Anılar bazen güncelleşen konulara ışık tutar! Bazen de baş eğmeyen bir kuşağın gizemli zulalarında paslanmamış, örselenmemiş olarak yatarlar. Bir tek baş eğmeyen sadece bir 68’li kuşak mı var? Bu konuyu tek bir 68’li kuşakla da sınırlandırmamak gerek. Bu uğraşı bir yüzyılı, hatta daha fazla zaman dilimini de içine alan, Tanzimat döneminden günümüze kadar olan süreyi kapsayan bir kurtuluş ve Batılılaşma mücadelesidir.
Abuzer Bali Han / Diğer yazıları için tıklayınız
68’li kuşağından biri olarak 1973 yılında yurtdışına çıkmak zorunda kalmıştım! 1974 yılında işbaşına gelen Ecevit Hükümeti’nin yurtdışındaki öğretmenlere çağrısı üzerine, ben de bir dilekçe ile göreve talip olduğumu bildirmiştim. Kısa sürede “yurda döndüğünüzde isteğiniz yerine getirilecektir“ diye yanıt almıştım. Yurdun hizmete ihtiyacı var, diyerek kurmuş olduğum Avrupayi yaşantıyı ve başladığım doktora öğrenimini yerimde bırakarak hemen Ankara’ya döndüm…
Yurtdışında bulunduğum sırada “Anadolu’nun herhangi bir yerindeki mahrumiyet bölgesindeki bir öğretmen okuluna tayinimin yapılması!” diye yazdığım notun bana tuzak olabileceği düşüncesini hiç aklıma getirememiştim! Aklımda olan, Anadolu insanının köreltilmiş karanlık dünyasına, birçok kişinin cesaret edip de gidemediği yerlere gidip, karınca kararınca oralarda yaşayanlara nasıl bir ışık tutacağım görüşü gençlik yıllarımda beni hep dürtmüştü…
Ankara’da Öğretmen Okulları Genel Müdürlüğü’nde Özlük İşleri bölümünde yetkili müdürle karşı karşıya gelince, başvuru dilekçem güncelleştirildi. Müdür bana dönerek: “Mahrumiyet bölgelerindeki okulların kadroları dolmuş! Sizi Eskişehir Yunus Emre Öğretmen Okulu’na veya o zaman Adana’ya bağlı olan Düziçi Öğretmen Okulu’na atayalım.” demişti. Ben de Düziçi, diyerek formları doldurdum. Dönüşte de tayin edileceğim okula uğrayarak lojman durumunu sordum. Edebiyat öğretmeninin tayini çıkmıştı. Yerine atanacağım için lojman sorunu da yoktu. Her şey normal gözüküyordu. Bir ay içinde bana ulaşacak olan tayinimi evde beklemeye başladım. Zaman geçince, tayin de gelmeyince, Ankara’ya tekrar döndüm ve tayin şubesine uğradım. Tayinimin neden geciktirildiği sorusuna zaman kalmadan, böyle bir başvurunun olmadığı belirtildi! Nasıl olur? Her şey formalitesine uygun olarak sizler formları hazırlamadınız mı? İmzayı attıktan sonra gidin, bekleyin. En geç bir ayın içinde yanıtı alırsınız, demediniz mi?
Derler ki “Minareyi çalan, kılıfını ona göre hazırlar!” Böylesi bir işlemi yapan devlet dairesi, kendi yaptığını inkar edince, bana da sadece tuhaf tuhaf bakmak düştü! Ankara’yı iyi tanıyan biri olarak, zamanında tayini Erzurum’a çıkan bir yakınımın tayinini durdurarak Ankara’ya yaptırmıştık. O kişi de bakanlıkta şube müdürüydü. O’na dosyamın başına gelenleri anlattım. Odasından ayrıldıktan bir süre sonra geri dönüp geldi. Dosyamı mahzene kaldırdıklarını ve el yazısı ile yazılmış bir notta: “Tayini öğretmen okullarına sakıncalıdır!” diye bir notun düşürüldüğünü bana bildirdi…
Günümüzde anayasa profesörlerinin bile görevine gerekçesiz olarak son verilen bir ülkede bir tayinin yapılmaması söz konusu mu olur? Küçük sorunlar çözülmeden büyüdüğünde, Türkiye bugünkü konuma geldi! Bugün dedikse bazıları için memleketin hali gül ve gülistanlık. Bazılarının bir eli balda, bir eli yağda! İşsiz ve aç olanların hali onların umurunda mı?! Ya hiçbir gerekçe dahi gösterilmeden işlerinden atılan yüz binler ve onların aileleri için dünya bir zindan ve bir lokma ekmeğe hasret geçen karanlık günler!
Bugünleri aratmayan bir dönemde yurtdışına bir daha çıktım. Uzun yıllar hep hep yurtdışında kaldım. Dilbilimci ve yazar olarak adımı duyan Munzur Üniversitesi’nin rektörü iyi niyetli olarak Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü açacaklarını, fakat öğretim üyesi bulamadıklarını dert yanarak yurtdışında bana anlatmıştı! Benden de yardım beklemekteydi. Ben ise çalışma zamanını doldurmuş bir emekliydim. Bu yaştan sonra çalışmam zor olur. Ama işlerinizi yoluna koyana kadar sözleşmeli olarak çalışır ve işi yeni alacağımız genç kadrolara bırakır, ayrılırım, demiştim. O dönemde bazı Kürt partilerinin böylesi bir uygulamaya sıcak bakmadıklarını biliyordum. Ben bu uygulamanın Kürt ve Türk halklarını birbirine daha da yaklaştıracağını düşündüğüm için, bu öneriyi belli bir süre, kürsü çalışmalarını yoluna koyana kadar sizlere yardımcı olabilirim, demiştim. Bu konuda rektör ve yardımcısı birkaç defa yurtdışına işleri gereği geldiklerinde, benimle de görüşüp, istenilen evrakları aldılar. Emekli oluşuma ve yaşımın ilerlemesine bakmaksızın, kurulu düzenimi yurtdışında bir daha bozarak, Türkiye’ye dönüşe hazırlanıyordum…
Çağrı ve tayin işlemim gecikince, Rektörlüğe bir mektup yazarak, yazılı olarak tayinimin yapıldığını veya yapılacağını bildirilmesini rica ederim, diye yazdım. Aldığım yanıtta yurtdışına yakında geleceklerini ve bu konuda benimle de görüşeceklerini bildirdiler…
Rektör, kardeş üniversite seçtikleri bir Alman üniversitesine konferans için görevli geldiğinde son bir kez daha buluştuk. Ben tayinimi yazılı olarak beklerken, tayinimin daha yapılmadığını öğrendim. Rektör yanımda tayini yapacak olan kişiye bir daha telefonla ricada bulundu. Telefonun sesini açarak dinleyeceğim kadar sesi açtı. Karşıdaki memur efendi, tayini sakıncalıdır, demedi, ama tayini mümkün değil, diye bir daha vurguladı. Aslında rektör yurtdışına gelmeden tayinimin yapılamayacağını biliyordu! Bir önceki görüşmede Zazaca’nın Kürtçenin bir lehçesi olup olmadığını ve dolaysıyla da Zazalar sizce Kürt müdür sorularına devletin baktığı gibi görmediğim için tayinim daha yapılmadan durdurulmuştu! Tıpkı yıllar öncesi Düziçi Öğretmen Okulu’na yapılan tayinimin durdurulduğu gibi!..
Bu dönemde YÖK’e Ankara Üniversitesi’nin bünyesinde Kürdoloji Kürsüsü’nün açılması için birkaç dilekçe yazdımsa da tümü de yanıtsız kaldılar. Hâlbuki devlet denen kurum yanıt olumlu olmasa da bir şekilde yanıt vermelidir. Yanıtsız bırakılan dilekçelerin anlamı, “Biz, sizi olumsuz da tanımıyoruz!” demektir. Türk halkı Kürtleri tanımazsa, hatta ölülerine bile saygı duymazsa, gün gelecek Kürtler de “Yüzyıllarca sizi kardeş bildik! Bağrımıza bastık. Bu memleket için sırt sırta vererek savaştık! Siz, bizi tanımıyorsanız, biz de sizi tanımıyoruz!” diyecekleri günleri yaklaşmaktadır!..
68’liler kuşağından biri olarak, benim gibi memleketin en ücra bölgelerinde görev ve hizmet yapma aşkıyla yanıp tutuşanlar tüm ömürleri boyunca hep ezildiler. Usanmadık, bıkmadık, makam ve para peşinde koşmadık! Makam ve ceplerini bilmem nereye kadar para ile dolduranlar, onlar hep revaçta kaldılar. Ne yazık ki halkımızın çoğunluğu kendilerini soyup, soğana çevirenlerin peşine düşmesi, onların bu durumu biz eğitimcileri daha da üzmektedir.
Anadolu’da Türk halkına reva görülen bu sömürü ve deli gömleği, ne yazık ki uygulamalarda Kürt halkına ve Alevilere birkaç mislince artarak yansımaktadır. Anadolu insanının sırtına geçirilen bu kambur ve dini inançlarla pekiştirilen sömürü düzeni, daha ne zamana kadar halklarımızı baskı altında tutacak? Anadolu halkları çağdışı kalan karanlık zihniyetlerle daha ne kadar böyle sömürülerek idare edilecek?!
Aha geldik, aha da nerdeyse bir ömrü geride bırakarak gidiyoruz! Eğitimci olarak gericiliği ıslah edemedik. Bundan da bir eğitimci olarak sorumlu olduğumuzu biliyorum! Sadece sorumlu olan biz eğitimciler miyiz?! Ya halkı soyanlar! Ya soyup da doymayanlar! Ya onlara kim hesap soracak?!
İnsanca beraber yaşamak varken, bu talan, bu ziyan ve zulüm niye? Tarihte zulmün kime faydası olmuş ki, bugün Türkiye’yi yönetenlere de olsun!..
18.09.2017