15 Temmuz’u, bizim gibi yıllardır sendikal mücadele içinde, evi, işyeri, mekanı bilinen, ev telefonu, cep telefonu dinlenen; bir anlamda hayatı “BBG Evi gibi” olan ve ne “darbeyle ne herhangi bir yasadışı örgütle bağı olmayan insanları işten atmak için “Allah’ın bir lütfu” olarak gören siyasal iktidar, “Korona Virüs”ü de “Allah’ın bir lütfu” olarak kullanıyordu.
MAHMUT KONUK
OHAL KHK’SI İLE İHRAÇTAN, BİNİ AŞKIN GÖZALTIYA, YÜZBİNLERİ AŞAN “İDARİ PARA CEZASI”NDAN, “HAK ARAMAKTA ISRAR ETTİĞİMİZ İÇİN TUTUKLANMAYA”, “HAPİSHANEDE HASTA OLMAKTAN “UYGUN DİYET”İN OLANAKSIZLIĞINA”, KELEPÇELİ MUAYENEDEN, KOVİD-19 RİSKİNE!..
-HAK İHLALLERİ MANZUMESİ-
Ben, 64 yaşında bir Sağlık Emekçisiyim.
677 Sayılı OHAL KHK’sı ile işime son verildiğinde bilfiil 40 yıl 14 gün hizmetim vardı. (bugün 45 yıllık bir Sağlık Memuruyum)
Yaşamımın son 31 yılı sendikal mücadele, 29 yılı da aynı zamanda İnsan Hakları mücadelesi içinde geçti.
12 Eylül Darbe Rejimi’nin yasalarına karşı 1989 yılında TEKNİK SAĞLIK MENSUPLARI DERNEĞİ içinde kuruluş çalışmalarına başladığım sendikal mücadele 11 Ocak 1991’de kurulan TÜM SAĞLIK-SEN’in 289 Kurucu üyesinden biri oldum. İşyeri Temsilciliğinden Şube Başkanlığına, 2 dönem Merkez Yönetim Kurulu Üyeliğine, her düzeyde sorumluluk üstlendim.
1 Ağustos 1996’da dört sendikayı birleştirerek kurduğumuz Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası SES’in Kurucu Genel Eğitim Sekreterliğini yaptım.
Bu süreç içinde sayısını hatırlamadığım baskı, sürgün, gözaltı ve yargılanma yaşadım.
Ama sendikalarımızı kurmuş, yasal statüye kavuşturmuştuk.
İşte bir gece yarısı KHK’sı ile kapının önüne konduğumuzda bu; bir anlamda bu kadar ağır bedelle kazandığımız sendikal güvencelerin de bir çırpıda yok olması anlamına geliyordu.
Dahası; ihraç edildiğim gün, üniversite öğrencisi olan küçük kızım; “asgari ücretle bir iş bulup çalışacağım” diyerek okulu terk etti.
Bütün hak arama yollarımız kapatıldı.
“Ağaç kabuğu yesinler”, “biz onları sosyal ölü yaptık…” dediler.
İdare Mahkemeleri, Danıştay, Anayasa Mahkemesi, hatta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bile kaderimizi Siyasal İktidarın İnisiyatifinde Kurulacak “OHAL İNCELEME KOMİSYONU”na bıraktı.
Bu “komisyon” da bugüne kadar, aradan geçen 4 yıla yakın bir süredir incelediği dosyaların yüzde 90’ından fazlasına “RED” cevabı vermişken benim hakkımda henüz bir karar vermiş değildir.
Geriye bir tek yol kalıyordu: Anayasal bir hak olan basın açıklamalarıyla sorunu kamuoyunun gündemine taşımak.
Uzunca bir süre, üyesi olduğum SES’in ve Konfederasyonumuz KESK’in düzenlediği bütün yasal hak arama eylemlerine katıldım.
Ayrıca yine sendikamız SES ile Konfederasyonumuz KESK’in; “İşimize Geri Dönme talebiyle İŞYERLERİMİZ ÖNÜNDE VE ALANLARDA BARIŞÇI HAK ARAMA EYLEMLERİ YAPMA” kararı doğrultusunda 27 Şubat 2017’den itibaren her pazartesi saat: 11.30-13.30 arasında işyerim Çankaya Toplum Sağlığı Merkezi önünde basın açıklaması-oturma eylemi yapmaya başladım.
Aydınlardan kitle örgütlerine, Sendikalardan öğrenci inisiyatiflerine, Mahalle inisiyatiflerine, çok geniş bir destek aldım. Yüksel Caddesinde ya da Sakarya Caddesinde veya Bodrum’da, İstanbul’da, Düzce’de hatta Aydın’da SİBAŞ İşçileri, Kocaeli’de Flormar İşçilerine; benim gibi işinden ekmeğinden olan emekçilerin eylemine destek olmaya, dayanışmaya gittim.
İlk gözaltılarımız takipsizlikle, açılan davalar da beraatle sonuçlanınca Siyasal İktidarın emrindeki polis, “adaletten-adli makamlardan kaçırma” yöntemine başvurdu.
Artık “Anayasal bir hak olduğu” yargı kararlarıyla da tescillenen basın açıklamalarını fiilen engelleyerek; ”gözaltına alıyormuş gibi” yaparak “kaçırıyor”, hastaneye götürüp darp raporu aldıktan sonra “Kabahatlar Kanunundan İdari Para Cezası” yazarak serbest bırakıyorlardı. Savcı-Hakim “devre dışı”ydı!..
Yüzbinlerce liralık İdari Para Cezası yazıldı.
“İdari Para Cezaları” konusunda da hem yerel mahkemelerde “iptal” kararları çıkmaya, hem de Anayasa Mahkemesinden; “basın açıklaması OHAL koşullarında bile Anayasal bir haktır” şeklinde emsal kararlar çıkmaya başladı.
3-4 ay da böyle “yarı-serbest” basın açıklaması yaptıktan sonra “PANDEMİ” süreci, Siyasi Polis’in basın açıklamalarımızı engellemesi için yeni bir “bahane” yarattı.
Şimdilerde örneklerini sıkça gördüğümüz İktidar Partisi’nin kongrelerinde “olmayan” “koronavirüs”, Baroların Kongrelerinde nasıl ortaya çıkıyorsa, işte ilk olarak bizim “tek başına, ağzımızda maske ile yaptığımız, 3 metre öteden de yine ağzında maske ile videoya çeken bir arkadaşımızın olduğu basın açıklamalarında” ortaya çıkmaya başladı.
Öyle ki, ben tek başıma, ağzımda maske ile basın açıklaması yaparken; virüs bulaştırıyor”dum, 10-15 polis saldırıp yaka-paça uzaklaştırırken “virüs bulaştırmıyor”!, aksine “toplumu virüs tehlikesinden korumuş”! oluyorlardı!..
İşyerimin önünde açıklama yapınca “virüs bulaşıyordu”!, 100 metre öteye sürükleyip dolmuşların vızır vızır geçtiği bulvarın kenarına getirince “virüs bulaşmıyordu”!..
Yüksel Caddesi İnsan Hakları Anıtı önünde “önlük giyinceye kadar” yarım saat beklesen bir şey olmazken; “önlük giyer giymez” virüs tehlikesi ortaya çıkıyordu!.. Yine 10-15 polis yaka-paça seni sürükleyince bir şey olmuyor, Selanik Caddesinin girişine gidince de; “virüs tehlikesi bitmiş” oluyordu!..
15 Temmuz’u, bizim gibi yıllardır sendikal mücadele içinde, evi, işyeri, mekanı bilinen, ev telefonu, cep telefonu dinlenen; bir anlamda hayatı “BBG Evi gibi” olan ve ne “darbeyle ne herhangi bir yasadışı örgütle bağı olmayan insanları işten atmak için “Allah’ın bir lütfu” olarak gören siyasal iktidar, “Korona Virüs”ü de “Allah’ın bir lütfu” olarak kullanıyordu.
HAK ARAMA YOLUNU KAPATMAK İÇİN EN ETKİLİ ve EN UCUZ YÖNTEM: “SİLAHLI ÖRGÜT ÜYESİ OLMA” SUÇLAMASI
Ankara Terörle Mücadele Şubesinden iki tane “Şube Müdürü”nün imzasını taşıyan 7 Kasım 2016 tarihli “ARAŞTIRMA RAPORU” başlıklı bir polis fişlemesinde benim için; “Ankara’da PKK/KCK içinde aktif olarak faaliyet gösteren ve HEDEFİMİZ KONUMUNDA bulunan Mahmut KONUK…” diye söz ediliyor. (Bir “YURTTAŞ’ın polisin “HEDEFİ KONUMUNDA” bulunması nasıl açıklanabilir? O ayrı bir tartışma konusu)
Ne var ki 10-18 Aralık 2018’de benim gibi işinden atılmış başka insanlarla birlikte gözaltına alındığımızda; “28 Eylül 2018’de örgüt toplantısı için gittiğim” iddia edildiğinde bu kez “örgüt” DHKP-C olmuştu. Mayıs 2019’da davası açılan, halen Ankara 28. Ağır Ceza Mahkemesinde derdest olan davaya; “28 Eylül 2018’de İstanbul’a oradan da Silivri’ye yeğenimin nişanı için gittiğimi belgeleyen “nişan davetiyesi” ile “nişan töreninde halay çektiğim görüntülerin videosunu” sundum.
“Tutuksuz” yargılandığımız davanın 3. Duruşması 30 Eylül 2020’de biz “tutuklu” iken gıyabımızda yapıldı.
SAVCI AYNI, SUÇLAMA AYNI AMA BU KEZ “SANIĞIN İDAMINA DELİLLERİN BİLAHARE DEĞERLENDİRİLMESİNE!..”
Ankara 28. Ağır Ceza Mahkemesinde tutuksuz yargılandığımız davanın 2. duruşmasında; “haftada 1 gün imza verme” şartımız da kaldırıldı, mahkeme heyeti “adli kontrol şartı” olarak “yurtdışı yasağı”nı yeterli gördü. Ama Ankara TEM’in “tutuklama ısrarı” devam etti.
Sayın Savcı da bir önceki dosyasının Mahkemesi “DERDEST” iken Aralık 2019’da “kısıtlılık kararı” olan başka bir dosya açmış. İddialar aynı, eylemler aynı. “Yasal hak arama eylemleri; basın açıklaması”!.. Bir önceki dosyasının tekrarı, “Mükerrer”!..
13 Ağustos 2020 günü sabaha doğru evlerimize yapılan baskınla gözaltına alındık.
O günkü bir “yandaş” medya organına servis edilen habere göre; “içinde yönetici pozisyonunda olanların da yer aldığı 7 DHKP-C silahlı örgüt üyesi” yakalanmıştı!..
Habere bakan yurttaşlar: “Vay beee!..İçişleri Bakanlığı ve “Kahraman Polisimiz teröre karşı ne büyük başarı kazandı” algısına kapılmıştır.
İlginç bir detay; 8 ay önce açılan dosya için “operasyon” yapılırken dosyayı açan Sayın Savcı “Adli Tatilde”dir.
Bu demektir ki; ya “operasyon”da Savcı Bey’in hiçbir rolü-inisiyatifi yoktur, inisiyatif tamamen Ankara TEM Polisinin elindedir, ya Savcı Bey “mükerrer” dosya açtığının farkındadır, bu “kötü niyeti” anlaşılmasın diye operasyon emrini verip dosyayı nöbetçi Savcının kucağına bırakmıştır. Her iki durumda da “hukuk”tan eser yoktur.
Bir üçüncü ihtimal(!); İddia edildiği gibi; “silahlı örgüt” üyesi isek, yapmak üzere olduğumuz bir “canlı bomba” eylemi, bir “silahlı suikast eylemi” türü “acil” müdahale gerektiren bir durum söz konusudur!..Peki var mı böyle bir iddia? Fezlekede buna ilişkin bir “ihbar”dan bile (hani yalandan da olsa) söz edilmiş midir? Yoktur.
Peki gerçek nedir?
Gerçek şu ki ben direnişimin 1285’li günlerinde 185. hafta basın açıklamasını yapmışım ve her basın açıklamamı facebook hesabımdan en az 3-5 bin kişi, bazen 20-30 bin, bazen 50-100 bin kişi izlemektedir.
İhraç edildiğim İşyerim Çankaya İlçe Sağlık Müdürlüğü önünde basın açıklaması yapacağım saati beklerken oturduğum banka gelip zorla yaka-paça uzaklaştıran sivil polislerin saldırdığı görüntüleri ise tam 2.148.000 (ikimilyonyüzkırksekizbin) kişi izlemiştir.
Yani siyasal iktidar ve emrindeki Siyasi Polis’in haksızlığı-hukuksuzluğu, zulüm ve zorbalığı kamu vicdanında da “mahkum” olmuştur. Yaptıkları her saldırıda da biraz daha mahkum olmaktadırlar.
Savcılık sorgusunda bana sorulan temel soru; “facebook hesabında kaç arkadaşın var? Kaç takipçin var? sorusu olmuştur.
“Diğer arkadaşlarının önlüklerinin rengi sarı-kırmızı, seninki neden farklı?” sorusundan da bir anlam çıkarır mısınız? Bilmem.
Tutuklanma gerekçelerimiz arasında da;
-“Yasal hak arama bahanesiyle eylem yapma”
-“Adli kontrol tedbirine rağmen eyleme devam ettiklerinden…”
Evet!..9 günlük gözaltı sürecinden sonra 22 Ağustos 2020 sabaha doğru bu “gerekçe”lerle tutuklandık!..”Silah” nerde? “Örgüt” nerde?
Daha dosyada ne olduğunu tam olarak bilmiyoruz!.. Avukatlarımız da bilmiyor.
Yıllardır “İşimizi Geri İstiyoruz” diye yasal basın açıklaması dışında bir şey yapmayan ve “kovulsa kaçmayan-kaçmayacak olan” 5 emekçi ile 1,5 yıldır eylem alanına hiç gelmemiş iki “eski destekçi”den biri bu gerekçelerle tutuklanırken durumumuz tam da Kafka’nın “DAVA” romanındaki Josef K. gibidir.
Josef K.’yı alıyorlar ve “tutuklusunuz” diyorlar. “Neden?” diye soran Josef K.’ya “biz bilmiyoruz, size söyleyecekler” diyorlar.
Mahkemede Hakim soruyor: “Badanacı mısınız?” “Hayır!.. Bankacıyım” diyor Josef K.
Arka taraftan biri bağırıyor: Bana da badanacı mısınız diye sormuşlardı. Bunlar bir badanacı arıyor ama…”
Bizim badanacı olmadığımızı aslında bizi tutuklatanlar da, tutuklayanlar da biliyor.
Durumumuz biraz da “Kastamonu İstiklal Mahkemesi”nin bir kararındaki gibidir: “SANIĞIN İDAMINA, DELİLLERİN BİLAHARE DEĞERLENDİRİLMESİNE!..”
Önce tutuklayalım, delilleri sonra tartışırız (ya da buluruz)
Asıl amaç, bizim dışımızda “yasal hak arama” yoluna girecek başka emekçilere gözdağı vermek, bizi de “susturmak”.
Susacak mıyız?
Ben artık her pazartesi tutuklu olduğum hapishanede; “Dört Duvar Arasından Gökyüzüne” haykırıyorum: “40 Yıllık Emeğimi ve Özgürlüğümü Gaspedenler”!.. İki Elim Yakanızda!.. İşimizi Geri alacağız!..” diye.
“PANDEMİ HAPİSHANESİ” SİNCAN 3 NOLU L TİPİ HAPİSHANESİNDE 12 EYLÜL ZİNDAN PRATİĞİNDEN RACİ TETİK İLE ESAT OKTAY YILDIRAN’IN RUHU DOLAŞIYOR!..
22 Ağustos 2020 sabaha doğru saat 05.00 sularında “teslim edildiğimiz” Sincan 3 Nolu L Tipi hapishanesinde 3 saat süren “bekletme, çıplak arama” vb. işkencesinden sonra ilk “sayım”da oturarak karşıladığımız “memur”ların; kalk kalk kalk, sıraya dizil, hazırola geç” komutuna; “Hayırdır? Asker miyiz? Esir miyiz? Sayacaksanız buyrun sayın. Hani yatağımızda karşılasak belki haklı olurdunuz” yanıtımıza; “Haaa…Ben sizi süründürmesini bilirim” tehdidinin sonucunu gördük: 25 GÜNDE 5 TANE DİSİPLİN CEZASI!..”
1-) Tutuklanmamızın 4. Gününde 26 Ağustos 2020 günü ilk “Aile Görüşümüze” çıktık. Aile görüşünden sonra; “Avukat görüşünüz var” dediler ama Avukat Görüş Yeri yerine; “duvarın dibine dizil (bağırarak), geç geç geç, arkanı dön…”Arkadaşım “zaten geçiyoruz ne bağırıyorsun?” dedi. Ben de “niye arkamı dönüyorum” diye sordum.”Vaaay!.. Görevli Memura isyan haa!.. Ben sizin cezanızı arttırayım da görün..” deyip Avukat görüşü yaptırılmadan koğuşa geri götürüldük.
Aile görüşünden sonra Avukat Görüşü’nün “Prosedürü” buymuş.
Sonrasında da bir sürü gerçek dışı suçlama eşliğinde alınan “savunma”, savunmalarımızı hiç kaile almadan verilen “5’er günlük hücre cezası”. (Bu ceza itirazımız üzerine İnfaz Hakimliğince kaldırıldı).
İlginç olan, bu “Disiplin Kurulu”nda yer alan; “meslekleri gereği” bizimle de görüşmesi gereken, ancak yüzlerini dahi görmediğimiz; 159962 Sicil Nolu Öğretmen, 177338 Sicil Nolu Psikolog ve 217022 Sicil Nolu Sosyal Çalışmacı’nın da “karar”da imzasının olmasıydı.
2-) 7. günümüzde ağrısından uyuyamadığı dişi için ilaç isteyen arkadaşımızın bütün talepleri karşılıksız bırakıldığı gibi; akşamüzeri; “kes sesini otur yerine” diye azarlanıp suratına mazgal kapatılan koğuş arkadaşımız Mehmet DERSULU’nun tepki göstermesi üzerine 15 Gardiyan koğuşu basıp işkence ile Mehmet DERSULU’yu yanımızdan alıp götürdü. 15 dakika sonra geri getirdiklerinde başparmağı ve sol kolu tutmuyordu. Sol kürek kemiği ve o bölgedeki kaburgalarının üzeri kızarmış, şişmiş ve ağrılıydı.
Yine kendi tuttukları uyduruk tutanaklara dayanarak işkence yaptıkları Mehmet DERSULU’ya 5 gün hücre cezası”, bana da “bir ay iletişimsiz bırakma cezası” kestiler!..
Disiplin Kurulunda yine aynı isimler, yine yüzümüzü dahi görmeden karara imza attılar.
3-) Hapishaneye düşmemizin 12. Günü havalandırmaya bir “top” düştü. Açıp baktık!.. Bu hapishaneye yeni sevk edildik. Kantin günümüze daha 5 gün var. Allah rızası için varsa birkaç sigara, biraz çay ve şeker…” yazıyordu. Tanımadığımız, adlarını dahi “Disiplin Kurulu Kararı”ndan öğrendiğimiz bu kişilere “empati” yaptık, tamamen insani nedenlerle ihtiyaçlarını aynı not kağıdına “geçmiş olsun” yazıp gönderdik. Sonuç: “Kınama Cezası”!..
4-5-) Benim soyadımı taşıyan Kızım, aynı zamanda AVUKATIM Evin KONUK’a yazdığım 2 mektuba el konuldu.
Sözde; “Örgütsel ilişki şüphesi ile incelemeye almışlar” ama “karar” kısmında böyle bir iddiaları yok (hakaret, suçu övme, suça teşvik ya da başka bir somut “SUÇ” isnadı da yok); “algı yaratıyor”, üslup kötü”, siyasi propaganda yapıyor” vb.
Mektubun biri güncel bir sorunla ilgili bir değerlendirme, ötekisi de bizimle birlikte tutuklanan Armağan ÖZBAŞ’ın kendi ağzından dinleyerek yazdığım kısa hayat hikayesi.
Aile bireyi ve AVUKATIMLA iletişim hakkı da, SAVUNMA HAKKI da, düşünce ve ifade özgürlüğü de ayaklar altında.
TEM Polisi her türlü kara propagandayı yaparak, yandaş medya aracılığıyla aleyhimizde en kötü “ALGI”yı yaratacak, ama ben Kızım ve AVUKATIMLA yazılı iletişim kuramayacağım. Yoksa “ALGI YARATMIŞ” olurum!..
SAVUNMAMA KATILAN DİĞER AVUKATIM (SENDİKAMIN AVUKATI) DA TEHDİT EDİLMİŞTİR
9 Ekim 2020 günü Adana Kürkçüler Hapishanesinde görüşmeye gelen Avukatım (Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası SES Ankara Şubesi’nin de Avukatı) Mert EKİNCİ’nin anlattığı bir olay, hem “İBRETLİK” hem de her şeyi açıklar nitelikte: Anlattığına göre; kısa bir süre önce başka bir müvekkili için gittiği Ankara TEM (Terörle Mücadele) Şubesinde tartıştığı bir polis; “fazla konuşma!..Sen Mahmut KONUK’un Avukatı değil misin? Onu örgüt üyeliğinden tutuklattık, bak seni de örgüt üyeliğinden tutuklatırız” diye tehdit etmiş.
HESABIMIZDA PARA VARKEN BEŞ PARASIZ, HABER VERMEDEN 5 AYRI İLE SÜRGÜN EDİLDİK
Güya “Pandemi sürecinde şehir dışına sevk yapılmıyor”du.
17 Eylül günü henüz sabah sayımı olmadan, kahvaltı yapmadan geldiler; “hadi toparlanın gidiyorsunuz”!.. “Nereye?” diye sorduk: “Burası PANDEMİ HAPİSHANESİ. Karantina süreniz bitti. Sincan Kampüsü içinde başka bir hapishaneye…” dediler.
Kapı altına geldiğimizde; “Mahmut KONUK Adana” deyince ayrı ayrı sürüldüğümüzü anladık. Mehmet DERSULU’nun Bolu’ya, Armağan ÖZBAŞ’ın Kırıkkale’ye, Nazan BOZKURT’un Gebze’ye, Alev ŞAHİN ile Acun KARADAĞ’ın ise Kayseri’ye sürüldüğünü çok sonra öğrendik.
Evimiz, ailemiz, avukatımız, Mahkememiz Ankara’da ama 5 ayrı İl’e dağıtıldık.
Eşyalarımızı apar-topar, karman-çorman topladığımız için hiçbirimizin temel ihtiyaç maddeleri yanında yoktu.
Normal koşullarda ilden ile mahkemeye gidenlere bile hesabındaki paradan 150 tl kadar cep harçlığı verilirken hiçbirimize bir kuruş verilmedi.
Benim hesabımda 614 tl varken gittiğim yerde 5. gün param hesabıma geçti, 7. gün kavga-dövüş kantin alışverişimi yapabildim.
Bir hafta boyunca içme suyum yoktu. İlaçlarımı paslı borulardan akan suyla içtim. İshal oldum.
Tip-2 Diyabet hastasıyım. Devletin vermesi gereken “ara öğünler” için peynir, süt, meyveyi paramla kantinden almak için 7 gün bekledim. “UYGUN DİYET” hala yok.
Sincan’da tebliğ edilen hücre cezasına süresi geçmeden İTİRAZ DİLEKÇESİ yazmak için kağıt-kalem istedim. Vermeyince 2. gün (18 Eylül’de) kapıları dövdüm. Gardiyanlar hücremi bastı. Kolumu bükmeye, duvara çarpmaya çalıştılar, “süngerli odaya göndermekle” tehdit ettiler.
HAPİSHANEDE HASTA OLMAK!..TEDAVİ, DİYET!..AYRI BİR ZULÜM
Ben 64 yaşındayım. Tip-2 Diyabet, Prostat, Guatr başta olmak üzere birçok hastalığım var.
Doktorumun verdiği ilaçları en fazla 1-2 gün gecikme ile hapishanede de temin ettim. Günlük sporumu da eksiksiz yapıyorum.
Ancak aradan geçen 2 aydan fazla zamana rağmen “UYGUN DİYET” hiçbir zaman “tam olarak” verilmedi. Kepek ekmeği ise paramla dahi alamıyorum.
Bütün raporlarım ellerinde olmasına rağmen Sincan 3 Nolu L tipinde “DİYET” yemeği 15. günde, “kepek ekmeği” 18. günde verildi. Kahvaltıda yumurta, ara öğünler için süt-meyve hiçbir zaman tam olarak verilmedi. Ara-sıra verdiklerinde arkadaşlarımın kendi istihkaklarını yemeyip bana vererek “kısmen” karşıladılar. Zaten 25. günde de sürgün edildik.
Adana Kürkçüler F tipi Hapishanesinde geldiğim ilk hafta süt, peynir, meyve vb. “ara öğün” malzemelerini parayla dahi alamadım.
Kantin alışverişi yapmaya başladıktan sonra günde 3 “ara öğün” için (Devletin vermesi gerekirken) süt, peynir ve meyve ihtiyacını kantinden paramla karşılamaya başladım.
Kepek ekmeği (ya da tam buğday, yulaf, çavdar vb. esmer ekmeği) Kürkçüler F tipi Hapishanesinde yok. Paramla kantinden dahi aldıramıyorum.
“DİYET PROGRAMI” için götürüldüğüm Diyetisyen’in yazdığı “DİYET PROGRAMI” da uygulanmıyor.
Hapishanede kalp, tansiyon, böbrek, mide vb. hastaları için tek çeşit “DİYET YEMEĞİ” çıkıyor. “Normal” yemeğin “yağı az” ve “tuzsuz” olanını “al sana diyet” diye veriyorlar.
Benim “Tuz”la ve fazla olmamak kaydıyla “Yağ”la sorunum yok!.. Bana “KAN ŞEKERİNİ HIZLI YÜKSELTEN VE HIZLI DÜŞÜREN, BEYAZ EKMEK, PİRİNÇ PİLAVI, PATATES, TATLILAR, BAL, REÇEL” vb gıdalar “YASAK” diyorum. “Senin damak tadına göre yemek mi çıkaracağız” diyorlar.
Beyaz ekmeğin yanına çoğu zaman pirinç pilavı, patates, bazen yanına bir de “hoşaf” ekliyorlar.
3 dilekçemde “düzelmezse hukuki yollara başvuracağım” dedikten sonra (21 Ekim 2020’den sonra) günde 3 tane haşlanmış yumurta, domates, salatalık, süt veya yoğurt vermeye başladılar. Benimse günde 1 yumurtaya (sabah kahvaltısı için) ihtiyacım var. “Ara Öğün” için meyveyi vermiyorlar.
“Beyaz ekmek, pirinç pilavı, patates” ise devam ediyor. Ya yiyeceksin ya aç kalacaksın.
SONUÇ: Dışarıda iken “ilaç-spor-diyet” üçlüsü ile kontrol altına aldığım “kan şekeri dengesi” yeniden bozuluyor.
TİP-2 Diyabet teşhisi ilk konduğunda açlık kan şekerim 364‘tü. Tedaviye başladıktan sonraki ilk ayda 114’e, ikinci ayda 94’e düşürmüştüm.
Hemoglobin A/1-C (3 aylık ortalamayı veren değer) ise sırasıyla 13.1, 8.3 ve 5.1 iken gözaltına alındığım 13 Ağustos ile 23 Eylül 2020 tarihleri arasındaki zaman aralığında yeniden 6.1’e yükselmiştir. (Normal değer 3.5 ile 5.6 arasındadır)
Bunun anlamı şudur: ”Kan şekeri değerlerim yeniden bozuluyor”!.. Bunun da anlamı SAĞLIĞIM TEHDİT ALTINDA!.. Yüksek kan şekeri kalp-damar, karaciğer, böbrekler, gözler, beyin vb. bütün hayati organlarda harabiyet yapabilir.
“MELAMİN” TARİHE KARIŞALI YILLAR OLDU, HAPİSHANEDE “BÜTÜN TABAKLAR MELAMİN”!..
“Melamin”, bildiğimiz tarımsal suni gübre ile aynı maddeden üretiliyor. Kanserojen!..
İlk geldiğimde verdikleri tabağın lekeli, yıpranmış, çatlak bir “MELAMİN” olduğunu görünce yukarıdaki özelliklerini belirtip “değiştirilmesini, melamin olmayan bir tabak verilmesini” istedim. Yerine verdikleri tabak da “MELAMİN”!.. Tek farkı; yıpranmamış-yeni.
Hapishanelerde kanser vakalarının artmasının (diğer faktörlerle birlikte) “MELAMİN TABAK” kullanımı ile ilişkisi yok mudur?
Mutfakta yemek pişirilen kapların nasıl olduğunu “MAHPUS” olarak görme şansımız yok.
Mesleğimi yaparken denetlemeye gittiğimiz lokanta, restoran, bar, pastane, kahvehane vb. gıda imal ve satış yerlerinde; melamin, plastik, teflon, alüminyum vb. kap-kacak, tabak-çanak, tencere-tava görünce imha ettirir, bir de “ceza” yazardık.
Şimdi Hapishanenin “Vazgeçilmezi” MELAMİN TABAK!..,
“KARANTİNA”, MAHPUSU KOVİD-19’DAN KORUMUYOR, 14 GÜN TECRİT İŞKENCESİNE DÖNÜŞÜYOR.
Sözde “Kovid-19’dan korumak için” hastaneye götürülüp geri gelen her mahpus, her gidiş-gelişinden sonra 14 gün “Karantina” adı altında tek başına kalıyor. Bu “tedbir” beraber kaldığı diğer mahpusları “korumak” için anlamlı olabilir. Ancak hastaneye giden mahpusun kendisini korumak için hiçbir anlam taşımıyor.
Tersine “güvenlik tedbiri” adı altında hücreden dışarı adım attığında “risk” faktörü ile karşı karşıyasın. “Kendilerini korumak” için “elle arama” kaldırılmış. Ancak sana; “ayakkabını çıkar, ters çevir, elle çırp” diyorlar. (Kendin yapmazsan onlar ayaklarıyla vurup yapıyorlar ama ayakkabını giymek yine sana kalıyor, ellerini kullanıyorsun) Bu ise yerde varsa kovid-19 bulaştırma riski demektir.
Ayrıca ve daha önemlisi, hastaneye gittiğinde, ellerin kelepçeli iken de iki koluna iki asker sıkı sıkıya “yapışık” giriyor. İkinizde de maske olsa da nefeslerini hissediyorsunuz.
Oradaki Başçavuş’a durumu anlattım; koluma girmeseler de yanımda yürüseler olmaz mı?” dedim.
Sonuçta koluna giren asker genç ve sağlıklıdır, Kovid-19 olsa da onu etkileme riski daha azdır. Ama sen 64 yaşındasın. Diyabet dahil birçok kronik hastalığın var. Risk altındasın.
Başçavuşun yanıtı: “Hayır!.. Kural böyle. Ya gelmezsin ya da gelirsen böyle!..
Ben de bir “tercih” yaptım!.. Bundan böyle Kovid-19 bulaşma riskindense “sedyelik” olmadan hastaneye gitmemeye karar verdim.
LABORATUVAR TEKNİSYENİ “KELEPÇEYİ ÇÖZÜN” DEDİ, “DOKTOR” İSE “KELEPÇEYİ AÇTIRMAYACAK MISINIZ?” DİYE SORDUĞUM HALDE AÇTIRMADI!.
23 Eylül 2020 günü Diyabet için götürdükleri Adana Şehir Hastanesi Endokrinoloji Polikliniğinde, yanımda 3 asker ve bir gardiyan varken Kadın Uzman Doktor’a; “kelepçeyi açtırmayacak mısınız?” diye sordum. “Muayene etmiyorum ki, soru soruyorum” dedi.
Ben de sorduğu sorunun “anemnez” olduğunu, muayenenin bir parçası olduğunu “bilmiyorum”!..
Hekim (!) kelepçeyi açtırmadı. Yazdığı kan-idrar tahlilleri için gittiğimiz laboratuvarda, Laboratuvar Teknisyeni’nin ilk sözü “kelepçeyi çözün” oldu.
25 Eylül 2020 günü “Prostat” için götürdükleri Üroloji Polikliniğindeki (Erkek) Doç. Dr.; bana yanıt bile vermedi, birbirlerine “komutanım” diyen askerlere dönüp; “tabii bana komutanım diyebilirsiniz. Ben askerliğimi teğmen olarak yaptım. Öbürleri gibi değilim” diye şakalaştı. Bilgisayardan bir gün önceki kan değerlerine bakarken, “hemoglobin A/1-C yüksek” diye konuştu, yanındaki genç asistanla. Yine sordum: “Ne kadar?” diye. Cevap vermedi, tetkik yazdı, “ultrason için gün alın” dedi.
Yine laboratuvara gittiğimde bu kez değişik bir Laboratuvar Teknisyeni; Yine “kelepçeyi çözün” dedi.
Laboratuvar Teknisyenleri “Tıbbi Etik”e uygun davranıyor, Hekimler oralı değil!..
3-5 gün içinde “ultrason” için randevu alınsaydı gidebilirdim. Ancak hem bu zihniyetteki bir “doktor”a gitmemek (bundan sonra kelepçe açılmadan muayene olmam, geri dönerim) için, hem koluma giren askerlerden Kovid-19 kapma riski nedeniyle ve yeniden 14 gün tek başıma kalmamak için hastaneye gitmemeye karar verdim.
SONUÇ VE TALEP:
22 Kasım 2016 tarihli 677 sayılı OHAL KHK’sı ile başlayan haksız ve hukuksuz ihraçtan başlayarak bugüne uzanan “Haksızlıklar Manzumesi”nin bütün sonuçlarıyla ortadan kaldırılmasını ve “telafi” edilmesini, bu bağlamda;
1-) Haksız-hukuksuz yere ihraç edildiğim işime iade edilmemi. (Bu, sadece “birey” olarak beni ilgilendiren bir sorun da değil, toplamda 143.000 (yüzkırküçbin) civarında insan, aileleriyle birlikte bir milyon civarında insanı ilgilendiren ağır bir hukuksuzluktur)
2-) Bugüne kadar sadece; “İşimizi Geri İstiyoruz” diye basın açıklaması yaptığımız için hakkımızda yazılan İdari Para Cezalarının ortadan kaldırılmasını, banka ve kredi kartlarımıza konan blokenin kaldırılmasını,
3-) Defalarca darp ederek, işkence yaparak gözaltına alan, Anayasal bir hak olan basın açıklaması yapmamızı engelleyip üstüne Hukuksuz İdari Para Cezası uygulayan “Kolluk Görevlileri” ile onlara bu hukuksuz talimatları veren, cesaretlendiren sıralı amirleri hakkında gerekli işlemin yapılmasını,
4-) Haksız-hukuksuz tutuklanmamızın en kısa sürede sona erdirilerek varsa hakkımızdaki bir iddia TUTUKSUZ YARGILANMAMIZIN SAĞLANMASINI
(Mafya babaları salıverilir, Mafya Babalarıyla “Tescilli Devlet Çetesi”nin yan yana poz verdiği bir ülkede İŞİ-EKMEĞİ İÇİN DİRENEN EMEKÇİLERİN TUTUKLANMASI utanç vericidir.)
5-) Gözaltı ve tutukluluk sürecinde uğradığım hak ihlallerinin soruşturulmasını, sorumlular hakkında işlem yapılmasını,
a-)Sincan 3 Nolu L Tipi Hapishanesinde işkenceye varan uygulamaları ve haksız “disiplin cezalarıyla”; “CEZA İÇİNDE CEZA” yaşatan tüm görevliler hakkında,
b-) Görmedikleri, bizimle konuşmadıkları halde; sadece Gardiyanların aleyhimizde düzenlediği uyduruk tutanaklara TEK TARAFLI bakarak verilen disiplin cezalarına imza atan 159962 Sicil Nolu “Öğretmen”, 177338 Sicil Nolu “Psikolog” ve 217022 Sicil Nolu “Sosyal Çalışmacı” hakkında ayrıca “meslek etiğine aykırı davrandıkları” için işlem yapılmasını
c-) Adana Kürkçüler F Tipi Hapishanesine sürgüne geldiğim 2. Günü (18 Eylül 2020), verilen cezaya süresi geçmeden itiraz edebilmek için istediğim kağıt-kalem talebimde ısrar edince koğuşa girip kolumu bükmeye, duvara çarpmaya çalışan; “süngerli odaya göndermekle” tehdit eden Gardiyanlar hakkında işlem yapılmasını,
d-) Dosyamdaki raporlara rağmen “UYGUN DİYET” vermeyerek sağlığımın bozulmasına yol açan Sincan 3 Nolu L Tipi ve Adana Kürkçüler F Tipi Hapishane sorumluları hakkında işlem yapılmasını, “UYGUN DİYET VERİLMESİNİN SAĞLANMASINI”,
e-) Muayene esnasında kelepçelerimi çözdürmeyen, sorduğum halde sağlığımla ilgili bilgileri benimle paylaşmayan Adana Şehir Hastanesi Endokrinoloji ve Üroloji Uzman Doktorları hakkında; “Tıbbi Etiğe” aykırı davrandıkları için işlem yapılmasını,
f-) Benim ve diğer mahpusların İnsan Haklarına ve İnsan Sağlığına aykırı tüm risklerden korunmasını, hapishanelerde “melamin” başta olmak üzere gıda ile teması uygun olmayan bütün materyallerin kaldırılmasını, Gıda Kodeksine uygun malzeme sağlanmasını,
g-) Benim (ve her mahpusun) sağlık durumunun gerektirdiği “UYGUN DİYET”in eksiksiz; “3 ana, 3 ara öğün” şeklinde ve Diyetisyenin önerdiği doğrultuda temin edilmesini,
h-) Hastaneye ya da başka bir yere götürülürken; çıplak arama, ayakkabı çıkarttırıp yere vurdurarak çırptırma, kelepçeli iken bile yapışık şekilde koluna girme, muayene esnasında kelepçeyi açmama, muayene edilen yerden çıkmama gibi onur kırıcı özellikle PANDEMİ koşullarında bir de sağlığı tehdit edici veya tıbbi etiğe aykırı uygulamalara son verilmesini,
…talep ediyorum.
Gerekli duyarlılığı göstereceğinizi umuyor, görev ve ilgi alanınızla ilgili konularda gerekli “mesleki ve insani” girişimlerde bulunacağınıza yürekten inanıyorum.
Saygılarımla Mahmut KONUK
2 Kasım 2020
Kürkçüler F Tipi Hapishanesi C-100 ADANA
DAĞITIM:
-İNSAN HAKLARI DERNEĞİ GENEL MERKEZİ
-TÜRKİYE İNSAN HAKLARI VAKFI
-TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ MERKEZ KONSEYİ
-SAĞLIK VE SOSYAL HİZMET EMEKÇİLERİ SENDİKASI (SES) GENEL MERKEZİ
-KAMU EMEKÇİLERİ SENDİKALARI KONFEDERASYONU (KESK) GENEL MERKEZİ
-EĞİTİM VE BİLİM EMEKÇİLERİ SENDİKASI (EĞİTİM-SEN) GENEL MERKEZİ
-PSİKOLOGLAR DERNEĞİ GENEL MERKEZİ
-SOSYAL HİZMET UZMANLARI DERNEĞİ GENEL MERKEZİ
-ÇAĞDAŞ HUKUKÇULAR DERNEĞİ’NE
NOT: Bu mektubun bir benzeri “DİLEKÇE” formatında TBMM İNSAN HAKLARINI İNCELEME ve ARAŞTIRMA KOMİSYONU’NA sunulmuştur.