Site icon Rojnameya Newroz

SİNEMA VE YÖNETMEN(LER)

Sinema…

1895 Aralık’ının son günleri… Her şey fotoğraf malzemesi üretimi yapan Lyon’lu Antoine Lumière’in, Boulevard des Italiens’teki Robert Houdin Tiyatrosu’nda yaptığı hokkabazlık ve gözbağcılık gösterileri ile büyük ilgi toplayan Georges Méliès’nin tiyatrodaki çalışma odasının kapısını vurmasıyla başlar.

 

SİNEMA VE YÖNETMEN(LER)[*]

TEMEL DEMİRER / Diğer yazılar için tıklayınız

“Sinema insanı bulmak ister.”[1]

 

Sinema…

1895 Aralık’ının son günleri… Her şey fotoğraf malzemesi üretimi yapan Lyon’lu Antoine Lumière’in, Boulevard des Italiens’teki Robert Houdin Tiyatrosu’nda yaptığı hokkabazlık ve gözbağcılık gösterileri ile büyük ilgi toplayan Georges Méliès’nin tiyatrodaki çalışma odasının kapısını vurmasıyla başlar.

Antoine Lumière yaptığı numaralarla herkese parmak ısırtan Méliès’yi saat dokuzda Grand Cafe’ye olağanüstü bir gösteri izlemeye davet eder ama ne olduğunu açıklamaz. Méliès, hayli meraklanarak kabul eder ve dokuzda buluşma noktasına gider. Orada kendisi gibi davet edilmiş seyircilerle birlikte gösteriyi beklemeye başlar.

Gösteri Antoine Lumière’in oğulları August ve Louis’in bir süre önce icat ettikleri ve “cinematographe” adını verdikleri aletle yapılacaktır. Bekleme süresinde karşılarında gerili beyaz perdede ne gibi bir numara izleyeceğini düşüneduran Méliès, birkaç dakika sonra yüzyılın icadına tanıklık edeceğini ve tarihe geçeceklerini nereden bilebilirdi ki.

Ekrana önce Lyon’daki Bellacour Alanı’nı gösteren hareketsiz bir fotoğraf yansıtılınca başta Méliès olmak üzere tüm salon hayal kırıklığına uğrar. Bunun için mi gelmişlerdir? Bunu görmek için mi? Çok geçmeden karşılarında gerili beyaz perdede bir arabayı çekmekte olan bir at son hız üzerlerine gelmeye başladığında gösterinin bundan ibaret olmadığını anlayacaklardır. Perdede ayrıca insanlar yürümekte, arabalar geçmekte, sokağın kargaşası olanca doğallığıyla aksetmektedir. İlk andaki korku ve panik hissi yerini önce şaşkınlığa sonra da hayranlığa terkeder.

Lumière Kardeşler’in 28 Aralık 1895 Cumartesi günü, Paris’in Boulevard des Capucines, 14 numaradaki Grand Hotel’in altındaki Salon des Indiens’te yaptıkları halka açık bu ilk gösteri daha sonra sinema tarihçilerince, XX. yüzyıla damgasını vuran sinemanın başlangıç tarihi olarak kabul edilecektir. Sinemanın tarihi başlamıştır… Lumière Kardeşlerle başlamıştır…

Lumière Kardeşler’e göre sinema yaşamın uzantısıdır, sinema yaşam demektir.

Gerçekten de, her şeyin insan(lık)ın düşlerinde çekilen planlarla, bir mağara duvarına çizilen resimlerle başladı. Rekin Teksoy’un da dediği gibi, Kuzey İspanya’nın Santander ilindeki Altamira Mağarası’nda 1879’da ortaya çıkarılan paleolitik dönemden kalma renkli duvar resimlerinden, Çinlilerin İÖ XI. yüzyıldan kalma, duvara yansıttıkları gölgelerden menkul Uzakdoğu kökenli, sonradan bizde Karagöz adıyla uyarlanan gölge oyununa dek aslında sinema hep vardır ve sanıldığından da uzun, zorlu bir bir evrimin sonucudur.[2]

Bu evrimde, sinemayı filmleriyle sinema yapan, öne çıkan oyuncuların gerisindeki yönetmenler oldu; mesela coğrafyamızdaki Metin Erksan, Yılmaz Güney, Şerif Gören, Zeki Ökten, Erden Kıral, Tunç Başaran, Memduh Ün, Ö. Lütfü Akad, Atıf Yılmaz, Nuri Ceylan vd’leri gibi…

Kolay mı? Rıza Kıraç’ın dediği gibi, “Sinema gerçeklikle en fazla doğrudan ilişki kuran sanat dalıdır. Gerçeklikte yaşananlar ile sinemanın ilişkisi tek yönlü değil, karşılıklıdır. Yani sinema gerçeklikten etkilendiği kadar onu etkilemiştir de. Çünkü sinema toplumbilimi göstermiştir ki, sinema insanın tutumlarını, davranışlarını ve düşüncelerini değiştirebilmekte, kamuoyu oluşturabilmekte ve modalar yaratabilmektedir. Bu nedenle sinema egemen sınıfın düşüncelerinin (ideolojisinin) aktarılmasının bir aracı olduğu kadar, muhalif olanların da muhalifliklerini ifade ettikleri önemli bir araç”ken;[3] direksiyonda hep yönetmenler oldu.

* * * * *

Örneğin, “Tüm zamanların en büyük, en etkileyici yönetmeni”[4] olarak tanımlan Federico Fellini gibi…

‘La Dolce Vita’, ‘Sekiz Buçuk’, ‘Satyricon’, ‘Roma’, ‘Amarcord’, ‘Kadınlar Kenti’ ve niceleri…

Sinemada düş gücüne büyük önem verir ve şunları fısıldardı kulağımıza:

“Gerçekçi olanlar yalnızca düş sahibi olanlardır”…

“Son yok. Başlangıç yok. Sadece hayatın sonsuz tutkusu var”…

“Film yapmak uzaya astronot göndermek gibidir”…

“Düşgücümden fışkıranlar içbenimin gerçeğidir”…

“Düşlerim bana o kadar gerçek gelir ki, aradan yıllar da geçse kendime sık sık şunu sorarım: ‘Bu gerçekten başımdan geçti mi, yoksa sadece bir düş müydü? Düşler görüntülerle konuşur. Hiçbir şey bir düşten daha gerçek olamaz, çünkü düşler bütün yüzeysel yorumların uzağındadır, düşler kavramlardan değil, simgelerden oluşur. Düşte her şeyin bir anlamı vardır, her rengin, her ayrıntının”…

* * * * *

‘Viridiana’, ‘Tristana’, ‘The Discreet Charm Of The Bourgeoisie’, ‘That Obscure Object Of Desire’, ‘Un Chien Andalou’, ‘L’age d’Or’, ‘Belle de Jour’ Onundu…

“Benim gözümde insan hayatı, bir sineğin hayatından daha değerli değildir. Aslında ben her canlının hayatına saygılıyım, bu periler kadar gizemli ve etkileyici bir sinek bile olsa,” derdi.

Onun hakkında sinema tarihçisi Ado Kyrou, “Tüm sinema tarihinde, Luis Buñuel’in eserinden daha özgür, daha kişisel bir yaratış yoktur,” derken; “Sinema özgür bir kafanın elindeyse olağanüstü ve tehlikeli bir silahtır. Düşler ve duygular, içgüdü dünyasını anlatmadaki en iyi araçlardır” sözünün sahibiydi Luis Buñuel…

O, 1954’te André Bazin’e, “Yaşamda, insanın kendini kurtaramadığı iyiyi, kötüyü ayırma güdüsü bulunduğunu bana gerçeküstücülük öğretti. İnsanın özgür olmadığını gerçeküstücülük aracılığıyla buldum. İnsanın kesin özgürlüğüne inanıyordum ama gerçeküstücülükte izleyeceğim bir yöntem gördüm. Bu durum yaşamımda hem büyük bir ders, hem de çok güzel ve şiirsel bir adımdı,” derken kendisini de yeterince net tanımlıyordu…

Evet, gerçeküstücü sinemanın babası sayılan İspanyol yönetmen Buñuel, geleneksel ahlâka, alışılmış hayallere, duygusalcılığa, toplumun yasak-günah bağnazlığına karşı bir sinemacı. “Burjuva ahlâkı, ahlâksızlığın ta kendisidir; çünkü insana ters kurumlar üzerine kuruludur,” sözleri sanatının özeti gibi.

1900’de doğdu. Federico García Lorca ve Salvador Dalí ile üniversite arkadaşlığı vardı. 24 yaşında Dali ile birlikte Paris’e giderek gerçeküstücülerle tanıştı. İlk filmi “Endülüs Köpeği”ni kendinin ve Dali’nin gördüğü birer rüyadan ilhamla çekti.

1930’da ikinci filmi, ‘Altın Çağ’ geldi. Bu film, toplumun tüm saygın kurumlarını yerle bir ettiği için yasaklandı, kopyalarına el kondu. Yasak ancak 1981’de kaldırıldı.

Buñuel, ülkesine döndükten sonra, 1946-1964 arası yirmi film çekti. Bunlardan bazıları, Cannes’da en iyi yönetmen ödülünü aldığı ‘Unutulmuşlar’, ‘Rüzgârlı Bayır’, ‘Bu Bahçede Ölüm’, ‘Bir Hizmetçinin Anıları’, ‘Tristana’, ‘Saman Yolu’, ‘Gündüz Güzeli’ gibi filmlerdir. ‘Son Yemek’ ise İspanya’da yasaklandı ama 1963’te Altın Palmiye aldı. En son filmi, ‘Arzunun O Belirsiz Nesnesi’ oldu.

Yenilikçi, kışkırtıcı, düşündürücü, bireyin ve toplumun açmazı olan tabuları yıkmaya yönelik filmler yapan Buñuel, töreleri değiştirme iddiasında değildi ama aklın kırılganlığını ve sallantıdaki evlerini hangi kaygan zeminlere inşa ettiklerini insanlara göstermeye niyetliydi.

Bazen toplumsal gerçekleri, bazen büyük, onulmaz tutkuları, bazen de inanç ve vicdanla dogmalar arasındaki çatışmayı işleyen filmleri yanında tek bir filmde, keskin bir ironiyle, bunların tümünü irdelediği de oldu. Ama konusu ne olursa olsun gerçeküstücü bakışı hep kendini duyurdu. Çünkü gerçekle düşün kesişme noktaları keskin değil iç içeydiler.

Hollwood’a pek yüz vermeyen Buñuel, kalıplara uymayan, özgür yaklaşımı ile yozlaşmış değerlere olduğu kadar akademik ölçülere hapsedilmek istenen sanata da başkaldırdı. Gerçeküstücülük onun için şiirsel bir biçim değil, insan aklının kendine yönelttiği, zincirlerini koparmaya kararlı bir çığlıktı. Öyle ki bu koparma işi demir balyozla yapılsa daha iyiydi. Sanatının amacı aklın ciddi bir sansür oluşturan baskısını yenmek, düşlerin büyüsüne dönmekti.[5]

* * * * *

Siyasal düzeyde angaje, sanatsal düzeyde devrimci, estetik düzeyde de yenilikçi tiyatro ve opera mizansenleri yanında, yaratıcı sinemasına özgün örnekler getiren filmleriyle hatırlanan Patrice Chéreau, 68 yaşında yaşama veda etti.

İlginç bir yaşamı olmuştu. Mesela 1970’lerde Wagner’in ‘Nibelung Halkası’nı devrimci ve yenilikçi bir yaklaşımla yorumladığında ıslıklanan Chéreau’nun sahnelediği yapıtın 1980’de yapılan son gösterileri ise tam 45 dakika ayakta alkışlanacaktı.

Kolay mı? Henüz 32 yaşında yabancı bir tiyatro adamının, Wagner’in tetralojisini, dekorları, ışıkları ve estetik bütünlüğüyle yenilikçi bir sahne düzeni içinde farklı bir yaklaşımla yorumlaması, antik çağda geçen konuyu XIX. yüzyıla taşıyarak yapıtı kapitalizmin ve işçi sınıfının sömürülmesinin bir alegorisi olarak yorumlaması, tutucu Wagner hayranlarını küplere bindirmişti…

Chéreau’nun çok yönlü yaratıcı dehası, tutucu direnci birkaç yıl içinde kırmış; Chéreau imzalı tetralojinin 1980’de yapılan son gösterileri tam 45 dakika ayakta alkışlanmıştı. 1982’de Paris yakınlarındaki devlet sahnesi Amandiers Tiyatrosu’nun başına getirilen Patrice Chéreau, Marivaux, Shakespeare gibi klasik yazarların oyunları yanında, Jean Genet, Jean-Marie Koltès, Marguerite Duras gibi çağdaş Fransız yazınının özgün adlarını da sahneliyor; ayrıca genç oyuncuların eğitimine yönelik girişimlerde bulunuyordu.

Opera mizansenleri yanında yedinci sanata da el atan Chéreau, yaratıcı sinemasının özgün örnekleri arasında yer alan ‘Yaralı Adam’ (1983) ‘Kraliçe Margot’ (1994), ‘Beni Sevenler Trene Binerler’ (1998) ‘Mahremiyet’ (2000) gibi filmleriyle Cannes, Berlin ve Venedik festivallerinde yarışıyor, birçok ödül kazanıyordu.

1974-2009 yılları arasında 11 film imzalayan Chéreau, sürekli okuyan, soluklanmadan çalışan, mükemmeli arayan bir sanat adamıydı. Eşcinselliğini saklamadığı gibi, öne çıkarmaktan da kaçınan, çok yönlü bir sanatçı, gerçek bir kültür adamıydı. Oyuncu yönetiminde başarılı olduğu kadar, iyi bir sinema ve tiyatro oyuncusuydu da. Andrzej Wajda’nın ‘Danton’undan (1982), Michael Haneke’nin ‘Kurtlar Zamanı’na dek birçok önemli filmde rol almıştı.

Cannes Festivali Başkanı Gilles Jacob’un 21 Ekim 2013’de söylediği gibi “bir usta sustu”…[6]

Ardında büyük izler bırakarak!

* * * * *

92 yaşında kaybettik; ‘Hiroşima Sevgilim’, ‘Amerikalı Amcam’ ve ‘Acı Hatıralar’ gibi filmleriyle sinema tarihinin unutulmazları arasında giren yönetmen Alain Resnais’ı. O, Fransız Yeni Dalga akımının en önemli isimlerindendi.

İkinci Dünya Savaşı öncesinde çektiği bir kısa filmle yönetmenlik kariyerine başlayan Resnais, savaş sonrasında yaşanan yıkım ve acılar üzerine kafa yoran entelektüel dünyanın içinde yer aldı. Bu dönemde büyük ufuklar açan Yeni Dalga sinemasının içinde yer aldı. Ancak, bu akımın öncü isimleri Jean-Luc Godard, François Truffaut ve Jacques Rivette’in de çevresinde toplandığı ‘Cahiers du Cinema’ dergisinde yer almadı.

Başta ‘Hiroşima Sevgilim’ olmak üzere filmlerinde ağırlıklı olarak tarih, zaman ve bellek temalarına odaklanan Resnais, konularını çoğu kez edebiyat alanından seçiyor ve esrarengiz hikâye biçimleri, lirik kurgu seçimleriyle döneminin en kışkırtıcı ve çarpıcı çalışmalarına imza atıyordu. Usta yönetmenin zaman zaman deneysele kayan sineması kendisinden sonra gelen kuşaklar üzerinde büyük izler bıraktı.[7]

Atilla Dorsay’ın, “Resnais, son yarım yüzyılda sinema sanatını radikal bir biçimde yenileyen bir avuç yönetmenden birisiydi… Sinema ile şiiri emsalsiz bir biçimde kaynaştırmasıyla sinema tarihinde bir çığır açmıştı. O günden beri her filmiyle farklı bir şey denedi, hınzırlığı hiç ihmal etmedi. Şaşırtmayı hep başardı. Bir Resnais, filmi izlemek sinema tarihinden bir yaprağı çevirmek gibidir… Her hâlde Resnais olmasaydı, sinema sanatı eksik kalırdı,” diye betimledi O; “Gerçek öyle bir şey ki, onu ancak bir anın boşluğunda yakalayabilirsiniz” vurgusuyla hepimize şunu hatırlatırdı:

“Biçimle öz arasında varolduğu söylenen ikilik bana hep saçma bir yargı olarak gözükür. Soylu duyguları yansıtan ‘biçimsiz’ bir filmin tümüyle biçimci bir filmden daha düzeyli olduğu düşüncesi gülünçtür. Ancak biçim aracılığıyla iletişim kurulabilir. Biçim olmazsa seyirciye bir şey iletemez, onda heyecan yaratamazsınız.”

* * * * *

Ve beklenmedik trajik bir sonla yaşamını yitirip, ‘Ağlayan Çayır’ (2004), ‘Zamanın Tozu’ (2009), ‘Öteki Deniz’den (2012) oluşan üçlemesinin son bölümünü -ne yazık ki- gerçekleştiremeyen Theo Angelopoulos…

Evet, 2012 yılının 24 Ocak’ında film çekimleri esnasında geçirdiği bir trafik kazası sonucu yitirmiştik Onu…

“Benim çalışmalarımın karakteristik özellikleri, her şeyden önce uzun yıllar film izlememden kaynaklanır. Yıllar boyunca çevremdeki her tür filmi izledim, ilginç bulduğum öğeleri özümsedim ve sonra bunların hepsi yüzeye girip benim üslubum, yazılarım hâline geldi. Benim uzun çekimi, sekans çekimini tercih etmem, genelde paralel montaj dediğim şeyi reddetmemden kaynaklanır. Benim gözümde, her kare kendi soluğu olan canlı bir şeydir. Tabii bu da müdahale kabul etmeyen bir süreçtir, doğal bir açılışı ve sonu olmalıdır,” diyen Angelopoulos’un Nanterre Üniversitesi’nce -ona verilen- doktora törenindeki (1999) konuşmasında da şunların altını çizmişti:

“Sinemaya girdiğimden beri aynı ekiple beraberim. Onlar beni tanıyorlar, ben de onları tanıyorum. Yıllar geçtikçe ailem gibi oldular. Çekimde onlara sık sık bağırıp çağırıyorum. Oysa görmediğim zamanlarda hepsini yürekten özlüyorum. Ekibe yeni bir teknisyen katılınca hemen endişeleniyorum, sanki her şey ona bağlıymış gibi. Onlarla projelerimi, kuşkularımı paylaşıyorum. Bunca yıl geçmesine karşın aynı kaygı, aynı coşku. Yolculuklar, ayrılıklar, sürgünler… Yol, yollar benim çoğunlukla tek yuvam.

Görüntülerse işte tam bu yolculuklarda doğarlar. Notlar almanın anlamı yok. Çizgileriyle, renkleriyle, biçemleriyle, devinimleriyle, estetik dengeleriyle, ışıklarıyla belirirler. Yüzlerce fotoğraf salt bellek kayıtlarıdır. Çekim öncesi hiçbir şey sona ermez. Çekimdeyse her şey yeni bir gerçekliğe göre biçimlenir. Oyuncular, mutlu ya da mutsuz öngörüler, fışkıran düşünceler. Buna karşın başlangıç bende gerçekleşecek olanı doğurur. Uzun süren o hiçlikten film düşüncesi doğar. İlk filmin üstünden nerdeyse kırk yıl geçti. T. S. Eliot’u serbestçe yorumlayıp şunları diyebilirim: İşte uzakta ben, yolun yarısından ötede tarihin öfkeleriyle harcadığım yıllarım, görüntüleri hâlâ yetkinlikle kullanmaya öğrenmeye zorluyorlar beni. Her uğraşım hem yeni bir başlangıç hem de bir başarısızlık gibi çünkü kendimizi tam anlatmadığımız zaman aslında tam o anda öğrenebiliyoruz. Böylelikle her gözü pek girişim duyguların belirsizliğine yapılan yeni bir başlangıç. Tutkuların taşkın, aşağılanan yoğunluğuna dalmak. Söylenmemişe yönelik tam bir saldırı. Yitirileni bulmak, yeniden bulmak, sürekli yitirmek. Yeniden bulmak. Sonum benim başlangıcımdır.”[8]

Onun hakkında eşi Phoebe Economopoulos, “Kızlarımız küçükken babalarının onlara peri masalları anlatmasını beklerlerdi. Theo’da masal anlatmayı beceremediğinden onlara bir peri masalı yapma sözü verdi. ‘Sisli Manzaralar’ elbette sıra dışı, çok sert ve etkileyici bir peri masalı,” derdi.

Aynı biçimde ‘Leyleğin Geciken Adımı’ (1991), ‘Ulis’in Bakışı’ (1995), ‘Sonsuzluk ve Bir Gün’ (1998), ‘Ağlayan Çayır’ (2004) ve ‘Zamanın Tozu’nu (2009) çeken görüntü yönetmeni Andreas Sinanos, yönetmenin mükemmeliyetçi tutumunu tüm yaşamına yaydığını, tükenmez bir enerjisi olduğunu, bir film biter bitmez yenisini düşündüğünü belirtirken; “Theo mekânlar için neredeyse sonsuz yolculuklara çıkardı. Her şeyi kafasında kursa da yaratım süreci finale dek bitmezdi. Sabit planları sevmediği için plansekanslar, kaydırmalar, vinç, zoom objektifler kullanırdık,”[9] diyordu.

Ve nihayet; “24 Ocak 2012’de kaybettiğimiz Angelopoulos’un sinematografisi, bugünün sinemacılarına hâlâ çok şey söylerken; yaşamı savunanların cephesinde yerini hep koruyan Angelopoulos, ‘Bir gün mutlaka kazanacağız,’ diyebilme tutkusuna da katkı koyuyor”ken;[10] “Sinema ustası Angelopoulos yerküredeki yolculuğunu bitirmiş, T. S. Eliot’ın şiirindeki gibi, ‘Sonum başlangıcımdır’ diyerek sonsuzluğa, yeni bir başlangıca doğru yola çıkmıştı… O, XXI. yüzyılla yüzleşecek, değer yargılarının yitişini, etik olanın çöküşünü, büyük sermayenin sanatla çatışmasını, ülkesindeki ekonomik krizi, yozlaşmayı, sığınmacıları anlatacaktı”[11] durmadan ve her zaman hepimize!

 

24 Temmuz 2016 09:10:24, Ankara.

 

N O T L A R

[*] Güney Dergisi, No:79, Ocak Şubat Mart 2017…

[1] Şenay Aydemir, “Uğur Yücel: Artistlerle İşim Yoktur, Kafa Ararım”, Radikal, 22 Mart 2014, s.4-5.

[2] Gamze Akdemir, “Sinema Aydınlanmanın ta Kendisidir”, Cumhuriyet Kitap, No:787, 17 Mart 2005, s.4-6.

[3] Rıza Kıraç, Sinemanın ABC’si, Say Yay., 2012.

[4] Nilgün Cerrahoğlu, “Fellini ile Nostalji Yolculuğu”, Cumhuriyet, 6 Nisan 2013, s.12.

[5] İnci Aral, “Buñuel ve Aklın Zincirleri”, Cumhuriyet, 9 Ekim 2012, s.14.

[6] Mehmet Basutçu, “Sahnelerin Devrimcisiydi”, Cumhuriyet, 22 Ekim 2013, s.14.

[7] “Sinema Belleğini Kaybetti!”, Radikal, 3 Mart 2014, s.22-23.

[8] Aslı Selçuk, “Theo Angelopoulos’un Anısına”, Cumhuriyet, 29 Haziran 2012, s.14.

[9] Aslı Selçuk, “Theo Angelopoulos’a Saygıyla”, Cumhuriyet, 19 Ekim 2012, s.16.

[10] Çağrı Kınıkoğlu, “Melankoliye Teslim Olmamak İçin”, Sol, 24 Ocak 2014, s.15.

[11] Aslı Selçuk, “Beni Deniz Kıyısında Unutun”, Cumhuriyet, 25 Ocak 2014, s.14.

 

Exit mobile version