Yıl 1990’ların başı, Çanakkale Cezaevi’nden Elazığ Kapalı Cezaevi’ne sevkle geldiğim dönem. İlk körfez krizinin açığa çıktığı ve Kürdistan’ın güney parçasında beklenmedik anların yaşandığı hareketli günler. Tam da o günlerde Elazığ Cezaevi’nde olup ayrı koğuşlarda kalan ve aklımda kaldığı kadarıyla Diyarbakır DDKD davasından hükümlü Celal ismindeki bir arkadaşla anamalta koridorunda karşılaştığımda bana heyecanla “artık bir Kürdistan kurulsun da isterse faşist, gerici kişilerin önderliğinde olsun. Yıllardır hayalini yaşadığımız bir olayın gerçekleşmesinin sabırsızlığı içindeyim” dediği hala hafızamda tazeliğini korumakta.
Tabi, o zaman Kürt halkına ağır bedeller yaşatmış olan bölge gerici devletlerinden biri olan zalim Saddam’ı bekleyen akıbetin ne yöne evrileceğini henüz bilmiyorduk. Ama açık olan bir şey vardı: Kürtler açısından tarihsel eşiğin aşılma anları başlamıştı. Tarihin durdurulamaz çarklarının dönüşü bu kez Kürtler lehine dönmeye başlamıştı demek abartı sayılmaz sanırım.
Ancak bir terslik vardı. Yıllar sonra bile farkına vardım ki, DDKD’li Celal arkadaş bile konuya yaklaşırken aynı edilgen, alışagelmiş mantık silsilesi içinde bakarak süreci okuyordu. Yani biz devrimcilere göre, eğer bir şey değişecekse bu mutlaka devrimci bir tarzda olmalı ki ilerici sayılsın, öyle değilse tu kakadır. İşler bu minvalde gelişmiyorsa bir terslik var demektir. Ölçülerimiz değişmez ve asla esnememeli. Bu bakış hala Türkiye sosyalist hareketinde egemen bir bakış ve yaklaşımken kimi Kürt siyasetçisinde de hakim bakış durumundadır.
Zaman içinde Kürdistan’ın Güney parçasında bugünkü hal meydana gelmeye başlaması ile birlikte, Kürtlere zulmeden BAAS artığı Saddam ABD’ye direndiği için “ilerici”, ortaya çıkan fırsatı değerlendirerek devletleşme yönünde konum elde etme çabası içinde olan Kürtler ise Türkiye sosyalist hareketinin gözünde “işbirlikçi” konumundaydı.
Esaretten kurtulma, İsrail işgalini sona erdirme çabası içinde olan ve bu durumu bertaraf etmek için başta ABD olmak üzere dünya devleri ile diplomatik girişim arayışlarından hız kesmeyen mazlum Filistin halkı ve davası ise aynı kesim açısından saygı değer bulunarak Filistin’le dayanışma eylemleri yapılması, destek çağrılarında bulunulması ise çok olağandı. Bu durum hala değişmemiş şekilde kendini bu günlere taşıyor. Özellikle Kürtler açısından çok önemli olan kimi girişimlere -Kürtler arasında yapılan konferanslar ve bu günlerde gerçekleşmesi beklenen Kürt Ulusal Kongresi gibi- rağmen bu bakış kendini korumakta, sözüm ona devrimci eleştiri adı altında kafa karışıklığı yaratmaya devam ediyorlar. Kimi yönleri ile benzer yaklaşımı Kürtler içerisinde savunanlarımız da var.
Özellikle bu eleştirilerin yoğunlaşması Kürt Ulusal Kongresi’nin yapılacağı bu dönemde başladı. “Rojava Kürtlerinin direnişlerine sahip çıkmayıp kapıları kapatarak onların perişan olmasına neden olan, başta ABD olmak üzere faşist gerici Türk devleti ile çeşitli işbirliğinde olan Barzani önderliğinde ve ülkesinde yapılacak olan bir kongreye katılacak olanlar aslında gerek ABD’nin gerekse de Türk devletinin yürürlüğe koymaya başladığı planı onaylamaya gidiyorlar” şeklinde değerlendirmeler… Kürtler cephesinden ise yaklaşım şudur “bu kongre ya da konferans Kürtlerin kendi ihtiyaçlarından doğru gelişmiyor, olsaydı bugüne kadar ertelenmezdi, şimdi yapılmasının nedeni ABD ve Türkiye’nin ihtiyaçları açısından uygun anın gelmesindendir, bu yüzden katılmak konusunu iyi düşünmek gerekir” denmekte. Bu eleştirilerin kimi haklı yanları olsa bile asılolan eleştiri sahiplerinde açığa çıkan ve bugüne kadar kırılamayan en önemli husus, algı bozukluğu üzerinden gelişmeleri zorlama bir yorumla değerlendirme, yaftalama alışkanlığından bir şeyin değişmediğidir. Kendilerindeki bu düşünceyi diyalektiğin değiştirmesine asla müsaade etmedikleri bu algıyı ve ölçek cetveliyle her şeyi ölçme uzmanlığını hep geçer akçe saymışlardır.
Bu devrimci algılayışa göre; eğer ülkesi emperyalist işgale uğruyor, zenginlikleri talan edilmeye çalışılıyorsa yapılacak olan şey topyekun olarak bu işgale karşı koymak, bu işgali püskürttükten sonra esas mücadeleni kaldığı yerden sürdürmek en doğru olandır. Aksi bir davranışta veya işgalcilerden yana tutum almasan bile tutumsuz kalma halinde bile onlara göre bu mahkum edilmesi gereken dolaylı işbirlikçiliktir. Oysa bunların ülkesi Irak, İran, Suriye veya Türkiye değil, işgale uğramış Kürdistan’dır. Güneyli Kürtleri bu perspektif içinde değerlendirmemelerinin nedeni Kemalist bakış üzerinden gelişen sakat algı bakışındandır. Gelenekçi Türkiye sosyalist siyaseti misak-ı milli üzerinden kendi devrimine yaklaştığından dolayı Kürdistan’ın diğer parçalarına da aynı yaklaşımı göstermekte bir beis görmemekte. Dahası farklı davrananlara da milliyetçi suçlaması yapmaktan da çekinmezler. Bu durumu İsmail Beşikçi “Türk solu, milliyetçi bir soldur. Önemli bir kesimiyle de ırkçıdır. Bu milliyetçi, ırkçı solun önemli bir başarısı, kendi dilini bile konuşamayan, kendi ülkesinin adını bile söyleyemeyen Kürtlere, ‘milliyetçi değilim’, ‘biz asla milliyetçi değiliz’ dedirtmesi, bu şekilde Kürtlerin bir kısmını kendi özlerine yabancılaştırmış olmasıdır.” şeklinde belirtmektedir.*
Kürdistan’ın tarihsel trajedisi ve içinde bulunduğu açmaz göz önünde bulundurulmadan, ihtiyaç duyduğu ticari ve kimi siyasi, diplomatik ilişkileri sürdürme zorunluluğunu anlama yerine, bu “ilişkileri emperyalist dünya devleri veya Türkiye gibi bölge işgalci devletleri ile sürdürüyorlar” söylemiyle Güney Kürdistan Kürtleri ve bunların üzerinden tüm Kürtler kendilerine yakıştırılan yaftalamadan kurtulmuş değil. Ya da haksız ve mesnetsiz bir şekilde eleştirilmekten kurtulamıyorlar.
Ulusal kurtuluş mücadelemizin tarihi boyunca biz Kürtler, kendimizi tümüyle pürü pak görmediğimizi zaten öteden beri söylemekteyiz. Yıllar boyu süren/sürdürülen birakûji başta olmak üzere kimi anti-demokratik davranışlarla ön alma çabaları her zaman için eleştirilmiş, tutum alınmış, sürdürülmemesi yönünde eksilmeyen girişimler hep sürdürülmüştür. Ki bu yönde eleştirileceksen/eleştiriliyorsak hakları var, tersini savunmak mümkün değil. Newroz Gazetesi’nin 238. sayısında S. Çiftyürek yoldaş Kürdistan Ulusal Kongresi’ni değerlendirdiği yazısında Kürt siyasal güçlerinin “olgunlaştığını”söylemesine rağmen ilerleyen satırlarda yer yer kimi parti ve örgütlerden doğru dar grup çıkarlarının öne çıkarılmaya, ön alma adına iç demokrasi açısından hak ihlallerinin yaşatılmasının hala olağan bir davranış alışkanlığının korunduğunu belirtmeden geçemiyor.Velâkin bunların aşılacağı yönündeki inancını da yitirmiyor yoldaş, katılıyorum. Çünkü biz ulusal mücadele veren Kürtlerde de terk etmede hala hazır olmadığımız bir takım sakat algılarımız var, bunun için zamana ihtiyacımız var. Ama meramımın bu olmadığı satırlarda belirtilmiştir.
Ve dahası; S. Çiftyürek yoldaş aynı yazısında “Kürtler dört parçadan parti ve örgütleriyle bir araya gelerek ulusal kongre kararı alıyorlarsa ve yine bileceğiz ki bu toplanma ve yönelişte İran’ın, Türk devletinin ve ABD’nin haberi ve dahası kerhen de olsa onayları vardır… KDP hem Türk devleti hem de ABD ile en azından istişare etmeden Ulusal Kongre yönelimini somutlaştıramaz” derken, bu tespiti hem dışımızdaki hem de içimizdeki eleştiri sahiplerinin tespiti ışığında yapıldığı sanılıyorsa yanlıştır. Yani biz de biliyor, görüyoruz ama nedeni/niçini konusunda hem fikir olmadığımız çok açıktır.
Ortadoğu stratejik bir alan demektir, zengin su ve petrol kaynağı demektir. Yeni dünya düzeni veya küreselleşme denen bu dönemde özellikle Ortadoğu’nun emperyalist-kapitalist kesimlerce olanca güç ve entrikalarla bu bölgeye abanmalarının esas nedeni; bir yandan bu bölgede üstünlüğü ele geçirerek kendi ihtiyaçları yönünde kendisini garantiye almak diğer yandan da rakiplerini de alabildiğine daraltarak bağımlı hale getirme çabası güderken, bu yüzden Ortadoğu’ya ilişkin her yeni yönelimlerde aynı aktörlerin olmasına rağmen değişik çalımlarla, düzenbazlıklarla kimi zaman yan yana kimi zaman karşıtlar bloğunda olmalarına tüm dünya şahit olur. Çıkarlarının buluştuğu ya da ayrıştığı anlarda, eşitsiz gelişim yasaları ruhuna uygun biçimde, kimse kimseye meydanı boş bırakma ahmaklığına prim vermeme niyetini güttüğü bir zaman diliminde, Kürtlerin; Güney’in yanısıra Rojava’da, Batı Kürdistan’da da giderek statü kazanması karşısında panikleyen kesimler arasından, başta Türk devleti olmak üzere, diğer güçlerin de zaman zaman Sayın Barzani’den “kimi isteklerde” bulunmalarını Sayın Barzani’nin “makul, mantıklı ve samimi” bulduğunu kim söyleyebilir, onların samimi olmadığını sayın Barzani’nin bilmediğini kim söyleyebilir? Rojava’nın bugünlerde yaşadığı insanlık dışı vahşet karşısında Rusya’nın arka çıkma, Batı Kürdistan güçlerinin Cenevre Konferansı’na katılması yönündeki hamlelerini “Kürtleri çok seviyor”a yorarak dümen suyuna yatmayacağımız gibi bu olanağı değerlendirme girişimleri bizi yeni bir işbirlikçi yapıp yapmayacağı konusunu feraset sahiplerine bırakıyorum.
Dün ne bölge ne de uluslarası siyaset dünyasında sözü edilir yeri olmayan Kürtler açısından bugün aynı şeyin geçerli olduğunu söylemek mümkün değil. Güçlü fosil enerji kaynağı ve su gücünün üzerinde oturan Kürtlerin ve Kürdistan’lıların etrafında gelişen taşların yeniden yerinden oynatılarak yer bulma sürecine bölge insanlarının sadece bakakalacağını, eli kolu bağlı kalacağını hangi ahmak düşünebilir? Ancak Kürdistan’ın coğrafik konumu ile tarihsel trajedisinin yarattığı olumsuzluk ve bu olumsuzluğun hala aşılamamış olma hali söz konusu. Bu anlamda “ABD emperyalizmine ve Türkiye sömürgeci gücüne tabi bir siyasi konumda olan Barzani” ifadesinin ayakları yere basmayan basmakalıp anlamsız bir laftır. Kürdistan’ın coğrafik konum ile tarihsel trajedisinin meydana getirdiği parçalanmışlığa rağmen 2000’li yılların başından bu yana gelişmeler şunu açığa çıkarmıştır ki; Kürtler/Kürdistan ülkesi Ortadoğu’nun önemli bir öznesi olarak tarih sahnesine yeniden ve eskisinden daha güçlü olarak çıkacak/çıkıyor ve de çıkmıştır da! Dün Güney Kürdistan bugün Rojava’daki gelişmeler bunun kanıtı sayılır.
Saddam’ı devirmekle beraber Irak’ta istediği düzeni gönlünce kuramayan, bölgenin, Bağdat’a yakın İran’ın daha fazla nüfuzu altına girmesinden endişesi olan ABD’nin, şimdilik, olabildiğince duruma hakim olmaya çabası güdüyorken Maliki’ye güvenmeyip Güney Kürtlerine yakın durması çıkarları gereğidir. Kuzey Irak petrolünün mevcut Kerkük-Yumurtalık hattı üzerinden dünyaya satışının devamı konusunda 2012 yılında Irak hükümeti, Türkiye ve Güney Kürdistan arasında uzlaşma sağlanmıştı. Ticaretin başladığı, ancak 2012 sonunda Maliki, satıştan Kürtlerin payına düşen oranı ödemeyerek anlaşmayı bozmuştu. Güney Kürdistan, Aralık 2012’de Bağdat’la yaşadığı mali anlaşmazlık nedeniyle Bağdat’ın kontrolündeki boru hattı üzerinden petrol ihracatını askıya aldı ve Güney Kürdistan’ın 2003’teki ABD işgalinden bu yana Exxon Mobil, Chevron ve Fransız Total gibi şirketlerle (Bağdat hükümetinin yasadışı olarak nitelendirdiği 50’ye yakın şirketle) anlaşma imzaladı. Kürdistan’daki günlük ham petrol üretiminin şimdilik 200 bin varil; bir iki yıl içinde de 250 bine çıkması bekleniyor. The Economist dergisi 2 Kasım 2012 tarihli nüshasında Kuzey Irak’taki Kürt yönetiminin Ankara’ya bir petrol boru hattı bağlantısı önerisinde bulunduğunu yazmıştı. Bu boru hattı Türkiye’ye bağlandığı takdirde, Irak Kürdistan’ı dış piyasalara açılacak. Petrol Bakanı A. Havrami’ye göre ileride günde bir milyon varil petrol ihraç edebileceği açıklandığı anlarda rahatsızlığını belirten Maliki karşısında hemen devreye giren ABD taraflara “Türkiye ve Irak, ilişkilerini en iyi hâle getiremezse daha da kötü sonuçlara yol açabilir. Daha şiddetli çatışmalar olabilir, başka güçler devreye girebilir.” diyerek aba altından sopa göstermekte gecikmedi.*
Ancak; bunun yanında petrolde yüzde 92, doğalgazda yüzde 98 oranında dışa bağımlı olan Türkiye’nin, yeni ve ucuz kaynak arayışı tüm yakıcılığıyla gündemde. Enerji faturasını düşürmek isteyen Türkiye, Merkezi hükümetle sorun yaşayan Güney Kürdistan hükümetinin petrol arama ve petrolü dış enerji piyasasına ulaştırma konusunda yapmış olduğu bu teklifi karşısında Güney’e her geçen gün biraz daha yaklaşmaktadır. Türkiye burjuvazisi ve siyasi temsilcisi olarak AKP hükümeti, ‘büyük hamleler’ peşinde olduğunu artık gizlemiyor. Önceleri tankerlerle rafineye taşınarak işlenmesine başlanan ham petrolün şimdi borularla taşınma hazırlığına gelindi. Böylece Türkiye bir yandan petrol ve doğalgaz ihtiyacını ucuz yolla karşılayacak, diğer yandan ise kendisi üzerinden enerji piyasasına borularla aktarılacak ham petrolden alacağı kira, gümrük geçişlerinden elde edeceği muazzam gelir ile kalkınmayı hedefliyor. Dahası Güney Kürdistan’a yapacağı inşaatlarla, kuracağı sağlık, iletişim tesisleriyle, satacağı sayısız gıda vb. şeylerle Güney’in ekonomik gidişatını ağzı sulanarak kontrol altına almak istediğini malumun ilanı olarak herkes gibi Kürtler de biliyor.
Ve yine her şey herkes için güllük gülistanlık mıdır? Elbette ki hayır! ABD yöneldiği bölge siyaseti açısından sıkıntıdadır. Diğer taraftan sıfır sorun siyaseti çöken Türk devletinin Suriye politikası beklenenin aksine yönelmesi sonucu kendisi de sıkıntıdadır. Sığınmacılar için 600 milyon dolar harcamasına rağmen beklediği uluslar arası desteği alamayıp yüzüstü bırakılmıştır. Çıkarları yönünde örgütleyerek desteklediği gerici, kafa kesici El Nusra’nın güç kaybetmesinin yanısıra Batı Kürdistan Kürtlerinin Rojava’da statü elde etmesi karşısında zorunluluktan “Suriye’de Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkına saygı duyuyoruz” sözünü söyledi Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu. Davutoğlu sıkıntı ve acizlik içinde Hewler’e ani bir ziyaret gerçekleştirerek Sayın Barzani’den “çözüm” yönünde yardım istemesi ve yanında Salih Müslim (O’ da TC ile görüştüğü için ‘işbirlikçi’ sayılır mı acaba?) ile açıktan görüşmesi ile açığa çıkan haliyle Türk devleti çok fena sıkıntıda. Bu gelişmeleri “Türk devleti bölgede ve Rojava Kürdistan’ında halkın özgürlük mücadelesini bastırmak isterken, Federe Kürdistan’la ise sıkı ilişki içindedir. Bu durum gerçekten izahı gerektiren çok ciddi bir paradokstur. Kendi Kürtlerinin hakkını tanımayan, mücadelesini bastırmak isteyen, Rojava’da Kürtlerin özgürlük çabalarına karşı düşmanlık yapan Türk devletinin Federe Kürdistan’a iyi niyetli ve samimi yaklaştığını kim söyleyebilir?”* şeklindeki çelişkiyi açıkça görerek ulusal mücadele içinde olan Kürdistanlılar, başta da Güney Kürdistan sıkıntıda.
Sonuç olarak;
Kürtler yaşadığı topraklar üzerinde bir yandan kendisi olmaya doğru yol alırken, hakim olduğu alanların bütününde sahip olduğu başta petrol olmak üzere tüm kaynaklarının da kendilerinin yegane refah ve geleceğinin garantisi olduğunu biliyorlar. Bu olanağı olabildiğince, kimseye fazlaca “tabi” olmayan bir ustalıkla devlerin kapışması arasında değerlendirmenin çabasının sıkıntısını aşarak yürümekteler.
ÖSP olarak; başta ABD olmak üzere emperyalist-kapitalist haydutların yanısıra bölge işgalci güçlerine “Elini verip kolunu kaptırmaması” yönünde hem Güney Kürdistan hükümetine çağrıda bulunmuş hem de Kürdistanlı parti ve örgütlere Güney’in desteklenmesi yönünde çağrıda bulunmuştuk.
Ve şimdi, yeniden, gerek içimizdeki gerekse de dışımızdaki sosyalist-komünist kesimleri yapıcı eleştiriler ışığında Kürdistanlıların tarihsel yürüyüşüne destek olmaya çağırıyoruz. (25.08.2013)
* Kimi rakamsal veriler ve alıntılar Temel DEMİRER’in yazısından alınmıştır
alixzahidex@hotmail.com
Sayı: 240
5 Eylül 2013