oran 1910 yılında yüzde 41 iken, 1960’lı yıllarda yüzde 45’e çıkmış ve 80’li yıllarda yüzde 33’e düşmüştür. Almanya’da sanayi işçilerinin payı hâlâ 1945’teki seviyenin üzerindedir. ABD’de imalat sanayi işçilerinin sayısı 1998 yılı itibariyle 31 milyon civarındadır ve bu rakam 1971’de göre yüzde 20, 1900 yılına göre ise üç misli daha fazladır.[106]

Asya başta olmak üzere birçok azgelişmiş ülkede sanayi istihdamında büyük çaplı artışlar görülmüştür. Örneğin 1964-1993 arasında sanayide istihdam edilenler, Türkiye’de yüzde 65, Mısır’da yüzde 179, Brezilya’da yüzde 212 ve Güney Kore’de yüzde 2500 oranında artış göstermiştir.

Bu veriler ışığında günümüzde sanayi işçilerinin sayısının tarihte hiç bir zaman görülmeyen bir düzeye ulaştığını söylemek mümkündür. Aksi varit değildir. Çünkü kapitalizm işçi sınıfsız (art-değersiz) mümkün değildir. Olan, kapitalizmin yeryüzü ölçeğinde yayılarak üretken sektörlerin büyük bölümünü, emek gücünün bol ve ucuz olduğu coğrafyalara kaydırarak bu bölgelerdeki yığınları işçi sınıfına dahil etmesidir.

İşçi sınıfı, siyahı, beyazı, yerlisi ve göçmeniyle, çeşitli deneyimler boyunca ve sayısız baskıyla yüzleşerek, kolektif bir biçimde, azınlık için kâr yaratmak üzere sömürülen bir halk sınıfını oluşturur…

Sınıf, bir diğer deyişle, sömürü ilişkisidir ve de sınıf sadece sayılardan ibaret da değildir. Tarihçi Geoffrey de Ste. Croix bunu şöyle ifade eder:

“Sınıf, sömürü gerçeğinin kolektif toplumsal ifadesidir, sömürünün toplumsal yapıda somutlaştığı biçimidir… Sınıf özünde bir ilişkidir, tıpkı Karl Marx’ın diğer temel konseptlerinden biri olan sermaye gibi, özel olarak onun tarafından tanımlanmıştır… bir “ilişki” olarak, “üretimin toplumsal ilişkisi” ve benzeri. Ve bir sınıf (belirli bir sınıf), her şeyden önce (öncelikle kontrol derecesi açısından) üretim şartlarıyla (yani üretim araçları ve emekle) ve diğer sınıflarla olan ilişkilerine bağlı olarak, tüm bu toplumsal üretim düzenindeki konumuyla tanımlanan insan topluluğudur. Bu tanımı kullanarak zenginliğin veya yoksulluğun sınıfı belirlemediğini görürüz. Daha ziyade, sınıfın görünümleridir.[107]

Kuşu yok: Sınıf, topluluk ve grup gibi birbirine benzeyen, toplanmış şeyleri belirtmek için kullanılır. Sınıflandırma ise belirli özelliklere sahip birbirine benzer olan şeyleri tanımlamak, onları diğerlerinden ayıran özelliklerini araştırmak için yapılan bir yöntemdir. İnsanlık da binlerce yıldan beri ekonomik temelde birbirinden ayrışan, ortak ya da karşıt çıkarlara sahip olan gruplara, sınıflara bölünmüştür. Yani toplumlar yekpare bir bütün veya sınıfsız bir topluluk değildir. İnsanlık tarihi boyunca toplumun içindeki gruplaşmaları, farklılıkları ve benzerlikleri gözlemleyen düşünürler bu ayrışmaları bir kuram üzerinden sistematikleştirmeye çalışmıştır.

İlk defa 1767’de İskoç ayaklanmasında çıkan “sınıf” kavramı, Adam Ferguson tarafından toplumu daha iyi anlayabilmek ve demokrasi ile aristokrasi arasındaki farkı göstermek için kullanıldı.

Sınıflar kendi başına ve ilişkisiz, bir kere oluşmuş ve öylece kalmış şeyler değil, ilişkili ve toplumsal yaşam içinde sürekli yeniden üretilen tarihsel kategorilerdir. Karl Marx’a göreyse, özel mülkiyet ve sınıflar doğal değillerdir, üretimin belirli bir aşamasında ortaya çıkmışlardır ve başka tarihsel koşullarda ortadan kalkacaklardır.

Kimileri işçi sınıfının “öldüğü/ buharlaştığı” veya artık sınıf odaklı bir toplumsal mücadelenin olamayacağı savunsa da; gerçek tam tersidir. Kapitalizm de elbette her şey gibi sürekli hareket hâlindedir ve değişmektedir ama onu kapitalizm olarak tanımlamamızı sağlayan temel nitelikleri, işleyiş yasaları değişmiş midir? Değişmemiştir. Kapitalizm var oldukça toplumun işçi sınıfı ve burjuvazi olarak iki temel sınıfa bölünmüşlüğü ve burjuvazinin işçi sınıfının yarattığı artı-değere el koyarak kendini var etmesi devam edecektir. İddiaların aksine işçi sınıfı ölmemiş ya da işçi sınıfı dağılırken orta sınıf yükselmemiştir. 

Tersine, Karl Marx’ın da öngördüğü gibi, sermaye ilişkileri toplumsal hayatın tümüne egemen olmuş, toplumun mülksüzleşmesi ve işçileşmesi hızlanarak devam etmiştir. Dolayısıyla onun sınıfı temel alan yöntemi eskimek bir yana, toplumsal hayata dair çeşitli olguları açıklamada daha büyük önem kazanmıştır.

İşçi deyince aklına tulum ve baret giymiş, elleri nasırlı ve yüzü kirli bir insan gelen ve buradan hareketle Marksizmi eleştirenlere göre bu sınıf ölmüştür! Ancak, sınıf bir kere var olup, bitmiş bir kategori değil, tarihsel bir ilişkidir. Karl Marx işçi sınıfını hiçbir zaman bir sektör ve meslekle, vasıf ya da eğitimle sınırlamamıştır. Bugün de resmî istatistikler bile ücretli çalışanların giderek büyüdüğünü ortaya koymaktadır. Onun teorisinin eskidiğini söyleyip “elveda proletarya” diyenlerin iddialarının aksine Karl Marx, kapitalizmin henüz tam egemenliğini sağlayamadığı bir dönemde yaşamıştır. Şurası kesindir ki bugünün işçi sınıfı ölmek ya da dağılmak bir yana nicelik, nitelik olarak Karl Marx’ın dönemindekinden çok daha gelişmiş durumdadır.

Bir kez daha “İşçi sınıfı küçülüyor,” diyenlere, “Hayır, tersine büyüyor!” diyerek aktaralım: 1800’lü yılların başında 978 milyon olan dünya nüfusu 2010’da yaklaşık yedi katına (6.9 milyara) yükselirken, tamamen el emeğine dayanan maddi üretim, emek üretkenliğinde yaşanan üstel artış eşliğinde makineler aracılığıyla, otomasyonla gerçekleşir oldu. Şehirlerde yaşayan nüfus yüzde 3’ten, yüzde 50’ye; ortalama yaşam süresi beklentisi 29 yıldan 67 yıla yükseldi. Toplam emek-gücünün tarımda istihdam edilme oranı yüzde 85’ten, yüzde 34’e (gelişmiş kapitalist ülkelerin oluşturduğu OECD’de yüzde 5, ABD ve İngiltere’de yüzde 2) geriledi.[108] 

Söz konusu radikal değişim en yüksek ivmeyi iki büyük savaşın ardından, 70’li yılların ortasına kadar süren “kapitalizmin altın yükseliş döneminde” yakaladı. Aynı evreye nüfus artış hızında büyük bir patlama, sanayide hızlı bir otomasyon, emek üretkenliğinde devasa artışlar eşlik etti. Bunlara üretken sermayeyi mekâna bağımlılıktan kurtaran sermayenin küresel akışkanlığına olağanüstü hız kazandıran sonuçları eklendi.

Bütün bu değişim 80’lerin başında işçi sınıfının küçüleceği ve giderek toplumdaki ağırlığını, önemini yitireceği; işsizliğin üretim süreci içindeki işçileri toplumsal patlamalara meydan vermeden baskılamaya yetecek “makul” düzeyin üstüne çıkacağı beklentilerini doğurdu. “Elveda Proletarya” zırvası bu dönem, böylesi bir atmosferde yazıldı; elbette gerçeği yansıtmazken; kolektif proletarya büyüdü, büyüyor da.

Malum: Modern sınıfları oluşturan kapitalist ilişkinin hareket ettirici dinamiği artı-değerin üretilmesi ve el konulması, diğer bir deyişle sermaye birikimi yasasıdır. Sınıflar ortaya çıktıkları gibi kalmazlar. Sermayenin boyutları ve hacmi alabildiğine genişlerken, hâlâ mülk sahibi olan küçük burjuvalar da mülksüzleşerek işçi sınıfına katılır.

İşçilerin kolektif emek olarak varlığı kapitalizmin farklı somut emek türlerini tek bir soyut emeğe indirgeme eğiliminin bir uzantısıyken; Karl Marx’ın vurguladığı gibi “Okul sahibinin sermayesini sosis fabrikası yerine öğretme fabrikasına yatırmış olması bu ilişkiyi hiçbir şekilde değiştirmez.”[109] Çünkü öğretmenlerin yanı sıra “okul müdürü üretici bir işçidir, öğrencilerin başkanını pataklamaya ek olarak okul sahibini daha da zengin etmek için de çalışır.”[110]

Kapitalist için önemli olan emek gücünün niteliği değil yatırdığı sermayenin üzerinde bir artı-değer elde etmektir. Yüzlerce bilgisayar mühendisini çalıştırıp yazılım üretmekle, temizlik işçisi çalıştırıp temizlik hizmeti üretmek arasında fark yoktur. Piyasada nerede kâr olanağı varsa sermaye oraya yönelir. O işe uygun vasfa, mesleğe sahip emek gücünü belirli bir denetim/ yetki düzeni içerisinde bir araya getirip ürünün yanı sıra artı-değer üretimi için işe koşar.

Karl Marx’ın bu emek -ve bununla bağlantılı sınıf- kavrayışı günümüz dünyasında dijitalleşme, otomasyon, internet, sosyal medya, hizmet, bilgi, teknoloji üretimiyle bağlantılı tüm sektörlerdeki yeni işleri kapsayacak biçimde öngörülü ve evrenseldir.[111]

Ve en önemlisi de günümüzde söz konusu olan kapitalist toplumların orta sınıflaşması değil, toplumun, tam da Karl Marx’ın büyük bir öngörü ile tespit ettiği gibi iki temel sınıf etrafında kutuplaşmasıdır: “Bununla birlikte dönemimizin, burjuva döneminin, ayırt edici bir özelliği vardır: Sınıf karşıtlıklarını yalınlaştırmıştır bu dönem. Bütün bir toplum iki büyük düşman kampa, birbiriyle doğrudan doğruya karşı karşıya gelen iki büyük sınıfa, yani burjuvazi ile proletaryaya her geçen gün daha fazla bölünmektedir.”[112]

Malum üzere: Proletaryanın tarihsel rolüne ilişkin tartışmalar sınıflar mücadelesinin her kritik momentinde gündeme geldi. Karl Marx’ın proletaryayı evrensel özgürlüğün öznesi olarak tanımlaması ve insanlığın kurtuluşu ile kendi kurtuluşu arasındaki diyalektik bağı felsefi, ekonomik ve politik olarak incelemesi düşünce tarihinde bir kopuşu ifade etti.

Onun devrimci rol yüklediği özne tarihsel, toplumsal ve siyasal boyutları olan ve başka bir dünya yaratma potansiyeline sahip, yıkıcı bir gücü ve kolektif özneyi anlatıyordu. Proletarya bu manada “modern Prometheus’u” simgelemekteydi.

Karl Marx erken dönem çalışmalarında Prometheus, felsefe ve proletarya arasında kurduğu bağ bu manada önemlidir. Başkaldırı, Prometheus; proletaryanın ontolojik özelliğidir. Ateş hırsızı Prometheus’un modern çağdaki biçimlenişi proletaryadır. Proletarya modern çağın ateş hırsızı ya da özgürlüğün yaratıcı ve kurucu gücüdür.

Karl Marx’ın geliştirdiği proletarya/ tarihsel devrimci özne bağlamı Marksist harekette farklı yorum ve eğilimleri beraberinde getirmiş, özneye yaklaşım farklı politik duruşlara yol açmıştır. Ayrıca M-L’ye yönelik temel eleştiriler ağırlıkta özneye bakış üzerinden yapılmıştır. Post-Marksizm ve post-modernizmin özne, özne-yapı ilişkisi üzerinden kendini tanımlaması manidardır.

Karl Marx proletaryayı tarih felsefesi üzerinden temellendirir. O, bütün çalışmalarında proletaryaya ya da sınıfa merkezi bir rol verir. Sınıf anahtar kavram işlevi görür. Hatta kavramın kendisi en önemli sınıf mücadelesi aracıdır. İşçi sınıfının Marksist sistematik içinde merkezi özne oluşu spekülatif bir tanımlama değil kapitalizmin ruhu, işleyiş yasaları aynı anlama gelmek üzere yıkılış yasaları ve ontolojik olarak barındırdığı antagonist çelişki ve bu çelişkinin aktif bir öznesi olarak varlığıyla ilgilidir.

Kapitalist sistem bir sömürü sistemidir ve artı-değer üretimi sistemin var oluşunu meydana getirir. Emekle sermaye arasındaki çelişki antagonist karakterdedir ve bu çelişki sınıfın sermayeye karşı aktif bir özne ya da merkezi güç olmasını ortaya çıkardığı gibi sınıf mücadelesi içinde yıkıcı gücünü besler ve şekillendirir.

İşçi sınıfı somut olarak sömürülmesinden kaynaklanan ve onu bir nesneye dönüştüren sisteme karşı otonomisine dayanarak ya da yaşadığı çıplak ve mutlak olumsuzluklara karşı harekete geçer. Sınıfın otonomisi sınıflar mücadelesi içinde beslenir.

Proletarya kapitalist toplumda kolektif aksiyon yeteneği olan tek devrimci sınıftır. Kolektif aksiyon yeteneği ücretli emek-sermaye sisteminin sonucu olarak doğan proletaryanın bu sistemi yıkma kudretini ve özgürlüğü fethetme kabiliyetini işaretler, hem kendini hem de bir sosyal anafor olarak insanlığı özgürleştirme potansiyelini ortaya koyar. Proletarya sınıfsız, sömürüsüz ve sınırsız bir toplumun/dünyanın yaratılmasında devrimci özne olarak rol oynar.[113] Bu saptamaların tümü, Ekim Devrimi ile devrimci öznenin yani partinin yaşamsal önemini doğrular.

Konuyla ilintili olarak Ekim Devrimi’nin Bolşevik Devrimi olarak anılması boşuna değildir. Bolşevik Parti’nin olmadığı koşullarda Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesi olanaklı değildi. Bolşevik Parti en özlü ifadeyle sınıfın yıkıcı gücünün kristalize oluşudur.

O hâlde Ekim Devrimi şöyle tanımlanabilir: Ekim Devrimi: 11. Tez artı Sovyetler.

11. Tez, “Tek Yol Devrim” demektir. Yani sınıfın yıkıcı gücünü/ enerjisini açığa çıkaracak ve kristalize edecek, tüm ezilenlerin enerjisiyle birleştirip bir pota içinde toplumsal kasırgaya dönüştürecek, sisteme yöneltecek güçtür. Çünkü aslolan değiştirmektir, aslolan yıkmaktır. Bunu yalnızca devrimci parti örgütler, yani Bolşevik Parti… Sovyetler ise sınıfın kurucu gücünü ortaya çıkarır ve sınıfın kendini ilga etmesinin temel organları olarak işlev görür. Doğrudan demokrasiyi yaratır.[114]

“Biz bu eserin yapımına başladık. Ne kadar zamanda, ne zaman, hangi ulusun proleterleri bu eseri sonuna vardırırlar bunun önemi yok. Önemli olan buzun kırılmış, yolun gösterilmiş ve açılmış olmasıdır,”[115] biçimde tanımlanması gereken Ekim Devrimi, proletaryanın tarihin öznesi ve devrimci bir sınıf olarak başka bir âlem yaratma kudretini gösteren muhteşem bir pratiktir.

ÇÖZÜM TEKNOLOJİDE DEĞİL, DEVRİMCİ POLİTİKADA!

“Umutsuzlar isyan etmez, çünkü

devrim bir umut eylemidir.”[116]

O hâlde, dijitalleşme, yapay zekâ, robotlar, bulut teknolojisi vb. tüm “değişenler” arasında, değişmeyenin üretim araçlarının özel mülkiyetini elinde tutan ve giderek daralan bir kapitalist sınıf ile yaşayabilmek için işgücünden başka hiçbir şeye sahip olmayan ve sayıları giderek kabaran (küresel) bir işçi sınıfı arasındaki çelişki olduğunu…

Kapitalizm var olduğu sürece egemen sınıfın teknolojiyi ve teknolojik gelişmeleri toplumsal refah için değil, kârını arttırmak adına kullanacağı ve denetleyeceği; bu nedenle de teknolojinin (kapitalizm koşullarında) “özgürleştirici” veçhelerinden söz etmenin abes olduğunu…

Teknolojinin “özgürleştirici” niteliğine ancak, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirildiği, emekçilerin üretim araçlarına el koyarak üretimi kâr-yönelimli değil, yaşam-yönelimli kılacağı bir toplumsal devrimle bürünebileceğini akıldan çıkarmamalı…

Nihayet “Bütün Ülkelerin Emekçileri, Birleşin!”[117] mottosu eşliğinde dediklerimi, bir kaç şey daha ekleyerek, noktalayayım…

Friedrich Engels’in,[118] “Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte en nihayetinde belirleyici öğe, gerçek hayatın üretimi ve yeniden üretimidir”…

“İnsanlık tarihinde gerçek olan her şey zamanla irrasyonel hâle gelir”…

“Mülkiyet edinmek, tuzlu su içmek misali, içtikçe susatan susadıkça içirten, sonu gelmez bir kanserdir”…

“Savaş, artık sadece soygun amacıyla yapılmaya başlandı ve sürekli bir sanayi kolu durumuna geldi”…

“Gerçek olan ateşte kanıtlanır, yanlış olan ise saflarımızda eksik olmayacaktır. Muhalifler, gençliğin daha önce hiç bu kadar çok sayıda bizim saflarımıza akın etmediğini kabul etmelidir… sonunda, aramızda coşku kılıcının deha kılıcı kadar iyi olduğunu kanıtlayacak biri bulunacaktır”…

“Tek kelimeyle bizi, sizin mülkiyetinizi yok etme niyetimizden dolayı kınıyorsunuz. Kesinlikle öyle; niyetimiz tam olarak budur”…

“Komünizm nedir? Komünizm, proletaryanın kurtuluş koşullarının doktrinidir.” “Komünizm, proletaryanın özgürleşme koşullarının öğretisidir”…

Karl Marx’ın,[119] “Bilmiyorlar ama yapıyorlar.” “Metalar dünyası büyüdükçe insanlar dünyası küçülür.” “İnsan, ne üretirse ona yabancılaşır.” “İnsanın kendi doğasına yabancılaşması kapitalist toplumun en temel kötülüğüdür.” “Yabancılaşmış emek sadece doğayı insandan yabancılaştırmaz, bununla birlikte insanı kendinden, kendi işlevinden, hayati faaliyetinden de yabancılaştırır. Bundan dolayı, insanı kendi türüne de yabancılaştırır. İnsanın türsel/cinsi yaşamını onun tekil yaşamı için bir araca çevirir”…

“İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.”[120] “Mademki insanı biçimlendiren yaşadığı koşullar; o hâlde koşullar en insani şekilde biçimlenmelidir.” “İnsanın insan olarak kendi gerçek nesnesi hâline gelmesi için, kendi içinde, göreli varlığını, yani arzunun ve yalın doğanın gücünü kırmış olması gerekir.”[121] “Bir kimsenin özgür olarak gelişmesi, herkesin özgür olarak gelişmesinin şartıdır.” “İnsan gelişmesinin alanı zamandır.”

“Bildiğimiz tek bir bilim var, o da tarih bilimi. Tarihe iki taraftan bakabilir ve onu doğanın tarihi ve insanların tarihi olarak ikiye ayırabiliriz. Ancak bu iki taraf birbirinden ayrılamaz; doğa tarihi ve insan tarihi, insan var olduğu sürece birbirine bağlıdır. Doğa bilimi olarak adlandırılan doğa tarihi bizi burada ilgilendirmiyor; ancak insanların tarihini incelememiz gerekecek, çünkü neredeyse tüm ideoloji ya bu tarihin çarpıtılmış bir kavrayışı ya da ondan tamamen soyutlanma anlamına geliyor. İdeolojinin kendisi bu tarihin yalnızca bir yönüdür.”[122] “Tarih, kamu yararı için çalışarak kendilerini yücelten insanları en büyük olarak adlandırır; deneyimler ise en çok sayıda insanı mutlu eden insanı en mutlu insan olarak kabul eder”…

“Hegel bir yerde, tüm büyük dünya-tarihsel olguların ve kişiliklerin, deyim yerindeyse, iki kez ortaya çıktığını söyler. Eklemeyi unutmuş: ilk kez trajedi olarak, ikinci kez fars olarak”…[123]

“İleriye doğru atılan her adım, her gerçek ilerleme, bir düzine programdan daha önemlidir.” “Geçmiş, günümüzün üzerinde bir kâbus gibi yatıyor”…

“Zaman içinde para, metalar gibi insanlarında değerini belirleyen, herkesin üstünde bir güç gibi görünmeye başlar. Para artık bir tanrı gibi gibidir.” “Para, insanın varlığının ve emeğinin yabancılaşmış özüdür ve bu yabancı öz, insanı tahakküm altına alır ve insan ona tapar.” “Elimizdeki para, aynı zamanda bu para karşılığında satmış olduğumuz şeyleri de temsil eder.” “… ‘Emek’ yakın doğası itibarıyla özgür olmayan, insani olmayan, toplumsal olmayandır, özel mülkiyetin tabi kıldığı ve özel mülkiyeti yaratandır”…

“Sermaye paradır: Sermaye metalardır… Değer olduğu için, kendine değer katabilme gibi gizli bir nitelik kazanmıştır. Canlı yavrular doğurur ya da en azından altın yumurtlar.” “Sermayenin ilkel/ ilksel birikimi, yani tarihsel oluşumu kendisini neye dönüştürür?… sahibinin emeğine dayanan özel mülkiyetin çözülmesi.” “Cimri yalnızca çıldırmış bir kapitalistken, kapitalist rasyonel bir cimridir”…[124]

 “Hiçbir toplumsal düzen, yeterli olan tüm üretici güçler geliştirilmeden yok olmaz ve yeni üstün üretim ilişkileri, eski toplumun çerçevesi içinde var olmalarının maddi koşulları olgunlaşmadan asla eskilerinin yerini almaz. Bu nedenle insanlık kaçınılmaz olarak kendisine yalnızca çözebileceği türden görevler yükler, çünkü daha yakından inceleme her zaman sorunun kendisinin ancak çözümü için maddi koşullar zaten mevcut olduğunda ya da en azından oluşum sürecinde olduğunda ortaya çıktığını gösterecektir”…[125] 

“Dini acı, aynı anda hem gerçek acının ifadesi hem de gerçek acıya karşı bir protestodur. Din, ezilen yaratığın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbi ve ruhsuz koşulların ruhudur. Din, halkın afyonudur”…[126]

 “Din eleştirisi her türlü eleştirinin başlangıcıdır.” “Eleştiri silahı elbette silahın eleştirisinin yerini alamaz, maddi güç maddi güç tarafından devrilmelidir; ancak teori de kitleleri kavradığı anda maddi bir güç hâline gelir. Teori, ad hominem (saldırı) sergilediği anda kitleleri kavrayabilir ve radikalleştiği anda ad hominem (saldırı) sergiler. Radikal olmak, meselenin kökünü kavramaktır. Ama insan için kök, insanın kendisidir”…[127]

“İşçi sınıfı devrimcidir ya da hiçbir şey değildir.”[128] “Ben hiçbir şey değilim ama her şey olmalıyım”…

“Tok insan açların isteklerini anlamaz.” “Hepiniz farkındasınız para da, toprak da, kanun da, fikir de, din de… Bu ülkede her şey.. Her şey sermayedarlara hizmet ediyor. Bizim bir vatanımız yok!”…

“Kapitalizm işçinin terinden, kirinden ve kanından beslenir.” “Sermaye, toplumdan gelen bir zorlama olmadığı sürece, emekçinin sağlığı veya yaşam süresi konusunda umursamazdır”…

“Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli şekillerde yorumlamışlardır; asıl mesele onu değiştirmektir.”[129] 

“Bizim merhametimiz yok ve sizden de merhamet istemiyoruz. Sıra bize geldiğinde, terör için mazeret üretmeyeceğiz. Ancak kraliyet teröristleri, Tanrı’nın ve yasanın lütfüyle terörist olanlar, pratikte acımasız, küçümseyici ve kaba, teoride korkak, gizli ve hilekâr ve her iki açıdan da itibarsızdırlar”…[130]

“Şiddet, tarihin ebesidir.” “Devrimler tarihin lokomotifleridir”…[131] 

“Komünistler görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye tenezzül etmezler. Amaçlarına ancak mevcut tüm toplumsal koşulların zorla yıkılmasıyla ulaşılabileceğini açıkça ilan ederler”…[132]

“Hayatta işlerimizin çoğunluğunda insanlık için çalışabileceğimiz konumu seçtiysek, hiçbir yük bizi eğemez, çünkü bunlar herkesin yararına fedakârlıklardır; o zaman küçük, sınırlı, bencil bir sevinç yaşamayız, ama mutluluğumuz milyonlara ait olur, eylemlerimiz sessizce ama sürekli olarak geçerli kalır ve küllerimizin üzerine asil insanların sıcak gözyaşları dökülür”…

V. İ. Lenin’in, “Kapitalist toplum daima ucu bucağı olmayan bir dehşettir.” “Bu toplum bir köle toplumudur”…[133] 

“Teorinin olmayışı, devrimci bir akımın var olma hakkını ortadan kaldırır ve onu eninde sonunda kaçınılmaz olarak siyasi iflasa mahkûm eder.” “Proletaryanın gerçeklere ihtiyacı var ve soylu bir küçük burjuva yalandan daha fazla hiçbir şey onun davasına zarar veremez”…

“İnsanlar politika alanında her zaman yalanın ve kendini aldatmanın kurbanı oldular ve ahlâki sözlerin, açıklamaların, vaatlerin arkasında yatan sınıfsal çıkarları görmeyi öğrendikleri güne dek de öyle kalacaklar.”[134] “Peki ama bir komünist ahlâk var mıdır? Bir komünist moral var mıdır? Elbette. Çoğu kez sanki bizim kendi ahlâkımızın olmadığı varsayılır. Ve çoğu kez burjuvazi bize karşı biz komünistlerin her türlü ahlâkı reddettiğimiz suçlamasını yapar. Bu burjuvazinin işçi, köylü kitleleri aldatma yöntemidir.” “Biz kaynağı insan toplumunun dışında olan bir ahlâk tanımıyoruz; bu bir aldatmacadır. Bizim için ahlâk proleter sınıf mücadelesinin çıkarlarına tabidir” …

“Gerici burjuvazi her yerde dinle ilgili çatışmaları kışkırtmayı iş edinmiştir.” “Dinsel inançları yüzünden yurttaşlar arasında fark gözetmek hiç hoş görülemez. Bir yurttaşın dininin resmi belgelerde yalnızca belirtilmesine bile tartışmasız son verilmesi gerekir.”[135] “Din halkı uyutmak için kullanılan afyondur”…

“Cinayete tanıklık edince tarafsız olamazsın. Durdurmak istemezsen taraf tutmuş olursun.” “Sınıf mücadelesi dışındaki bir sosyalizm boş laf, ya da saf bir hayaldir”…

“Rüyalarla gerçeklik arasındaki gediğin, rüyayı gören kişi rüyasına cidden inanıyorsa, hayatı dikkatle gözlemleyip yaptığı gözlemleri hülyalarıyla kıyaslıyorsa ve onları gerçekleştirmek için samimiyetle çalışıyorsa zararı yoktur. Eğer rüyalarla hayat arasında böyle bir bağlantı varsa o zaman her şey yolundadır.” “Siyasete karışmazsanız, siyaset eninde sonunda hayatınıza müdahale eder”…

 “Basit ve açık, yığınlar tarafından anlaşılır bir dille konuşmak,… çok bilmiş kavramcıların ağır ateşinden, yaratıcı sözcüklerden, ezberlenmişi hazır, ama yığınlarca anlaşılmayan, henüz tanınmayan parolalar, tanımlar, sonuçlardan ilk ve son olarak vazgeçmeyi bilmek gerekir.”[136] “Kitleler ile yakın ol. Onlarla birlikte yaşa. Ruh hâllerini bil. Her şeyi bil. Kitleleri anla. Onlarla yakınlaş. Kesin olarak güvenlerini kazan. Önderler öncülük ettiği yığınlardan, öncü de emek ordusundan kopmamalıdır. Kitleleri pohpohlama ve onlardan kopma”…[137]

“Bir Marksist, bir durumu değerlendirmek için, olabilecek olandan değil, gerçek olandan hareket eder.” “Soyut gerçeklik diye bir şey yoktur. Gerçek her zaman somuttur.” “En büyük devrimci gerçektir”…

“Ezilenler ile ezenlerin, sömürülenler ile sömürenlerin ‘eşitliği’ olamaz, yoktur ve olmayacaktır.” “Tarih, ezilen sınıfların baskı ve zulüm düzenlerini devirme girişimleriyle doludur”…

“Devrim; kadının mutfaktan çıkıp ülkeyi yönetmesidir.” “Toplumsallaştırılmış tıp, sosyalist devletin kemerinin kilit taşıdır”…

“İnsan gerçek dostlarını felâket anında tanır. Yenilgi yılları, iyi bir okuldur.” “Bir örgüte karakterini veren eylemin muhtevasıdır”…

“İşleri yapanlar tanrılar değildir, işçilerin ve köylülerin kafalarına iyice yerleştirmeleri gereken gerçek budur.” “İnsanlara şunu söylüyoruz: Yalancıların maskelerini kaldırın, körlerin gözlerini açın!” “Hiçbir diktatör iç savaş çıkarmadan gitmez”…

“Organize olmuş azınlıklar, organize olmamış yığınlara hükmederler”…

“Ezilen ulusların sosyalistleri ise, ezen ve ezilen milliyetlerin işçilerinin (örgütsel dahil) tam birliği için yılmaz bir mücadele vermelidir.” “Bugünkü savaşta halkın burjuvazi tarafından en yaygın aldatılma biçimi, yağmacı amaçlarını ‘ulusal kurtuluş’ ideolojisi maskesi arkasına gizlemektir.”[138] “Devrimci bir sınıf gerici savaşta hükümetinin yenilmesini ister.”[139] “Savaş, acımasızdır”…[140] 

“Sıçrama olmaksızın aşmalılık hiç bir şey izah etmez. Sıçramalar, sıçramalar, sıçramalar!” “Ezilenlerin ve sömürülenlerin bayram günü devrim olacaktır.” “Kapitalistler bize onları asacağımız ipi satacaklar”…

“Bizim için sovyetler biçim olarak önemli değildir, bizim için önemli olan, bu sovyetlerin hangi sınıfları temsil ettiğidir. Bu yüzden proletaryanın bilincini aydınlatmak için uzun süreli bir çalışma gereklidir”…

Rosa Luxemburg’un,[141] “İşçilerin dünya çapındaki kardeşliği bence yeryüzünün en yüce ve kutsal şeyi; benim yol gösterici yıldızım, idealim ve vatanım; bu ideale ihanet etmektense, hayatımı vermeyi seve seve kabul ederim!”…

“Sizi budala çakallar! Sizin ‘düzen’iniz kumdan inşa edilmiştir; yarın devrim bir kere daha ayağa kalkacak; ve trompet sesleri ortasında sizi dehşete düşürerek haykıracaktır: Vardım, varım, var olacağım!”…

Leon Trotsky’nin, “Karanlık, cehalet ve vahşet konusunda ne kadar tükenmez bir rezervleri var!”…

“Burjuvazi, dünyayı açık bir hapishaneye çevirmeyi başardı. Fakat çürüyen kapitalizmin krizi, emekçiler için kitlesel mücadeleden başka şans bırakmıyor”…

Maximillian Robespierre’in, “Özellikle özgürlüğün düşmanları için sızlanan duyarlılık beni kuşkulandırır.” “Hainlere yumuşaklık hepimizi yok edecek.” “Kral, ülkenin yaşayabilmesi için ölmeli”…

Mao Zedung’un, “Gök kubbenin altında muazzam bir kaos var, vaziyet harika”…

“Atom bombası, Amerika Birleşik Devletleri gericilerinin insanları korkutmak için kullandığı bir kâğıttan kaplandır. Korkunç görünüyor, ama aslında değil”…

“Tüm gericiler kâğıttan kaplanlardır. Güç gericilerin değil, halkındır”…

“Kitlelere ve partiye inanmalıyız. Bunlar iki temel ilkedir. Bu ilkelerden şüphe edersek, hiçbir şey başaramayız”…

“Gök gürültüsü insanın kulaklarını tıkamak için zaman bırakmaz”…[142]

Pyotr Kropotkin’in, “Devrimlerin her zaman azınlıklar tarafından yapıldığını unutmamalıyız”…

Emma Goldman’ın, “Toplumun dayattığı zincirler, bireyin ruhunu köreltir. İsyan etmek, bu zincirleri kırarak gerçek özgürlüğe ulaşma yolculuğudur”…

Mikhail Bakunin’in, “Tanrı fikri insanın mantığını ve muhakeme yetisini yok eder”…

Ho Chi Minh’nin, “Atılgan ve mücadeleye bağlı insanlar vardır, onlar ne tehlikelerden çekinirler ne de düşmandan korkarlar, böylece onlar devrime hizmet ederler”…

Fidel Castro’nun, “Ben bir Marksist Leninist’im ve yaşamımın son anına kadar da böyle kalacağım.” “Siyasetten, devrimden ve düşüncelerimden asla vazgeçmeyeceğim”…

“Devrim, gelecek ile geçmiş arasındaki ölümüne bir mücadeledir.” “İnsanlık, zincirlerini kıranlardan çok şey öğrenebilir. Yüzyıllardır insanlığı zincirleyenler, insanlığa hiçbir şey öğretemez”…

“Biz başka ülke halklarına bomba göndermiyoruz. Şehirlerini bombalamak için yüzlerce uçak da göndermiyoruz. Bizim nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlarımız yok. Bilim insanlarımızı ve doktorlarımızı hayat kurtarsınlar diye yetiştirdik”…

Ernesto Che Guevara’nın,[143] “Tek amacım, gittikçe soğuyan bu dünyada üşüyen halkların ısınabileceği, paylaşılan ateşler yakmaktı”…

“Bir şeyi yapmak için, onu çok sevmelisiniz. Bir şeyi sevmek için, ona delicesine inanmalısınız”…

“Bir devrimci başkasına atılan tokadı kendi yüzünde hissedendir”…

“Peşinden gidecek cesaretin varsa, bütün hayaller gerçek olabilir”…

“Hiç arkadaşınızın olmaması kötüdür; daha kötü olan ise hiç düşmanınızın olmamasıdır”…

“Hayat, insan kalabilme mücadelesidir. Şerefinle, namusunla, onurunla!”…

“Hayatın kurallarını değiştirecek kadar güçlü değilim ama kurallara boyun eğmeyecek kadar güçlüyüm”…

“Hayatta daima gerçekleri savun. Takdir eden olmasa bile vicdanına hesap vermekten kurtulursun”…

“Biz devrimciler yanılabiliriz, yanlış şeyler söyleyebiliriz, ama asla yalan söylemeyiz!”…

“Hayatınızı, zaferleri kutlayarak değil yenilgilerin üstesinden gelerek yaşayın”…[144]

“Her ülkenin öznel koşulları, yani bilinç, örgütlenme ve önderlik etmenleri gelişme derecesinin büyüklüğüne ve küçüklüğüne bağlı olarak devrimi hızlandırabilir ya da geciktirebilir. Ama, her tarihi dönemde er ya da geç nesnel koşullar olgunlaştığında, bilinç kazanılır, örgüt oluşturulur, önderlik ortaya çıkar”…[145]

Emiliano Zapata’nın, “Emekçiler birleştiğimizde yenilmez olacağız; biz güç ve halkız, biz yarınız!” “Toprağın sahibi olmaz, biz toprağa aitiz.” “Öfke ve nefret düşünceleri içinde doğmuş bir insan, barışı sürdürülebilir mi?”…

“Güçlü bir halk lidere ihtiyaç duymaz.” “Güçsüz halklar güçlü liderler çıkarır, güçlü halklarınsa lidere ihtiyacı yoktur”…

Komutan Yardımcısı Marcos’un,[146] “İsyanı seçtik. Diğer bir deyişle, yaşamı seçtik.” “İktidar için önemli olan paradır, isyankâr içinse onur”…

“Zapatistalar artık kimsenin asker olmaması için asker olmuşlardı ve biz özgür olmak için mücadele ettik.” “Bütün imparatorluklar ya da dünya üzerindeki bütün baskı araçları kendi yıkılışlarının arifesine kadar yenilmez görünürler”…[147]

“Kendimiz olurken bizi olduğumuz gibi görmeye yetkin insanlar bulmak için zamana ihtiyacımız vardı. Bizi tepeden değil tabandan görebilecek insanlar bulmak için; gözümüzün içine empatiyle bakabilecek insanlar bulmak için zamana ihtiyacımız vardı.” “Sözümüz silahımızdır.” “Öldürmek ya da öldürülmek için savaşa gitmedik. Duyulmak için savaşa gittik.” “İşte biz tüm zamanın ölüleri, yeniden ölüyoruz; ancak bu kez yaşamak uğruna”…[148]

Gassan Fayiz Kenefânî’nin, “Emperyalizm vücudunu tüm dünyaya, Doğu Asya’daki kafaya, Orta Doğu’daki kalbe, atardamarların Afrika ve Latin Amerika’ya uzanmasına yol açtı. Nereye vurursanız olun, ona zarar verirsiniz ve Dünya Devrimi’ne hizmet edersiniz”…

Ve nihayet “Yarım devrim yapan, kendi mezarını kazar,” diyen Fransız devrimci Louis-Antoine de Saint-Just’ün, 26 yaşında giyotine gittiği gece mektubuna yazdığı, “Koşullar, sadece mezara girmemekte direnenler için zordur,” satırlarını asla unutmamalıyız!

İşte o zaman “İşçi sınıfı hiçbir şey yapmıyor, bu işçilerden adam olmaz!” zırvalarına aldırmayabiliriz…

Malum, devrimcilerin yenilgi ve gerileme dönemlerinde sık karşılaştıkları zırvadır bu(nlar)!

Aslında bu sözlere yansıyan zihniyet hakikâtin ifadesi olmaktan çok, bezgin ve isteksiz bir ruh hâlinin, vazgeçişin yansımasıdır. Yani gerçeği dile getirmekten ziyade, karamsarlığını ilân ederek, mücadeleye paydos etmektir. Oysa devrimcilere düşen, ne denli zor olursa olsun, gerileme sarmalından çıkmak için yapılması gerekenlere yoğunlaşmaktır.

Yeniden, bir kez daha işçi sınıfının devrimci mücadelesiyle toplumsallaşan örgüt(lenmey)e muhtacız…

Proletarya insanlık tarihinde özel devrimci niteliğe sahip evrensel bir sınıftır. Karl Marx, proletaryanın özel konumunu şöyle formüle eder:

“Köklü zincirleri olan, sivil toplumun içinde bir sınıf olduğu hâlde sivil toplumun bir sınıfı olmayan, bütün sınıfların çözülüşünü simgeleyen, acıları evrensel olduğu için evrensel bir nitelik taşıyan, kendisine yapılan haksızlık özel olmayıp genel bir haksızlık olduğu için yalnız kendisinin kurtuluşunu değil tüm toplumun kurtuluşunu amaçlayan bir sınıf… Geleneksel bir statü değil sadece insanca bir statü isteyen, siyasal düzenin kimi sonuçlarına değil bütün sonuçlarına karşı olan ve kendisini bütün alanlardan kurtarmadıkça kurtulmasına olanak bulunmayan, kısacası insanlığın toptan yitirilmesi demek olan ve ancak insanlığın toptan kurtulması hâlinde kendisini kurtarabilecek olan bir sınıf… İşte bu özel sınıf proletaryadır.”[149]

“Bugünkü toplumun bütün hayat koşulları, en insan dışı yanlarıyla, proletaryanın hayat koşullarında yoğunlaşmış bir hâldedirler. Proletaryada insan, gerçekten kendi kendisini yitirmiş; ama aynı zamanda da bu yitirişin teorik bilincine ermiştir. Proletaryada, bunun yanı sıra bir şeye daha ermiştir insan: Sefalete; Sefaletten kaçınamamaktadır artık, mazur gösterememektedir sefaleti kendi kendine; sefalet, zorunluluk’un pratikte dile gelişi olarak, kaçınılmaz bir şekilde kendini kabul ettirmektedir ona, ve onu, böyle bir insan dışılığa kadar doğrudan doğruya isyana zorlamaktadır. İşte bunun içindir ki proletarya, kendi kendini özgürleştirebilir; ve zorunlu olarak da özgürleştirecektir.

Ne var ki, proletarya, ancak kendi hayat koşullarını yıkarak hürleştirebilir kendi kendini. Ve proletarya, kendi hayat koşullarını, bugünkü toplumun bütün insan dışı hayat koşullarını (proletaryanın kendi durumunda özetini bulan bu koşulları) ortadan kaldırıp yıkmaksızın yıkamaz. Proletaryanın o amansız, ama güçlendirici emek okulundan geçişi boşuna değildir. Şu ya da bu proleterin, ya da hatta tüm proletaryanın, şu an için hangi ereği tasarladığını bilmek söz konusu değildir artık burada. Söz konusu olan, ‘proletaryanın ne olduğu’dur; ve bu varlığı’na uygun olarak, tarihsel bakımdan neyi yapmak zorunda kalacağıdır…”[150]

Yani işçi sınıfının, mücadelenin motor gücü olması; baskı altında olmasından, yoksulluğundan değil; sermaye birikiminin temeli artı-değeri üreten sınıf olmasından kaynaklanır. Bu gerçeklik kapitalizm var oldukça varlığını sürdürecektir. Muhtelif biçimlere bürünebilse de, ama asla gerçekliğinden bir şey yitirmeyecektir. Zira sermayenin varlığı, işçi sınıfının varlığına sıkı sıkıya bağlıdır. Bunun içindir ki işçi sınıfı, üretimin toplumsallığı ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkiyi sermayeyi alt ederek ezilen sınıflar lehine ortadan kaldırıp, devrim yoluyla toplumsal mülkiyet temelli sınıfsız ve sömürüsüz özgürlük toplumunu, tam komünizmi gerçekleştirecek asıl güçtür.

Yeri gelmişken hatırlatalım: “Tarihin tüm hareketi, basitçe komünizmin fiili doğuş eylemi – ampirik var oluşunun doğum eylemi- olarak, bu nedenle, onun düşünen bilinci için oluşunun kavranmış ve bilinen sürecidir,” vurgusuyla ekler Karl Marx:

“İşçi sınıfı, gelişimi sırasında, eski sivil toplumun yerine, sınıfları ve onların antagonizmasını dışlayan bir birlik koyacak ve siyasi iktidar tam da sivil toplumdaki antagonizmanın resmi ifadesi olduğu için, artık siyasi iktidar diye bir şey kalmayacaktır.”[151]

“Komünizm kimseyi toplumun ürünlerini mülk edinme gücünden yoksun bırakmaz; yalnızca bu mülk edinme aracılığıyla, başkalarının emeğini boyunduruk altına alma gücünden yoksun bırakır.”

“Komünizm, bizce, oluşturulması gereken bir durum, gerçekliğin kendisini uydurmak zorunda olduğu bir ideal değildir. Günümüzdeki durumu ortadan kaldıran gerçek hareketi komünizm olarak adlandırıyoruz.”[152] 

Böylesi bir perspektif elbette, “Sınıflar üzerine yapılan teorik tartışma basitçe akademik bir tartışma olarak görülmemeli. Bu tartışma iki açıdan önemli. Birincisi, Marksizm hâlâ dünyayı açıklayabiliyor mu sorusuna yanıt vermek için önemli. Her şey sürekli olarak değiştiğine göre sınıflarda da değişim yaşanıyor. Ancak bu değişim işçi sınıfının artık yok olduğu veya dünyanın büyük çoğunluğunu işçiler mi yoksa orta sınıf mı oluşturuyor gibi sorulara yanıt vermek Marksist teoriyi güncelleyerek mümkün olabiliyor. Marksizmin hegemonik gücünü kaybettiği 1990’lardan beri Weberci orta sınıf anlayışının hâkim olması yani orta sınıfın; orta düzey ücrete sahip, eğitimli, nitelikli bir işe sahip olması gibi özellikler üzerinden tanımlanmasını hâkim kıldı… Dolayısıyla Marksistler sınıf teorilerini güncelleyerek, sosyal gerçekliği açıklama kabiliyetinden uzaklaşan ya da onun sadece donuk bir resmini açıklamaktan ibaret olan sınıf teorilerine yanıt üretmek zorundadır,”[153] diyen bir kafa karışıklığına “fazla gelir” ve gelmektedir de!

Nâzım Hikmet Ran’ın, Büyük insanlık gemide güverte yolcusu/ tirende üçüncü mevki/ şosede yayan/ büyük insanlık.

Büyük insanlık sekizinde işe gider/ yirmisinde evlenir/ kırkında ölür/ büyük insanlık.

Ekmek büyük insanlıktan başka herkese yeter/ pirinç de öyle/ şeker de öyle/ kumaş da öyle/ kitap da öyle/ büyük insanlıktan başka herkese yeter.

Büyük insanlığın toprağında gölge yok/ sokağında fener/ penceresinde cam/ ama umudu var büyük insanlığın/ umutsuz yaşanmıyor,” dizelerindeki işçi sınıfı (biçimsel değişiklikler dışında) aslî olarak yerli yerindedir!

“Sınıflar, birbirlerinden, tarihsel olarak belirlenmiş bir toplumsal üretim sisteminde tuttukları yere, üretim araçlarıyla olan (çoğu durumda yasalarla saptanan ve formüle edilen) ilişkilerine, emeğin toplumsal örgütlenişindeki rollerine ve bunun sonucu olarak, toplumsal zenginlikten aldıkları payın boyutlarına ve bunu elde etme tarzına göre ayrılan büyük insan gruplarıdırlar.”[154]

‘Komünist Manifesto’dan aktarırsak: “Burjuvaziyle karşı karşıya olan bütün sınıflar içinde, yalnız proletarya gerçekten devrimci bir sınıftır. Öbür sınıflar çağdaş sanayi karşısında çözülür, sonunda yok olur giderler; proletarya ise, modern sanayinin özel ve asli ürünüdür. Orta tabakalar, küçük imalatçı, dükkân sahibi, zanaatkâr, köylü, bunların hepsi, orta tabakanın ufak kesimleri olarak ayakta kalabilmek için burjuvaziyle savaşırlar. O yüzden de devrimci değil, tutucudurlar. Hatta gericidirler, çünkü tarihin tekerleğini tersine döndürmeye çalışırlar.”[155]

Elbette kendiliğinden sınıf olarak işçi sınıfını dayanışma içinde, ortak hareket eden sınıf olarak göremeyiz. Çünkü işçi sınıfı toplumsal bir varlık olarak diğer sınıflarla çok yönlü bir ilişki içinde sosyal, tarihsel varlık olarak gelişir ve sermaye ile karşı karşıya geldiği ölçüde politik özneye dönüşür. “Tek tek bireyler, ancak başka bir sınıfa karşı ortak savaşım yürütmek zorunda oldukça bir sınıf meydana getirirler; bunun dışında rekabet içinde birbirlerine düşmandırlar.”[156]

Ortak düşmana karşı mücadeleye giriştiklerinde aralarındaki rekabet dayanışmaya, sınıf çıkarına dönüşür. Bu çok yönlü somut yaşam pratiği sınıf bilincini ve politik özne olmayı besler: “Maddi üretimlerini ve karşılıklı maddi ilişkilerini geliştiren insanlar, kendilerine özgü olan bu gerçek ile birlikte hem düşüncelerini, hem de düşüncelerinin ürünlerini değiştirirler. (…) Yaşamı belirleyen bilinç değil, tersine, bilinci belirleyen yaşamdır.”[157]

İşçi sınıfının sermayeye karşı mücadeleyle politik özne hâline gelmesi, sınıf bilinciyle donanımı ve örgütlülüğü kapitalizmi alt edecek biricik güçtür. Bu güç olmadan kapitalizmin yenilmesi mümkün değildir. Hangi düzey ve ölçekte olursa olsun, krizler kapitalizmin sonu getirmez, getiremez. Kuskusuz kriz(ler), sınıf mücadelesine yeni imkânlar yaratır. Ancak yeterli değildir; olamaz da…

Şimdi M-L’lere “Emek sömürüsünü, söylentiyi gerçeğe ve gerçeği de söylentiye çeviren manipülasyonları mahkûm etmekten korkmayan bir etik.

Hazırlıksız yakalananın çaresiz kapana kısıldığı, zayıfın ve savunmasızın yok olup gideceği fikrinin yayılmasını mahkûm etmekten korkmayan bir etik.

İnsanın tutmaya hiç de niyetli olmadığı sözler vermesini ve yalanın hayatta kalmak için âdeta vazgeçilmez hâle gelmesini mahkûm eden bir etik”in[158] devrimci praksisi gerek; tıpkı ‘Sınıf Mücadelesinin Strateji ve Taktikleri’nde (1879) Karl Marx ile Friedrich Engels’in işaret ettikleri üzere, “Tarihin dolaysız itici gücü olarak sınıf mücadelesi fikrini ve özellikle de modern toplumsal devrimin büyük kaldıracı olarak burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf mücadelesini ön plana çıkardık;… Enternasyonal’in kuruluşunda, savaş çığlığını açıkça formüle ettik: İşçi sınıfının kurtuluşu bizzat işçi sınıfının eseri olmalıdır”…

Duydum; birisi fısıldadı, “Biz bunları çok dinledik, yeter artık” diye…

Doğrudur!

Denilenler bana, “Artık hiç kimse beklemeyi bilmiyor, çünkü beklemeye değecek bir şeyleri yok,” diyen John Berger’in anımsatıyor ve acı acı gülümsemeden edemiyorum.

Komünizm size, “Hemen şimdi”ci bir söylemle “garantiler” vermez.

O, ne kadar örgütlenip, ne denli militanca mücadele ederseniz geleceği o kadar yakınlaştırıp, realize edebileceğinizi yani geleceğin ellerinizde olduğundan; bugünde geleceğ(iniz)i biçimlendiriğini anlatıp, “Tarih hiçbir şey yapmaz, ‘muazzam bir servete sahip değildir’, ‘savaşmaz’. Tüm bunları yapan, sahip olan ve savaşan insandır, gerçek, yaşayan insandır; ‘tarih’, insanı kendi amaçlarına ulaşmak için bir araç olarak kullanan ayrı bir kişi değildir; tarih, amaçlarının peşinden giden insanın faaliyetinden başka bir şey değildir,”[159] der.

Hepsi bu kadar; ne daha çok ne de daha az ve bunlar böyleyken; “Nos probamos en muchas condiciones. siempre hemos sido nosotros/ Birçok durumda kendimizi test ettik. Her zaman bizdik,” dedik Ernestro Che Guevara’dan öğrendiklerimizle.

Beni dinlediğiniz, bana katlandığınız için teşekkür ederim.

10 Ekim 2024 13:43:11, İstanbul.

N O T L A R

[1] 2 Kasım 2024’de “Dibistana Marksîst Lı Amedê/ Amed’de Marksist Okul’un Amed’de düzenlediği Marksizm Günleri II. Oturum’undaki, “Üretim, Teknoloji ve Otomasyon. İşçi Sınıfı Yapısındaki Dönüşümler, Sınıf Mücadelesi Üzerindeki Etkileri” paneline sunulan tebliğ…

[2] Brana Crnevic.

[3] Elias Canetti, Marekeş’te Sesler, çev: Kamuran Şipal, Sel Yay., 2018.

[4] André Gorz, Elveda Proletarya, çev: Hülya Tufan, Afa Yay. 1980.

[5] Alan Swinge Wood, Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, çev: Osman Akınhay, Agora Yay., 2014, s.432.

[6] Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Pandemiyle Gelen(ler): Distopya mı, Ütopya mı?”, Rojnameya Newroz, Temmuz 2020… https://temeldemirer.blogspot.com/2020/07/pandemiyle-gelenler-distopya-mi-utopya.html

[7] Bkz: i) Temel Demirer, “Geçmişten (Bugündeki) Geleceğe”, Önsöz Dergisi, No:45, Yaz 2020…

ii) Temel Demirer, “Çarpıtmaların Yol Açtığı Hafıza Kaybına Dair”, Kaldıraç Dergisi, No:268, Kasım 2023…

iii) Temel Demirer, “Soru(n)larıyla Yapay Zekâ ve İnsan(lık)”, Avrupa Demokrat, Şubat 2024… https://temeldemirer.blogspot.com/2024/03/sorunlariyla-yapay-zekâ-ve-insanlik.html

iv) Temel Demirer, “… ‘Yapay Zekâ’, ‘Sosyal Medya’, ‘Kontrol’ Vd’leri!”, Kaldıraç Dergisi, No:279, Ekim 2024…

[8] V. İ. Lenin.

[9] Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, çev: Adnan Cemgil,: Belge Yay., 2007.

[10] Giuseppe Tomasi Di Lampedusa, Leopar, çev: Semin Sayıt, Can Yay., 1998.

[11] Mehmet Altan, “Proletaryadan Prekaryaya”, 29 Ağustos 2022… https://artigercek.com/makale/proletaryadan-prekaryaya-222444

[12] Mahfi Eğilmaz, “Proletarya, Prekarya ve Ötesi”, 7 Ocak 2018… https://www.mahfiegilmez.com/2018/01/proletarya-prekarya-ve-otesi.html

[13] Guy Standing, Prekarya-Yeni Tehlikeli Sınıf, çev: Ergin Bulut, İletişim Yay., 2014, s.20.

[14] Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı, s.24-25 ve 40-41.

[15] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.

[16] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993.

[17] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.

[18] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1970.

[19] Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1997.

[20] Tülin Öngen, Prometheusun Sönmeyen Ateşi: Günümüzde İşçi Sınıfı, Alan Yay., 1994.

[21] Pyotr Kropotkin.

[22] Estevan Hernandez, John Prysner & Derek Ford, “Teknolojiye Marksist Bir Yaklaşım”, 18 Mayıs 2020… https://sendika.org/2020/05/teknolojiye-marksist-bir-yaklasim-estevan-hernandez-john-prysner-derek-ford-587708

[23] Şule Daldal, “Emeğin Özgürleşmesi Üzerine”, 23 Temmuz 2008… https://politeknik.org.tr/emein-oezguerlemesi-uezerine-ule-daldal/

[24] Yuval Noah Harari, 21. Yüzyıl İçin 21 Ders, çev: Selin Siral, Kolektif Kitap, 2018, s.49.

[25] Özlem Yüzüok, “Kırılma… Manifesto”, Cumhuriyet, 1 Mart 2024, s.9.

[26] Arif Koşar, “Demokratik Modernite’de ‘Sınıf’ Kavramı ve İşçi Sınıfı”… https://teoriveeylem.net/tr/2017/04/01/demokratik-modernitede-sinif-kavrami-ve-isci-sinifi/

[27] İlker Belek, “Post-Kapitalist” Paradigmalar, Sorun Yay., 1997, s.11.

[28] Alvin Toffler, Üçüncü Dalga, çev: Ali Seden, Altın Kitaplar, 1981.

[29] Peter F. Drucker, Kapitalist-Ötesi Toplum, çev: Belkıs Dişbudak Çorakçı, İnkilâp Kitabevi, 1993.

[30] Manuel Castells, Ağ Toplumunun Yükselişi- Enformasyon Çağı/ Ekonomi, Toplum ve Kültür, çev: Ebru Kılınç, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., 1999… Manuel Castells, Enformasyon Çağı Ekonomi Toplum ve Kültür, çev: Ebru Kılınç, Bilgi Üniversitesi Yay., 2008… Manuel Castells, Kimliğin Gücü, çev: Ebru Kılınç, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., 2007.

[31] Daniel Bell, The Coming Of Post Industrial Society: A Venture in Social Forecasting, Basic Books, New York, 1973.

[32] André Gorz, Elveda Proletarya, çev: H. Tufan, Ara Yay., 1986, s.74

[33] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.448.

[34] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.453.

[35] Ange Guépin, Considérations Statistiques Sur les Canaux de Bretagne, Hachette Livre Bnf, 2021.

[36] Eduardo Galeano, Yürüyen Kelimeler, çev: Bülent Kale, Çitlembik Yay., 2003.

[37] “Egemenler çağı, nesne ve hizmetlerin gasp edilmesi ve bunlardan mahrum bırakma şeklinde çalışan insandan kaymak alma çağıdır. Egemenin iktidarı kendini tasarruf ve müdahale hakkı olarak gösterir. Disiplin toplumuysa üretime önem verir. Aktif endüstriyel değer üretimi çağıdır. Bu gerçek değer üretimi çağı artık sona ermiştir.

Hatta günümüz finans kapitalizminde değerler radikal biçimde yok edilmektedir. Neo-liberal rejim tükenme çağını başlatmıştır. Şimdi sömürülecek olan ruhtur. Bu yüzdendir ki bu yeni çağa depresyon ya da tükeniş (burnout) gibi ruhsal rahatsızlıklar eşlik ediyor. Amerikan kişisel gelişim literatürünün sihirli formülü sağaltımdır (healing). Bu kavram verimlilik ve performans uğruna her işlevsel zayıflığı, her zihinsel tıkanmayı tedaviyle gidermeyi amaçlayan kendini optimize etme faaliyetini tanımlar. Sistemin optimize edilmesiyle örtüşen bu kendini sürekli optimize ediş yıkıcıdır. Zihinsel çöküşe yol açar. Kendini mükemmelleştirmeye çalışmanın kendini tümüyle sömürme olduğu ortaya çıkar.” (Byung-Chul Han)

[38] Ernestro Che Guevara, Sosyalizm ve İnsan, çev: Nadiye R. Çobanoğlu, Yar Yay., 1978.

[39] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.247.

[40] Ellen Meiksins Wood, Sermayenin İmparatorluğu, çev: Sami Oğuz, Epos Yay., 2006, s.16.

[41] Hayri Kozanoğlu, “Dünya Ekonomisi Nereye Gidiyor?”, Birgün, 23 Nisan 2024, s.5.

[42] Karl Marx, aktaran: Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı, Tarih Bilinci Yay., 2002.

[43] Karl Marx, aktaran: Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı, Tarih Bilinci Yay., 2002.

[44] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.195.

[45] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.188.

[46] Eduardo Galeano.

[47] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011.

[48] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1970.

[49] Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, çev: Oktay Emre, Sosyalist Yay., 1994, s.40-41.

[50] Karl Marx, Kapital’e Ek- Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, çev: Mustafa Topal, Ceylan Yay., 1999, s.32.

[51] Friedrich Engels, “İngilizce Baskıya Önsöz, 5 Kasım 1886”, Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.39.

[52] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011.

[53] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.372.

[54] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.410.

[55] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.411.

[56] Estevan Hernandez, John Prysner&Derek Ford, “Teknolojiye Marksist Bir Yaklaşım”, 18 Mayıs 2020… https://sendika.org/2020/05/teknolojiye-marksist-bir-yaklasim-estevan-hernandez-john-prysner-derek-ford-587708

[57] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.431.

[58] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.390.

[59] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.395.

[60] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.497-498.

[61] Karl Marx makinenin değil, onun kapitalist tarzda kullanımının işsizliğe neden olduğunu açıklarken şunları da ekler: “Makine tek başına alındığında çalışma saatlerini kısalttığı hâlde, sermayenin hizmetine girdiği zaman bunu uzatmakta ve gene kendi başına, çalışmayı hafiflettiği hâlde, sermaye tarafından kullanıldığı zaman, işin yoğunluğunu artırmaktadır; kendi başına, o, insanın doğa üzerindeki zaferi olduğu hâlde, sermayenin elinde, insanları bu kuvvetlerin kölesi hâline getirmektedir; kendi başına, üreticilerin servetini artırdığı hâlde, sermayenin elinde bunları sefilleştirmektedir…” (Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.453.)

[62] Karl Marx, Abbe Lancellotti tarafından yazılan bir kitaptaki bilgilere atıfla, Danzig’li Anthony Müller tarafından geliştirilen dokuma makinesinin kullanılmasına karşı ortaya çıkan tepkiler sonucu makine yapımcısının boğazlatıldığını, makinenin 1629’a kadar kullanılmadığını, tepkiler nedeniyle Almanya’da 1685 tarihli İmparatorluk kararıyla yasaklandığını ve bu durumun 1765’e dek devam ettiğini; Hollanda (1661) ve İngiltere’de su gücüyle çalışan yün kırpma makinesinin on binlerce işçi tarafından ateşe verilmesiyle birlikte Luddite hareketinin ortaya çıktığını belirtir. (Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.440.)

[63] Yusuf Akdağ, “Makineler ve İşçiler; Dünyayı Robotlar mı Yönetecek?-2”, https://teoriveeylem.net/tr/2018/06/03/makineler-ve-isciler-dunyayi-robotlar-mi-yonetecek-2/

[64] Karl Marx.

[65] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993, s.177.

[66] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, 612.

[67] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.

[68] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi [Feuerbach], çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976, s.42.

[69] Karl Marx, Artı-Değer Teorileri, Birinci Kitap, çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1998, s.285.

[70] Karl Marx, Grundrisse: Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, çev: Sevan Nişanyan, İletişim Yay., 4. baskı, 2014, s.485.

[71] Karl Marx, Grundrisse: Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, çev: Sevan Nişanyan, İletişim Yay., 4. baskı, 2014, s.548.

[72] Karl Marx, Grundrisse: Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, çev: Sevan Nişanyan, İletişim Yay., 4. baskı, 2014, s.549.

[73] Karl Marx, Grundrisse: Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, çev: Sevan Nişanyan, İletişim Yay., 4. baskı, 2014, s.552.

[74] V. İ. Lenin, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin Kuruluşu, çev: Ahmet Kılıç, Günce Yay., 1977.

[75] Dieter Duhm, Kapitalizmde Korku, çev: Sargut Şölçün, Ayraç Yay., 1996, s.39.

[76] Karl Marx, Grundrisse: Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, çev: Sevan Nişanyan, İletişim Yay., 4. baskı, 2014, s.552.

[77] V. İ. Lenin, V. İ. Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1979.

[78] “… ‘Demokratik’ kapitalizmin özgürlüğü altında iktisadî ayrımlar yumuşamamakta, tersine ağırlaşmaktadır. Parlamentarizm, en demokratik burjuva cumhuriyetlerinin bile, sınıf organları olmaları şeklindeki doğuştan gelen karakterini ortadan kaldırmaz, o bu karakteri açığa vurur.” (V. İ. Lenin, Revizyonizm Üzerine, çev: Tuna Gürsu, Koral Yay., 1975.)

[79] V. İ. Lenin, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin Kuruluşu, çev: Ahmet Kılıç, Günce Yay., 1977.

[80] Friedrich Engels.

[81] “Fransız siyasal antropolog Pierre Clastres, küçük ölçekli (hatalı biçimde ‘ilkel’ denilen) kabile toplumları üzerine yaptığı etnografik çalışmaları ışığında bu toplumlarda bir otorite kaynağı ‘şef’ olsa da iktidar kaynağı bir ‘devlet’in ortaya neden çıkmadığı sorusunu yanıtlamaya çalışır.

Savaş, avcılık, hastalık, kıtlık ve anlaşmazlıklarda insanlara öncülük/ arabuluculuk eden bir ‘şef’ vardır bu toplumlarda ama onların tepesinde ceberut bir muktedir olarak bulunmaz o… ‘Eşitler arasında birinci’dir, o kadar…

Ve bu toplumlar, aralarından kendileri üzerinde iktidar üretecek bir lider ile onun gücünü hayata geçirecek bir ekibin (bürokrasi, devlet) oluşumuna izin vermezler. Toplum, kendisinin egemenidir; iktidar, toplumun kendisindedir; şef de bu iktidara tâbidir.” (Tayfun Atay, “… ‘Topluma Karşı Devlet’ ve Polisi”, Cumhuriyet, 30 Temmuz 2018, s.3.)

[82] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989.

[83] V. İ. Lenin, Devlet Üzerine, çev: Mazlum Beyhan, Yordam Yay., 2016.

[84] Hatırlatmadan geçmeyelim: “Bernsteincilik; uluslararası sosyal- demokrasi’de Marksizmin düşmanı bir akımdır. (V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989.)

[85] V. İ. Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013, s.15.

[86] V. İ. Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013, s.24.

[87] V. İ. Lenin, Ekim Devrimi Üzerine, çev: F. Çalışır, Teori Yay., 1976, s.45.

[88] V. İ. Lenin, Ekim Devrimi Üzerine, çev: F. Çalışır, Teori Yay., 1976, s.67.

[89] 

[90] V. İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968.

[91] V. İ. Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013, s.31.

[92] Pyotr Kropotkin.

[93] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, 4. dipnot.

[94] Hacer Ansal, “Teknolojinin Taraflılığı ve Üretim İlişkileri”, 11.Tez Kitap Dizisi, No:1, Kasım 1985, s.152-171; İşaya Üşür, “Teknoloji ve Tarih”, 11. Tez Kitap Dizisi, No:11, 1991, s.57-82; Hacer Ansal, “Teknoloji ve İşçi Sınıfında Değişim”, Toplumsal Araştırmalar Vakfı Panel Dizisi, 1-2, Nisan 1994, s.33-54.

[95] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.

[96] Karl Marx.

[97] Marksist İktisat El Kitabı, çev: Nail Satlıgan, Yordam Kitap, 2008, s.49.

[98] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.101.

[99] Karl Marx, Kapital, Ekonomi Politiğin Eleştirisi, Cilt III: Bir Bütün Olarak Kapitalist Üretim Süreci, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1978.

[100] Karl Marx, Ücretli Emek ve Sermaye-Ücret, Fiyat ve Kâr, çev: İsmail Yarkın, İnter Yay., 1999, s.59.

[101] Elif Çağlı, Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum, Tarih Bilinci Yay., 2012, s.10-11

[102] Karl Marx, Ücretli Emek ve Sermaye, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1978, s.59.

[103] Antonio Gramsci.

[104] Bkz: i) Temel Demirer, “… İşçi Sınıfı’ Deyince”, Kaldıraç Dergisi, No:232, Kasım 2020…

ii) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “2019: Yerkürede ve Coğrafyamızda İşçi Sınıfı(mız)”, Kaldıraç Dergisi, No: 214, Mayıs 2019…

iii) Temel Demirer, “Türkiye İşçi Sınıfının -Güncel- Hâli”, Kaldıraç Dergisi, No:153, Mart 2014…

iv) Temel Demirer, “Güncelden Tarihsele İşçi Sınıfı”, SAV, Almanak 2015 Analizleri, SAV Yay., 2016…

v) Temel Demirer, “İşçi Sınıfı, ‘Kürtleşmesi’ ve ‘Ulusal İstihdam Stratejisi’!”, Newroz Rojnameya, Yıl:6, No:213, 22 Haziran 2012…

vi) Temel Demirer, “Ekmek(sizlik), Adalet(sizlik) ve İşçi Sınıfı”, Almanak 2014 Analizleri, SAV Yay., 2015…

vii) Temel Demirer, “Kriz Kıskacında: Yerküre, Coğrafyamız ve İşçiler”, Kaldıraç Dergisi, No: 220, Kasım 2019…

viii) Temel Demirer, “Kriz, Saldırı(lar) ve Sınıf Savaşımı”, Rojnameya Newroz, Mart 2022… https://temeldemirer.blogspot.com/2022/03/kriz-saldirilar-ve-sinif-savasimi1.html

ix) Temel Demirer, “15-16 Haziran’dan Günümüze İşçiler”, Kaldıraç Dergisi, No:171, Ekim 2015…

x) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Sınıf Mücadelesi Tarihi(miz)”, Kaldıraç, No: 250, Mayıs 2022…

xi) Temel Demirer, “Geçm(em)işin İmkânı: 15-16 Haziran 1970”, Kaldıraç Dergisi, No:276, Temmuz 2024…

xii) Temel Demirer, “Tanktan Duvar(lar)ı Yıkan 15-16 Haziran’ın Hatırlattığı”, Kaldıraç, No:157, Temmuz 2014…

xiii) Temel Demirer, “Öncesiyle 15-16 Haziran’dan Bugün(ümüz)e”, Rojnameya Newroz, Temmuz 2018… https://temeldemirer.blogspot.com/2018/08/oncesiyle-15-16-hazirandan-bugunumuze1.html

xiv) Temel Demirer, “40 Yıl Sonra 15-16 Haziran’dan Tek-El’e”, Kaldıraç, No:112, Temmuz-Ağustos 2010…

xv) Temel Demirer, “15-16 Haziran İşçi Sınıfınındır; Öğreten Tarihimizdir”, Kaldıraç, No:228, Temmuz 2020…

xvi) Temel Demirer, “1970 Haziran’ının 15-16’sı”, Sosyalist Mezopotamya, No:12, Haziran 2022…

xvii) Temel Demirer,       “15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi”, 16Haziran 2020… https://www.youtube.com/watch?v=KWvnuDdyoHE

xviii) Temel Demirer, 15/16 Haziran Büyük İşçi Direnişinden Öğrenmek”, 18 Haziran 2023… https://www.youtube.com/watch?v=2kEgiYVnw5U&t=4s

xix) Temel Demirer, İşçi Sınıfının 1 Mayıs ve Tek-el Ders(ler)i”, Newroz, Yıl:4, No:128, 15 Nisan 2010…

xx) Temel Demirer, “15-16 Haziran, Gezi İsyanı Yolumuz; Sosyalizm de Geleceğimizdir”, Kaldıraç, No: 252, Temmuz 2022…

xxi) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Öğrettikleri, Hatırlattıklarıyla Greif Direnişi”, Kızıl Bayrak, No:2015/35, 11 Eylül 2015…

xxii) Temel Demirer, “İşçi Sınıfının ‘Bugün’ünde Sendika(lar)”, Kaldıraç, No:205, Ağustos 2018…

[105] Arif Koşar, “Tam Otomatik İşletme ve Artı-Değer”, https://teoriveeylem.net/tr/2024/03/04/tam-otomatik-isletme-ve-arti-deger/

[106] Aktaran Chris Harman, “Harman-Hardi Debate: Working class and the multitude”, 2003, www.resist.org.

[107] Hadas Thier, “İşçi Sınıfı Toplumun Ezici Çoğunluğudur”, 22 Eylül 2020… https://sendika.org/2020/09/isci-sinifi-toplumun-ezici-cogunlugudur-hadas-thier-596910

[108] Garry Jacobs, Ivo Šlaus, “Tam İstihdam İçin Küresel Beklentiler”, Cadmus, Cilt 1, No: 2, Nisan 2011… http://www.cadmusjournal.org

[109] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.484.

[110] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.484.

[111] “Bir yazar, fikir ürettiği ölçüde değil, ama onun çalışmalarını yayınlayan yayıncıyı zengin ettiği ölçüde ya da bir kapitalistin ücretli-işçisiyse üretken emektir. (…) Bir kuş gibi şarkı söyleyen şarkıcı üretken olmayan bir işçidir. Ama şarkısını para için sattığı oranda bir ücretli emekçi ya da tüccar olur. Ancak aynı şarkıcı ona para kazanmak için şarkı söyleten bir girişimcinin yanında çalışırsa o zaman üretken bir işçi olur; çünkü o doğrudan doğruya sermaye üretir.” (Karl Marx, Artı-Değer Teorileri Birinci Kitap, çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1998, s.148.)

Ayrıca “Tiyatrolar, eğlence yerleri, vb. için de durum aynıdır. Bu durumlarda, aktör, kamu karşısında bir sanatçı olarak davranır, ama kendi işvereni karşısında o bir üretken emekçidir.” (Karl Marx, Artı-Değer Teorileri Birinci Kitap, çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1998, s.384.)

[112] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976, s.38.

[113] Volkan Yaraşır, “Evrensel Özgürlüğün Öznesi: Proletarya Yıkıcı Güç, Kolektif Özne”, Yeni Yaşam, 14 Eylül 2024, s.8.

[114] Volkan Yaraşır, “Ekim Devrimi’nin 106. Yılı: İşçi Sınıfı Neden Devrimcidir?”, Yeni Yaşam, 29 Ekim 2023, s.9.

[115] V. İ. Lenin, Ekim Devrimi Üzerine, çev: F. Çalışır, Teori Yay., 1976, s.109.

[116] Pyotr Kropotkin.

[117] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.

[118] “Babamın fabrikasında geçirdiğim birkaç gün, göz ardı ettiğim bu canavarlıkla yüz yüze gelmem için yeterli oldu…, hem büyük ölçekte komünist propaganda yapmak hem de ticaret ve sanayi ile uğraşmak imkânsızdır.” (Friedrich Engels,, Genç Engels’ten Mektuplar, çev: Nadiye R. Çobanoğlu, Yar Yay., 2021.)

[119] “Onunla ilgili şeyler okumayın, bizzat Marx’ın yazdıklarını okuyun. Onunla ilgili konuşan çok az insan aslında Marx’ı okumuştur. Başka insanların yaptığı özetler üzerinden onlarla ilgili bilgilenirler. Böylece zamandan tasarruf etmeye çalışırlar fakat aslında bu şekilde yapılan okumalar zaman kaybıdır. Marx 19. ve 20. yüzyılın en ilgi çekici bilginlerinden biridir. Ne yazdığı konuların çeşitliliği ne de analizlerinin kalitesi bakımından eşi yoktur. Yani genç nesillere mesajım Marx’ın keşfedilmeye fazlasıyla değer olduğudur fakat kesinlikle onu, onu, onu okuyun. Karl Marx’ı okuyun!” (Immanuel Wallerstein)

“Marksizm bir kenara atılmıştır ama yok edilememiştir.” (Herbert Marcuse)

“Marx… Kendi deyimiyle hep ‘dünya yurttaşı’ olageldi, ekonomik ve toplumsal değişiklikleri küresel ölçekte analiz etmeye çalıştı. (Marcello Musto, “Ömrünün Son Yıllarında Marx”, Birgün Pazar, 5 Mayıs 2024, s.14.)

[120] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1970.

[121] Karl Marx, Demokritos ile Epikuros’un Doğa Felsefeleri, çev: Hüseyin Demirhan, Sol Yay., 2016, s.41.

[122] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi [Feuerbach], çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.

[123] Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1966.

[124] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.

[125] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1970.

[126] Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1997.

[127] Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1997.

[128] “Arkadaşlık, aynı barikatta savaşmaktır, yekpare bir sütundur. Kılıcı döven, bildirileri yazan ellerdir. Arkadaşlık, derin bir inanç ve ortak kaygıdır. Arkadaşlık, ortak eylem, yaşam ve ortak bir ölümdür.” (Karl Marx, aktaran: Galina Serebryakova- Karl Marx’ın Gençliği, çev: Nurşen Özkan, Ateşi Çalmak C:I, Evrensel Yay., 1994, s.49.)

[129] Karl Marx-Friedrich Engels, Din Üzerine, çev: Murat Belge, Fol Kitap., 2019

[130] Karl Marx, Neue Rheinische Zeitung’un Son Baskısında Başyazı, 1849

[131] “Devrim, anlık trajikomik başarılarıyla değil, güçlü, birleşik bir karşı-devrimin, devrim partisinin onunla mücadelede gerçekten devrimci bir partiye dönüştüğü bir rakibin yaratılmasıyla ilerleme kaydetti.” (Karl Marx, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1967.)

[132] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.

[133] V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin Savaşa Karşı Tutumu, çev: N. Solukçu, Sol Yay., 1970.

[134] V. İ. Lenin, Karl Marx ve Marksizm Üzerine, çev: Mazlum Beyhan, Yordam Yay., 2013.

[135] V. İ. Lenin, Din Üzerine, çev: Süheyla Kaya-İsmail Yarkın, İnter Yay., 1998.

[136] V. İ. Lenin, Toplu Yapıtlar, Cilt:5, s.349.

[137] V. İ. Lenin, ‘Kitlelerle İlişki’, Marksçı-Leninci Felsefenin Temelleri, çev: Veysel Atayman, Konuk Yay., 1979.

[138] V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin Savaşa Karşı Tutumu, çev: N. Solukçu, Sol Yay., 1970, s.29.

[139] V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin Savaşa Karşı Tutumu, çev: N. Solukçu, Sol Yay., 1970.

[140] V. İ. Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1977, s.73.

[141] “Burda Rosa Luxemburg yatıyor: Polonya’dan bir Yahudi/ Alman işçilerin savaşçısı/ Alman ezenler emriyle öldürüldü./ Ezilenler kavganıza gömün!” (Bertolt Brecht)

[142] Mao Zedung, Halk Savaşında Temel Taktikler, çev: Engin Atalay, Ser Yay., 1969, s.14.

[143] “Che Guevara; deyim yerindeyse, doğumundan önce de vardı ve ölümünden sonra da var olmaya devam ediyor. Çünkü ‘Che Guevara’, insan ruhunda onurlu ve adil olan ne varsa onun adından başkası değildir.” (José Saramago.)

[144] Ernesto Che Guevara, Gerçekçi Ol İmkânsızı İste, çev. Ceren Alay, Zeplin Yay., 2019.

[145] Ernesto Che Guevara, İki, Üç, Daha Fazla Vietnam, çev: Günay Cem, Yar Yay., 1976.

[146] “Bir röportajda bize ‘Marcos’un en kötü kâbusu nedir?’ diye sordular. Kâbus her şeyin sonunda bizim de aynı nihayete ermemiz olacaktır… Kâbus, kazanmak sonrasında galibiyeti kaybetmektir. Veya istediğimizi kazanmışken istemediğimizi yapmaktır.” (Komutan Yardımcısı Marcos, Direnişin Ötesi-Her Şey/ Komutan Yardımcısı Marcos ile Röportaj, çev: Sibel Özbudun-Mehmet Çınar-Fahrettin Ege, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2015, s.75.)

[147] Komutan Yardımcısı Marcos, Direnişin Ötesi-Her Şey/ Komutan Yardımcısı Marcos ile Röportaj, çev: Sibel Özbudun-Mehmet Çınar-Fahrettin Ege, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2015

[148] Komutan Yardımcısı Marcos, Direnişin Ötesi-Her Şey/ Komutan Yardımcısı Marcos ile Röportaj, çev: Sibel Özbudun-Mehmet Çınar-Fahrettin Ege, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2015

[149] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993.

[150] Karl Marx-Friedrich Engels, Kutsal Aile, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 2003.

[151] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011.

[152] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi [Feuerbach], çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.

[153] Özdeş Özbay, “Prekarya mı, Değişen İşçi Sınıfı mı?”, 3 Nisan 2019… https://www.dsip.org.tr/index.php/yayinlar/109-enternasyonal-sosyalizm/1138-prekarya-mi-degisen-isci-sinifi-mi

[154] V. İ. Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü Üzerine Tezler, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1977, s.150.

[155] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976, s.59-60.

[156] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi [Feuerbach], çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976, s.98-99.

[157] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi [Feuerbach], çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976, s.46.

[158] Paulo Freire, Özgürlüğün Pedagojisi- Etik, Demokrasi ve Medeni Cesaret, çev: Gülden Kurt Sevinç, Yordam Kitap, 2019, s.62.

[159] Karl Marx-Friedrich Engels, Kutsal Aile, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 2003.

Exit mobile version