Site icon Rojnameya Newroz

SIRASI MIYDI ŞİMDİ TUNCAY?


“İthaka sana bu güzel yolculuğu verdi

İthaka olmasa yola hiç koyulmayacaktın.”[1]

 

Dersim (Festivali) yolunda Arzu’dan, Tuncay (Atmaca) yoldaşın -31 Temmuz 2014’de- bizi bırakıp gittiği haberini alınca aklımdan geçen ilk şey, “Sırası mıydı şimdi Tuncay?” oldu…

Ardından da “Ölüm adın kalleş olsun” dedim; Barışta (Erdost), Seyhan (Şanalan) ve Ata (Soyer)’dan sonra 2013’den beri tam dördüncü kez Tuncay’la…

* * * * *

Mevlâna’nın, “Sevgide güneş gibi ol/ dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol/ hataları örtmede gece gibi ol/ tevâzuda toprak gibi ol/ öfkede ölü gibi ol/ her ne olursan ol/ ya olduğun gibi görün/ ya göründüğün gibi ol,” deyişindeki gibi bir insandı, komünistti…

İnsandı; insanın kendini onda tanıyabildiği tam bir insandı! Yani Nâzım Hikmet gibi, “Aya gidilecek – daha da ötelere/ Teleskopların bile görmediği yere,/ Ama bizim dünyada ne zaman kimse aç kalmayacak,/ Korkmayacak kimse kimseden/ Emretmeyecek kimse kimseye/ Yermeyecek kimse kimseyi/ Umudunu çalmayacak kimse kimsenin/ İşte ben komünistim bu soruya/ Karşılık verdiğim için…” diye haykıran komünistti…

* * * * *

Onu anlatmak da ne, Ondan söz etmek bile çok zor; Sunay Akın’ın, “Bazen dünyanın en zor mesleğidir./ Kendi duygularına tercüman olmak,” dizelerindeki üzere…

Sadece yoldaşım değil, silah arkadaşımdı; aynı hayalleri kurup, onlar için dövüşmüştük Emeğin Birliği’nde…

Şimdi O bizi, Nâzım Hikmet’in, “Güzelim dünya elveda!/ Ve merhaba kâinat”; Attila İlhan’ın, “Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız”; Ahmet Telli’nin, “Gidenler nerde kaldılar/ Özledim gülüşlerini/ Bir kenti güzelleştiren yalnız onlardı sanki,” dizeleri eşliğinde bırakıp gittiğinde

  1. Kafka’nın, ‘Milena’ya Mektuplar’ındaki, “Varlığın için teşekkür ederim,” cümlesini telaffuz edebiliyorum bıyıklarımı hırsa kemirip, dudaklarımı ısırırken…

* * * * *

İnsanların çoğunun ruhunun, bedenlerinden önce çürüdüğü postmodern zamanlarda “Yaşadığımı gör, yaşarsın,” diyenlerdendi.

Yani “Bana güç veren zaferlerim değil, yaşamdaki yenilgilerimdir,” diyen E. Che Guevara’nın; “Tüm çiçekleri kopartabilirler ama yine de baharın gelmesini asla engelleyemezler,” ısrarındaki Pablo Neruda’nın soyundandı…

Hep “Umutsuzlukta haklı çıkacağımıza umutta yanılalım,” ısrarıyla ve asla vazgeçmeden yaşadı, yaşattı…

Yaşayarak öğrendi hayatı; sadece okuyarak, anlatarak değil!

* * * * *

Onunla ilgili anılarım elbette var.

Ancak André Gide, “Anı yazmak, ölümün elinden bir şey kurtarmaktır,” dese de, ortak düşlerimizin illegal ve firari anılarına el atmayacağım.

Malum “Anılarla ilgili sorun, bize duymak istediklerimizi söyletmesidir.”[2]

Bunun yerine, Ona olan hayranlığımın altını çizeceğim bir kez daha; birlikte yaşadığımız olağanüstü serüvenin bir parçası olduğumuzu unutmayan bir minnetle…

* * * * *

Hep, zamanının ötesinde yaşadı…

Bugüne yani “olağan” denilen çürümeye teslim olmadı; onunla kavgalıydı çünkü…

Bilmiyor olamazsınız: Pythagoras’ın, “Nedir?” sorusuna, “Bu dünyanın ruhu” yanıtını verdiği zaman ile hakikât yoldaştırlar.

Ve zaman, herkese hakkını veren bir yargıçken; her şeyi düzene sokarken; “Zamanın Ruhu”na teslim olmadan zamana zaman verenlerdendi…

Evet, “Zaman büyük bir öğretmendir; ne yazık ki bütün öğrencilerini öldürür,” Curt Goetz’in işaret ettiği gibi…

Ve o en iyi öğrencilerinden birisini, Tuncay yoldaşı aldı, ayırdı biz(ler)den…

* * * * *

“Ayrılık”, “Firkat”, “Hicran” ne derseniz deyin…

Ondan her söz ettiğinizde, yüreğimin başını ezen; Susana Tamaro’nun, “Ayrılıklar benim için her zaman birer yara olmuştur”; Mevlana’nın, “Neyi istersen yak yık, ama ayrılıktan söz etme”; Karacaoğlan’ın, “Çeken bilir ayrılığın derdinden,” sözlerini anımsarım…

Laf aramızda, gidenler duymaz ayrılık acısını, arkada kalanlardır acı çeken…

* * * * *

Acı çektiğim doğrudur…

Euripides, “Kimbilir belki de yaşamak ölmektir, ölmek de yaşamak”; Farabi, “İyi bir insan öldüğünde ona ağlamayın. Asıl onu kaybeden topluma ağlayın,” demiş olsa da nasıl olmasın?

Evet, her şey değişir. Her şey yerini bulur ve sonra yok olurken; “Var olduğumuz sürece ölüm ortada yoktur; ölüm geldiği anda da biz artık yokuz,” notunu düşmesine düşer de Epikuros…

Yine de acı çektiğim doğrudur…

Tamam, hayat başlar ve biter! Nasıl başlayıp nerede sona erdiği değil, ikisi arasına neler sığdırılabildiğin önemlidir veya Albert Camus’ün ifadesiyle, “Yaşama nedeni denilen şey, aynı zamanda çok güzel bir ölme nedenidir de” ancak gel de bunları sızlayan yorgun yüreğime anlat…

Evet, sızlayan yorgun yüreğim, belki de onca ölümle yüzleştiğim gençlik günlerimdeki gibi değilim…

Ama Tuncay deyince; giderek yufkalaşan yüreğimdeki acılardan söz etmek yerine; “Ölüm korkusunu aşmadıkça insan için özgürlük yoktur. Ama intihar ile değil. Bu korkuyu aşmak için kendini bırakmamak gerekir. Hiç burukluk duymadan, korkmadan ölebilmeli… Yaratıcı olarak ölümün kendisine hayat verdim. Ölmeden önce yaptığım şey bu… Ya zamanla birlikte yaşar ölürsün, ya daha yüce bir yaşam uğruna zamanın dışına çıkarsın,” diyen Albert Camus’den…

Veya Jean Paul Sartre’ın, “Bir şey sona ermek için başlamıştır. Serüven uzamaya gelmez. Ona anlam veren ölümdür yalnız”; Heracleitus’un, “Doğanlar hem yaşamayı hem de ölümü kabullenirler ve arkalarında çocuklar bırakırlar; böylece ölüm yeniden doğar,” saptamalarındaki sonsuz gerçekten söz etmeliyim…

* * * * *

Tuncay hepimize, aşka ve hayata dair “Hâlâ tek yol devrim” diye haykıran bir sancak bıraktı…

Onun biz(ler)e bıraktığı aşk ve hayat sancağı hakkında öğrenebildiğim/ öğrendiğimiz her şeyi şöyle özetleyebilirim: “Hayat ve mücadele devam ediyor”!

Kolay mı?

Yaşamın ve zamanın değerini bilmeyen onu değerlendiremezken; insan(lar)ın ütopyaları varsa ve bu uğurda mücadele ediyorlarsa, işte o zaman bir anlamı vardır hayatının…

Kaldı ki hayata karşı takınılan tavır, hayatın biz(ler)e karşı takındığı tavrın da özeti değil midir Tuncay’ın karakterinde özetlendiği üzere…

* * * * *

Diyeceklerimi sonluyorum: “Bir insanın karakteri, onun koruyucu tanrısıdır,” dermiş Herakleitos…

Tam da öyle işte! Yaşanmışlıklar ile hastalık insanın temel karakterini ortaya çıkarırken; hayat zorlu mücadelelerin toplamından başka bir şey değildir!

Tuncay’ın komünist karakteri Onun her koşuldaki kusursuz koruyucusuydu…

Çünkü Onun kusursuz koruyucusunu, sınıf mücadelesi oluşturup, biçimlendirdi…

O karakteri, “Gözyaşlarım akıp boğmadan bu şehri/ işte yine gidiyorum/ yine bana sensizlik kalıyor/ yine bana sessizlik”[3] dizeleri eşliğinde “adı kalleş olan” karşısındakine meydan okuyan, teslim olmayan metanetiyle görmeliydiniz; ki ben bunun yakın tanığıydım…

* * * * *

Yaşam boyu çok şeyin yanından geçip gittiğimiz, yüzleştiğimiz, karşı koyduğumuz; birçok fırsatı, hayali, ihtimali birlikte yaşadığımız ve hepimize “Bir şey mi olmak istiyorsun, kendi başına ol!”[4] dedirten Onun ardındanAtilla İlhan’ın dizeleriyle noktalamak istiyorum arz-ı hâlimi:

“Gözü arkada kalmaz devrimcinin/ Bilir ki/ Ölüm yok ki

Yaprak ölür daldan düşünce/ Balık sudan çıkınca/ O ölmez/ Ölmez o/ Düşünden caymadıkça

Boyun eğmemiş/ Dayatmışsak/ Elden ele geçmişse bayrağımız/ Değeri biçilemez bir nice yiğit/ Ölümü yadsıdı ondan/ Ölümü hiçe sayıp/ Ölüme meydannn/ -Okuduğundan

Ben belledim/ Ben derim ki/ -Ölüm yok ki/ -Ölüm yok ki”…

 

4 Ağustos 2014 20:06:35, Çeşme Köyü.

 

N O T L A R

[1] Konstantin Kavafis, ‘İthaka’.

[2] David Vann, Pislik, çev: Esra Birkan, Can Yay., 2013.

[3] Turgay Fişekçi, İnsan Üstüne Sorular-Yanıtlar, 2006 Yayınevi, 2009, s.242.

[4] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.323.

 

Exit mobile version