Site icon Rojnameya Newroz

KAPİTALİST KENT(LEŞMEMİZ)İN HÂL-İ PÜR MELALİ

 Müteahhit gelir, senin evine el koyar. Önünde bahçesi, yıllar önce diktiğin meyve veren ağaçları, çardağı, yeşilliği, parkı olan siteyi yıkıp, yerine altında dükkânlar olan, cephesi yola kadar dayanmış, sıfır yeşil alan ve ağaç olan, yüksek katlı boktan, ucuz, rezil bir yapıyı eline verir.

Bu kenti yerle yeksan etme projesidir; zorla tahliyedir.

 

KAPİTALİST KENT(LEŞMEMİZ)İN HÂL-İ PÜR MELALİ

TEMEL DEMİRER / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız

“Hayatı değiştirmek,

buna uygun

bir mekân üretmektir.”[1]

Albert Caraco’nun, “İçinde yaşadığımız cehennem, şehirlerimizin cehennemine karşılık geliyor. Şehirlerimiz zihniyetlerimizin ölçüsü, ölüm istenci yaşama coşkusuna öncülük ediyor ve hangisinin bize esin kaynağı olduğunu ayırt edemiyoruz. Tekrarlanıp duran işlere koşturuyor ve doruklara yükselmekle övünüyoruz. Ölçüsüzlüğün elinde esiriz ve düşünüp taşınmadan sürekli binalar inşa ediyoruz. Dünya bir süre sonra yalnızca bir şantiye olacak,” diye betimlediği kapitalist kent(leşmemiz)in hâl-i pür melaline ilişkin denilebilecekler, soyut ve somut düzlemde ele alınmadan kavranamaz, ve sınıf mücadelesiyle doğrudan ilinti olan kapitalist kent(leşme), işçi sınıfı ile burjuvaziden soyut irdelenemez.

Örneğin bu konuda çok önceleri Karl Marx’ın, “İşçi sınıfının en çalışkan tabakalarının çektiği açlık sancısı ile zenginlerin kapitalist birikime dayanan, kaba ya da ince aşırı tüketimleri arasındaki yakın ilişki, ancak ekonomik yasalar bilinince kendini ortaya koyar. Ama ‘yoksulların barınması işinde’ durum böyle değildir. Üretim araçlarının bir merkezde toplanması ölçüsünde, emekçilerin belli bir yere üst üste yığıldıklarını, tarafsız her gözlemci rahatça görebilir; kapitalist birikimin hızı ne kadar büyük olursa, işçi nüfusun barındıkları yerler de o kadar sefil ve perişandır. Servetin artışıyla birlikte kentlerde görülen ‘imar hareketleri’, eski yapı mahallelerin yıkılması, bankalar, mağazalar vb. için iş hanlarının yükselmesi, iş trafiği, lüks arabalar, tramvaylar vb. için caddelerin genişletilmesi, yoksulları gittikçe daha da kötü kenar mahallelere sürer,”[2] diye tarif ettiği “hal” süreç içinde giderek ağırlaşıp, sürdürülemez özellikler kazanmıştır.

Gerçekten de “kent” ya da “mimari” deyip geçemeyiz; bu konuların sınıf mücadelesi yanında insanî var oluşumuz ile de doğrudan ilintili olduğunu unutup/ unutturamayız. Çünkü nihayetinde her şey, Frank Lloyd Wright’ın, “Bir yapı yalnızca var olunacak bir yer değildir, bir var olma tarzıdır”; Winston Churchill’in, “Önce biz içinde yaşayacağımız binalara biçim veririz, sonra da onlar bize biçim verir”; Nikolay Gogol’un, “Durmadan yapılan ve onca para harcanan yeni binalara baktıkça derin bir hüzne kapılıyorum… Mimarlık çağı bir daha geri gelmemek üzere gitti mi acaba?” saptamalarında işaret ettikleri üzeredir.

I. AYRIM: SÜRDÜRÜLEMEZ KENT(LEŞME)

Gerçekten de mimar Cengiz Bektaş’ın, “İnsanların toplu olarak yaşadıkları her yerleşmeye kent denemez,”[3] notunu düştüğü dünyada 2016 verileriyle 29 mega kent bulunuyor ve bu rakam günden güne artıyorken, kullanılabilir alan küçülmeye devam ettikçe, nüfusun, binaların ve altyapıların konsantrasyonu katlanarak artıyor.[4]

Bu ve bağıntılı nedenlerden dünyada ve Türkiye’de kentler insani gelişmede dengeyi yakalayamıyor.[5] Çünkü kapitalist üretim ilişkileri kentleri birer meta hâline getiriyor. Başka bir deyişle, kapitalizm kentleri kullanım değeri yerine, değişim değeri olan birer metadan ibaret kılıyor.

Böylece kentler üretimci, istihdam edici niteliklerini kaybetti. Tüketim ve rant odaklı bir kentleşme egemen oldu. Bunun sonucunda kentsel istihdam azaldı. İşsizlik ve kent yoksulluğu çok büyük boyutlara ulaştı. Kentler güvencesiz yığınların yaşadığı, güvensiz mekânlar hâline geldi. Kentin orta ve üst sınıfları büyük ve güvenli sitelere ve belirli alışveriş merkezlerine sığınırken, kentin yoksulları “kentsel dönüşüm” adı verilen politikalar yoluyla yığınlar hâlinde kentin çeperlerine sürülmeye başlandı.

Kent merkezleri ve kent meydanları başta olmak üzere ortak kentsel mekânlar işlevsizleşti, çöküşe ve yok oluşa terk edildi. Kent yaşamı organik niteliğini yitirdi, parçalı ve birbiriyle ilişkisiz yaşam alanlarının coğrafi toplamını ifade eder oldu. Kentlilik bilinci ve sorumluluğu ciddi darbeler aldı. Yerel yönetimler kamusal yarar kaygısından ziyade rant merkezli hizmet üreten kurumlara dönüştü. Yeşil alanlar ve tarihi mekânlar tahrip edildi. Kentlerin beton yoğunlukları arttı.[6]

Marksist akademisyen David Harvey kentlerdeki çılgın büyümeye dikkat çekerken, evsizlerden daha fazla atıl konut bulunduğunu belirtip, “Büyük ölçekli inşaat yapmak hoşa gidiyor. İş gökdelenleri, AVM’ler ve mega projeler yapılıyor ve bunun üzerinden borçlanılarak finansman sağlanıyor. Bu sayede büyük paralar kazanılıyor,” vurgusuyla ekliyor: “Kentlerde yeni büyük binalar inşa edilerek sermayenin kârlılığını devamlı kılacak yeni bir ortamın oluşturulması sağlanmaya çalışılıyor. Sermaye sürekli hareket etme eğilimindedir, çünkü alım gücü yoksa değer yaratılamaz. Böylece kapitalist toplumlarda kentsel mekân sermaye için yeniden ve yeniden üretilen bir meta hâlini almıştır. Büyük ölçekli inşaat yapmak hoşa gidiyor. İş gökdelenleri, AVM’ler ve mega projeler yapılıyor ve bunun üzerinden borçlanılarak finansman sağlanıyor. Bu sektör üzerinden büyük paralar kazanılıyor.”

Sermayenin kârlılığı için dikilen dev binaların ve üretilen kentsel mekânların sonunda kapitalist kentlerde atıl hâle gelen mekânların çokluğuna da dikkat çeken Harvey, “Marksist kuramın daha birinci sayfasına dönecek olursak, kapitalist düzenin en büyük çelişkilerinden biriyle karşılaşıyoruz: Bir ürünün kullanım değerinin, değişim değerine dönüşmesi. Kentlerde ev ya da yaşam alanlarının artık kullanım değeri değil, değişim değeri var. Bu nedenle yatırım amaçlı alınıp atıl bekletilen mekân sayısı büyük boyutlara ulaşmış durumda. O kadar ki kapitalist kentlerde artık kullanılmayan ev sayısı, evsiz insan sayısından daha fazla,” diyor.

Ayrıca sermayenin diretmesi doğrultusunda kentlerin inanılmaz bir hızla büyüdüğüne dikkat çeken David Harvey, doğru politikalar üretilerek bunun önüne geçilmesi gerektiğinin altını çizip ekliyor:

“70’lerin kentleri ile bugün karşılaştırıldığı zaman tehlike açıkça ortada. Aynı hızla devam edecek bir büyümeyle 50 yıl sonra nasıl bir tabloyla karşı karşıya kalacağımızı düşününce, bugün kapitalist kentleşme hızının önüne geçmemiz gerektiğini net bir şekilde görebiliriz. Bir an önce önlemler alınmalı. Birkaç yıl kullanılmayan evlerin devlet malı hâline gelmesi bile düşünülebilir.”

Kapitalist kentlerde gelir adaletsizliğinin de çarpıcı boyutlara ulaştığını ifade eden David Harvey, “Artık para fiziksel boyutunu yitirdi. Hem miktar hem mekân olarak sınırsız bir hâl almış durumda. Üretmeden para kazanan sermaye sahipleri aynı zamanda kentlerin yapılanması hakkında kararları veriyor. New York’ta yüzde 1’lik bir kesimin yıllık geliri 3.5 milyar dolarken, halkın yüzde 50’si yıllık 30 bin dolar kazanıyor. Ve bu çoğunluk şehirle ilgili kararlara neredeyse hiç dahil olamıyor. Bu şekilde yaşanabilir kentler oluşturmak çok zor,” dedi.[7]

I.1) KENT(LEŞME) MESELESİ

Kapitalizm, kentsel mekânları sermaye birikiminin gereklilikleri doğrultusunda dönüştürürken, zamanla kentsel mekânlar da sermaye birikiminin nesnel sınırlarını belirler. Kapitalizmin mekân ile kurduğu bu ilişkide, kendi yapısal özelliklerini ve yapısal çelişkilerini de kentsel mekâna taşımaktadır…

Kapitalist kentleșmeye sermaye birikim mantığı ekseninde yaklaşılması, neo-liberal küresel kentlerin yapısal bir özelliğinin, yani devasa bir zenginlik ile hemen yanı başında aşırı bir yoksullaşmanın nasıl eşzamanlı olarak aynı mekânda üretildiğinin açıklanmasına da olanak vermektedir. Böyle bir kavrayış, kent mekânlarını kapitalizmin hem çelişkilerini hem de dinamizmini yansıtan, günümüz neo-liberal küresel kentlerinde gözlemlenen sosyal dışlanma ve buna paralel olarak mekânsal dışlama/ ayrışma pratiklerinin, kentsel şiddettin, kent yoksulluğunun… vb. XXI. yüzyılın kentlerinde gözlemlenen arızi birer durumdan ziyade, bizatihi kapitalizmin yapısal özelliklerinden ve içsel çelişkilerinden kaynaklandığını ve yapısal özellik ve çelişkilerin kent mekânındaki tezahürleri olduğunu göstermektedir…

Kapitalist kentlerin gelişimine ve dönüşümüne ivme kazandıran en önemli unsur, Karl Marx’ın,[8] deyimiyle, kapitalist üretimin ilk ve en yakın amacı ve itici gücü olan sermaye birikimidir. Bu bağlamda sermaye birikimi ile kentleşme arasında organik bir ilişki vardır. David Harvey de,[9] kapitalist toplumlarda kentleşme sürecinin sermaye birikim süreçlerinden bağımsız anlaşılamayacağını vurgulayarak, kentlerin artı-ürünün coğrafî ve toplumsal yoğunlaşmaları sayesinde yükseldiğini ve kentleşmenin de artı-ürünün harekete geçirilmesine dayalı olduğunu belirtmektedir. Kapitalist sermaye birikim mantığı açısından, sermaye birikimi ile kentleşme arasındaki dinamik organik ilişkinin, geniş toplumsal kesimlerin mülksüzleşmesinde yattığı söylenebilir…

Kapitalist sanayileşmenin genişlemesi ile kapitalist kentlerin gelişmesi ve genişlemesi arasında şüphesiz doğrusal bir ilişki bulunmaktadır. Devasa bir sanayileşme ve bu eksende büyüyen iç ve dış ticaret hacimleri ve bununla paralel olarak sürekli sınırları zorlanan piyasa genişletilmesi sürecinde kentler, bir yandan hızlanan sermaye birikimi neticesinde, sermayenin genişleyen yeniden üretimi sürecinde, elde edilen artı değerin yeniden yatırıma dönüştürülecek olan kısmından önemli bir pay alarak, yine kapitalist üretimin üç temel olgusundan biri olduğu belirtilen, dünya pazarının yaratılması/ genişletilmesi ekseninde,[10] önemli alt yapı yatırımlarına sahne olmakta, bu doğrultuda, giderek büyümekte ve genişlemektedir…

Henri Lefebvre’in, “Mekâna yerleşerek ve bir mekân üreterek!”[11] formülünden hareket eden David Harvey’e göre,[12] genel olarak mekânın, özel olarak da kentleşmenin üretimi, kapitalizm koşullarında büyük bir endüstri hâline gelmiştir. Kentleşmenin aşırı birikim krizinin bertaraf edilmesindeki rolü bakımından David Harvey, kentleşmenin sermaye fazlasının emilmesi için uygulanan temel yöntemlerden biri olduğunu ikna edici biçimde gösterir.

Bu bağlamda David Harvey, dünyadaki toplam işgücünün önemli bir bölümünün insan ürünü çevrenin inşası ve bakımında istihdam edildiğini vurgulayarak, bununla bağlantılı olarak büyük miktarda sermayenin de, çoğu zaman uzun vadeli kredi biçiminde kentsel imar sürecinde harekete geçtiğini söylemektedir. Kentlerin, sermayedarlar arasındaki derinleşen rekabetin tetiklediği spekülatif kazançların mekânı olması, kentleşme sürecinin sınıfsal doğasının da ipuçlarını taşır. XIX. yüzyıl ile XXI. yüzyılın kentlerinin içinden geçtiği bu hummalı değişim ve dönüşüm süreci, David Harvey’in tespitini çok daha anlamlı hâle getirmektedir.[13]

I.2) “KENT HAKKI” (MÜCADELESİ)

Buraya kadar ifade ettiğimiz çerçevede David Harvey “Kent kime aittir?” sorusunu cevaplamak için sabahın altısında Londra Metrosu’na biner. Şehri yeni güne hazırlamak için erkenden yollara düşen insan kalabalığı uykulu gözlerini kayıtsızca çevirir kentsel yaşama. Oysa sabahın altısında Londra Metrosu’na binenler olmasa kent uyanmayacaktır. Fabrikalar, atölyeler, işyerleri, otobüsler, trenler, gemiler vs., bir şehre sesini veren ne varsa, susacaktır. Kent sesini kaybedecektir. Öyleyse kent kimindir?

Londra Metrosu’ndaki kalabalık, Henri Lefebvre’nin ‘Şehir Hakkı’nda[14] şehri teslim ettiği proletaryanın ta kendisi. Lefebvre’nin “kullanım değeri olan bir yapıt” olarak tasavvur ettiği şehri teslim ettiği politik öznedir. Bir yapıt olarak kent tanımı ilk başta kulağa fazlaca elitist gelebilir ya da yapıt ve proletarya kavramlarını bir araya getirmenin zorluğu aşılmaz görünebilir ama Lefebvre kent ve kent hakkı kavramını klasik hümanizmanın sınırları dışına taşıyarak bunun üstesinden geliyor.

Kentin yapıt olması ne anlama gelir peki? “Kentin üretimi ve kent içinde de toplumsal ilişkilerin üretimi söz konusu olsa da, bu bir nesne üretiminden ziyade, insanlar tarafından insanların üretimi ve yeniden-üretimidir. Kentin bir tarihi vardır; o bir tarihin, yani tarihsel koşullar içinde bu eseri gerçekleştiren gayet belirli insan ve grupların yapıtıdır.”

Lefebvre yapıt olarak kent tanımını yaparken tarihsel bir olgudan yola çıkar: “Fazla baskıcı topluluklar yapıt üretiminde çok yaratıcı ve çok zengindirler… Sömürü baskının yerine geçtiğinde, yaratıcı yetenek yok olur.” Burjuvazinin ortaya çıkışıyla birlikte baskının yerini sömürü, yapıtın yerini ise ürün almıştır. Dolayısıyla mübadele değeri ve sanayileşme, kullanım değerini, bir anlamda yapıtı yok etmiştir. Sanayi şehri ele geçirip çekirdeklerini parçalayarak, onu kendi ihtiyaçlarına göre düzenleyerek yapar bunu. Artık işçi sınıfı merkezin dışına itilmiş, “yapıt duygusunu yitirmiştir.” Çalışma ve yaşam alanlarının kentsel çekirdekten soyutlanması proletaryayı kent bilincinden yoksun bırakmıştır ki, Lefebvre’ye göre kentin gündelik hayatını şekillendiren sınıf stratejisinin özü de budur: Yeni egemen sınıfın ayrıcalıklarını tehdit eden kent demokrasisinin doğmasını engellemek. “Nasıl mı? Proletaryayı kent merkezinden ve kentten sürerek, ‘kentliliği’ yok ederek.”

Lefebvre’nin 1960’ların sonunda tarif ettiği süreç bugünün de öngörüsü niteliğinde adeta. Şehri istila eden, bölen, parçalayan, işçi sınıfı ve ayrımcılığa uğrayan öteki kesimler açısından kenti bir imkânlar, karşılaşmalar, birliktelikler, olasılıklar alanı olmaktan çıkarıp sermayenin ihtiyaçlarına ve çıkarlarına göre şekillendiren kapitalizm Lefebvre’nin deyişiyle “İnsanları ya da şeyleri değil, enformasyonu ve bilgiyi bir araya getiriyor.” Kentsel çekirdek, tüketim merkezlerinin ya da turizmin ve nostalji endüstrisinin istilasına uğramış, kitsch bir müze kültürünün mekânı hâline gelmiştir.

Lefebvre’nin üzerinde ısrarla durduğu kentsel sınıf stratejisi, merkezin dışına ittiği (örneğin kentsel dönüşüm maceramız!) proletarya için çalışma hayatı dışında bir hiyerarşi inşa eder: “İşçileri (tek tek ve aileleriyle birlikte) işyerinde hüküm sürenden oldukça farklı bir hiyerarşi içine, mülkiyetlerin ve mülk sahiplerinin, evlerin ve mahallelerin hiyerarşisine dahil etmeyi işe yarar görüyorlardı. Onlara, ücretli üretici olmaktan başka bir işlev, başka bir statü, başka roller atfetmek istiyorlardı. Böylece onlara çalışma hayatından daha iyi bir gündelik hayat sunma iddiasındaydılar. Habitat’la birlikte mülkiyete de erişebileceklerini hayal ediyorlardı.”

Bir araya gelişlerin, farklılıkların karşılaşmasının, hepsinden önemlisi örgütlenmenin mekânı olan işçi mahallelerinin parçalanıp TOKİ konutlarıyla yaratılan habitatta taklit edilen orta sınıf hayatı, kredi kartları, reklamlar, TV kanalları ile yaratılan entegrasyon illüzyonu, kentten kopuk gettolarda oluşturulan kentlilik bilinci söylemiyle ayrımcılığın gizlenmeye çalışılması, ev sahibi olmak için kredilenmenin dayanılmaz cazibesi, getto AVM’lerinde tüketim hazzına ortak olmanın mutluluğu… Her şey ama her şey işçi sınıfını gündelik hayatın mülkiyetle belirlenen hiyerarşisine dahil etmek içindir.

İlginçtir ki şehre yapıt payesini veren Lefebvre bu yapıtı yalnızca işçi sınıfına emanet eder. Kent hakkı sınıfın en yaşamsal haklarından biridir. Sermayenin sınıf stratejisinin yarattığı ayrımcılıklara, yabancılaşmalara da yalnızca işçi sınıfı son verebilir. Sermayenin kente müdahalesi, mekânı örgütleme biçimi, en homojen görünen topluluklarda bile gizli ayrımcılıklar yaratırken alternatif siyaset işçi sınıfı ve onun ittifakları tarafından üretilecektir. Bu anlamda Lefebvre açısından sorun oldukça politik ve sınıfsal bir çerçevede çizilir. Kent hakkında söylenecek sözler, ne kent planlamacılarının, ne yerel yöneticilerin, ne iyi niyetli insanların, ne hümanistlerin ne de müteahhitlerin olacaktır. “Sadece devrimci inisiyatif alabilen gruplar, sınıflar ya da toplumsal sınıf fraksiyonları kentsel sorunlarını çözmeyi üstlenebilir ve çözümlerini tam anlamıyla hayata geçirebilir; bu toplumsal ve politik güçler sayesinde yenilenen kent bir yapıt olur.”

Belli bir sınıfın çıkarının ve ideolojisinin, kentsel rasyonalite ve gerçekçi planlama olarak yutturulmaya, gündelik hayatı dolduran sınıfsal stratejilerin kentin göz alıcı ışıklarıyla boğulmaya çalışıldığı kente sabahın ilk ışıklarıyla Londra Metrosu’na binen yorgun, çaresiz kitleler ne verebilirler, dahası ondan ne umabilirler? Kentteki yapıt duygusuna, yapıtın bilgisine sahip mi bu yoksul kalabalık? İşte Lefebvre’nin teorisine sorulması gereken en can alıcı soru bu. Ve yaklaşık 50 yıl öncesinin iyimserliğiyle cevaplıyor soruyu: “Bu durum, ekonomik devrimin (toplumsal ihtiyaçlara yönelik planlama) ve politik devrimin (devlet aygıtının demokratik denetimi, genelleşmiş özyönetim) yanı sıra, kalıcı bir kültürel devrim gerektirir.”

Kent Hakkı, şehre ve belki de bir trajedi hâlinde yaşadığımız dönüşüme, klasik hümanizmanın, zaman dışı bir kent anlayışının, tembel ve mızmız bir nostaljinin pençesinden kurtulup bakmamızı sağlayan bir kült kitap. Gezi’den Tarlabaşı’na, Sulukule’den Sur’a sınıf savaşlarının içinde olduğumuzu anlatır Lefebvre hepimize.[15]

O hâlde Lefebvre’in tanımlamasından yola çıkarak, kent hakkının reformist bir talepten daha öte bir anlam ifade ettiği açıkça görülmelidir. Kent Hakkı’nı Lefebvre’in öngördüğü biçimde tartışırken örgütlülük ve katılım esaslarının da göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Çünkü Kent Hakkı her şeyden öte çoğul hak taleplerinin ötesinde, kolektif bir haktır.

XXI. yüzyılda Dünya’da farklı coğrafyalarda patlak veren kentsel-toplumsal hareketler -bizdeki Gezi direnişi gibi- kent hakkı tartışmalarından bağımsız düşünülemez. Bugün “Nasıl bir kent istiyoruz?” sorusunun cevabı kolektif mücadele araçlarıyla verilecekse ilk başta bu kentin asıl sahiplerinin, kent mekânını kullananlar olduğunu hatırlatmakta fayda var.

Bu noktada David Harvey, “Ne tür bir kent istediğimiz sorusu ne tür toplumsal bağlar, doğa ile ilişki, yaşam biçimleri, teknolojiler ve değerleri arzuladığımız sorusundan ayrılamaz,”[16] derken; yüzyıllar öncesinden ekler Friedrich Engels:

“Öyleyse, konut sorununu nasıl çözmeli? Bu sorun, bugünkü toplum içinde, bütün öteki toplumsal sorunlar nasıl çözümlenirse, öyle çözümlenir: Arz ve talep arasında, kerte kerte bir ekonomik denge kurarak. ama, sorunun durmadan yeniden-konulmasına engel olmayan bu çözüm, aslında bir çözüm değildir. Bir toplumsal devrimin bu sorunu ne biçimde çözebileceği sorununa gelince, bu yalnızca o devrimin içinde oluşacağı koşullara değil, ama en önemlilerinden biri kent ile köy arasındaki karşıtlığın ortadan kalkması olan çok daha geniş sorunlara da bağlıdır. Gelecekteki toplumun örgütlenmesi için ütopik sistemler kurmakla uğraşmayacağımıza göre, bu konu üzerinde daha fazla durmamız, yararsız olmaktan da öte bir şey olabilir. Şurası kesindir ki, büyük kentlerde, daha şimdiden, usa uygun bir biçimde kullanılmak koşuluyla, bütün gerçek ‘konut darlığı’nı hemen önlemeye yetecek kadar konut vardır. Tabii bu iş ancak bugünkü mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmesiyle, evsiz-barksız, ya da evlerinde balık istifi gibi yaşayan emekçiler tarafından binalarının işgaliyle yapılabilir; ve, proletaryanın siyasal iktidarı elde edeceği andan itibaren kamu yararının gerektirdiği bu önlem, bugün konutlar devlet tarafından ne kadar kolay kamulaştırılıyor ve savaş salmasına [tekalifi harbiye] tabi tutulabiliyorsa, o kadar kolay gerçekleşecektir.”[17]

II. AYRIM: KENTSEL “DÖNÜŞÜM” TÜRKİYE’Sİ!

Kent plancısı Zekai Görgülü’nün, “Yasa tanımazlar hükümeti” olarak tanımladığı AKP’nin[18] marifet(ler)ine ilişkin olarak; “İstanbul İstanbul olalı böyle zulüm görmedi. İnsan yaşadığı kentin doğasına neden ihanet edebilir ki? Hiçbir hükümet Cumhuriyetin kuruluşundan beri bu kente bu kadar kötülük etmedi. Belediye başkanı bu kentte siyasi iradenin altında ezilmiş, gözlerini kapatmıştır. En önemli sorun belediye başkanının siyasi irade karşısında kendi kimliğini ortaya koyamamasıdır. Biz bunun sıkıntısını yaşıyoruz,” diyor kentsel tasarım uzmanı yüksek mimar Ersen Gürsel…[19]

Haksız mı? Elbette değil!

“Neden” mi? Gayet basit: ‘Kentsel Dönüşüm ve Akıllı Şehirler Kurultayı’na katılan Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki, “Arkadaş, ranta da bu kadar küfür etmeyin. Rant olmadan hayat olmaz,”[20] diyor da ondan!

Hatırlatmadan geçmeyelim: “Eğer tüm insancıl faaliyetler, çıkarcı bezirgân oyununa dönüşürse…” der José Bové ve ekler: “Kavga toplumun iki kavramı arasında yaşanır. Biri, pazarın kendi kurallarıyla toplumu oluşturmasına, bütün insani faaliyetleri, sağlığı, kültürü, eğitimi vb paranın kanununa tabi tutmasına izin verir, canlının metalaştırılmasını bile savunur. Diğerinde ise toplumu oluşturma gücünü elinde tutan vatandaşlardır, siyasi kurumlardır, yaşam alanıdır ve çevre gibi başka bileşenlerdir.”

Ne yazık ki bugünün kapitalist dünyasında de paranın kanununa tabi yaşıyoruz.

Ve en büyük bedeli doğaya ödetiyoruz. Doğaya ödetilen bedel aslında insanın ondan mahrum kalarak ödediği bedeldir, fark etmiyoruz.

İnsan için konutlar, yollar, köprüler, trenler… Bu çağda kaliteli ve hızlı ulaşım elbette önemli. Ama tüm bunları gereksinim olarak nitelerken, doğayı ihtiyaçtan saymamak hangi mantığa sığıyor, bilinmez.

Yol, köprü, konut yaparken, maden çıkarmak için toprağı feda ederken ulusal kaynakların ülke çıkarlarına uygun değerlendirildiği, bunda üstün kamu yararı olduğu söyleniyor.

Doğayı kemirmek, yok etmek ülke çıkarlarına veya kamu yararına nasıl hizmet ediyor, anlamak mümkün değil.

Zira insana her şeyden çok doğa lazım. Hele de beton mezarlıklara dönen kentlerde yaşayan insanlara…[21]

Ama sürdürülemez kapitalizm ile AKP’sinin buna aldırdığı yok! İşte bunların somut verileri…

II.1) KENTSEL DÖNÜŞÜM

“TOKİ eliyle yürütülen kentsel rantın yeniden dağıtılması sürecine”[22] dikkat çeken Fevzi Özlüer’in ve Erinç Yeldan’ın, “Neo-liberalizmin kentsel dönüşüm saldırısı”[23] saptamasında betimlenen kentsel dönüşüm, kapitalist kâr için bir yağma ve yıkımdan başka bir şey değildir…

Örneğin kent sosyologu Prof. Ferhat Kentel’in, AKP’nin temsil ettiği yeni kent politikaları ile birlikte, Beyoğlu, Taksim ve İstiklal Caddesi’nin giderek, neo-kapitalizmin kendini yeniden üretme mantığına bağlı olarak tüketim ekonomisinin, mekândan rant elde etmenin her türlü faaliyetine tanık olduğuna dikkat çekmesi bundandır…[24]

Kolay mı?

Beyoğlu, 2005’lerde başlayan kentsel dönüşüm süreciyle birlikte, AVM’lerin ve otellerin yoğunlukta olduğu bir ilçe hâline dönüşmeye başladı. Bu süreçte Beyoğlu’nun tarihi ve kültürü de yok olmayla karşı karşıya geldi. Yılladır kapalı olan AKM, mahkemenin yürütmeyi durdurma kararına karşın Emek Sineması yerine yapılan AVM inşaatının devam etmesi, Tarlabaşı dönüşümü, Taksim Meydanı, Topçu Kışlası ve cami projesi dönüşümün yapı taşlarını oluştururken; Şeker Teyze olarak bilinen Emriye Uysal’ın işlettiği Laterne Kafe’nin zorla boşaltılmasının ardından dönüşüme direnen küçük esnafın borçlar kanunu veya riskli yapı tehdidiyle bölgeden sürülmesi devreye sokuldu![25]

Kürt illerine gelince… Sur ve Cizre gibi yerlerin sömürgecilerin vahşi saldırılarına maruz kalması tesadüf değildir. “Denilebilir ki ‘Tokiizm’ Türk tipi sömürgeciliğin en inceltilmiş, en derinleştirilmiş ve toplumsal doğayı yok etme amacıyla örgütlenmiş en faşist yüzüdür. Yaşamın en küçük hücresinden en büyük parçasına kadar birlikte örüldüğü bu yaşam alanlarından insanların koparılarak TOKİ denen hapishanelere tıkılması, toplumsal yaşamın onarılamaz bir şekilde tahrip edilmesi demektir.”[26]

TMMOB Mimarlar Odası Samsun Şube Başkanı Selami Özçelik’in, “TOKİ’nin, istediği yere istediği biçimde bilimsel ölçütlerin dışında konut yaptığı”nı açıkladığı;[27] AKP iktidarıyla birlikte hayata geçirilen birçok projenin altında imzası bulunan Toplu Konut İdaresi Başkanlığı (TOKİ), ilk günden bu yana “rant kapısı” eleştirilerinin hedefi oldu. Şehir merkezine tepeden müdahale eden, “acele kamulaştırma” dahil her türlü uygulamaya başvuran, rantın önünü açan imar planlarıyla gündemden düşmedi.[28]

Bu konuda birkaç veriyi hızla aktarırsak:

Bilindiği gibi Sulukule, 2005’te kentsel yenileme alanı ilan edildi. Proje, Romanların evlerinden çıkarılıp kent dışına sürülmesiyle sonuçlandı.[30] Sulukule’de 5 bin 500 Roman yaşıyordu. 337 aile Kayabaşı’na gönderildi ama çoğu tutunamayıp yine mahallenin çevresine yerleşmek zorunda kaldı. Sulukule projesinin hukuksuzluğu Danıştay kararıyla kesinleşti. Fatih Belediyesi tarafından hazırlanan teklifle proje içinde belediyenin olan 26 dairenin belediye memur ve mensuplarına lojman olarak kiralanmasına karar verilmişti. Projeyle yapılan 620 haneden sadece 20’si, semt sakinlerine verildi.[31]

Samsun’da 5 yurttaşın selde yaşamını yitirdiği TOKİ Kuzey Yıldızı konutları ile ilgili dikkat çeken bir iddia gündeme geldi. Eski Afet İşleri Genel Müdür Yardımcısı Ali Zafer Topşir, “Konutların bir heyet tarafından onaylı jeolojik-jeoteknik raporları yok. Varsa göstersinler. İmar planı varsa göstersinler. Hodri meydan. Afet İşleri’ni aradım, Çevre Bakanlığı’nı aradım, her yeri aradım, olmadığını öğrendim,” dedi.[37]

II.2) MESELENİN ÖZÜ: RANT

Kentsel dönüşümde meselenin özünü rant oluşturur.

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nden Doç. Dr. Besime Şen’in, “Türkiye’nin bütün kent mekânları üzerinde akıl almaz biçimde bir müdahale gerçekleşti. Bu süreç 17 Aralık ile sembolize olan yolsuzluk operasyonlarına rağmen hızını kaybetmedi. Bu yaşanan yolsuzluk operasyonları, kent toprağı ve inşaat faaliyetlerinin, içine mali sermayeyi de alarak muazzam bir rant yaratma potansiyeli taşıdığı görüldü. Yaratılan rantın ise hükümet çevresinin de içinde olduğu bir bürokrasinin bilgisi ve denetimiyle oluştuğu bilgisi yayıldı,”[38] notunu düştüğü sürece ilişkin olarak Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki şiir gibi laf etti: “Arkadaş… rant olmadan hayat olmaz.” Ne de olsa, şiirsel olan, bilinç dışından bilince sızanların dilin içinde ifadesi değil mi?

Özhaseki “hayat olmaz” derken sanırım, biyolojik – zoolojik değil, toplumsal bir oluşu kastediyor ama kimi göçebe topluluklar, Amazon ormanlarında yaşayan kimi tarım hayvancılık öncesi kabile yapılarında “hayat” rant olmadan da var olabilmektedir.

Besbelli ki Bakan’ın aklındaki genel olarak toplumsal hayat değil, belli bir “toplumsal hayat”tır. Bakanın kastettiği bu “hayat”ı tanımlayabilmek için de toplumsal hayatın maddi “gerçekliği” ile bu maddi gerçekliğin bireyin zihninde oluşan resmi arasında bir ayrım yaparak devam etmemiz gerekiyor. Gerçekliğin bir bireyin zihninde oluşan resminin, o bireyin, gerçekliğin, gerçekliği oluşturan pratiklerin içindeki yerine ve göreli konumuna, gerçekliğe hangi noktadan ve açıdan baktığına bağlı olarak şekilleneceğini söyleyebiliriz. Diğer bir deyişle bireyin bilincini onun sosyal varlığının belirleyeceğine ilişkin uyarıyı aklımızda tutacağız.

Şimdi, “hangi konumda olanlar, hangi bakış noktası ve açısından bakanlar için ‘rant olmadan hayat olmaz’?” sorusunu sorabiliriz. “Bu rant nasıl bir şeydir? Hangi hayatın var olması için önkoşuldur?”

“Rant” kira anlamına gelse de fazlasını içerir: Örneğin, toprak kirası, konut kirası, doğal kaynaklara, mali araçlara yapılan yatırımlardan elde edilen gelir, tekelci yapıların ortalama kârın üzerinde elde ettiği diferansiyel kâr, mali aracıların üçüncü kesimlerden elde ettiği gelir, entelektüel/simgesel ürünlerin mülkiyetinden doğan telif ve patent hakları… Rant sınırlı, ya da yapay olarak sınırlı hâle sokulmuş (tekelleştirilmiş) bir varlığın mülkiyetine sahip olma ayrıcalığından elde edilen bir gelirdir.

Rant, artık değerin üretimine değil, bölüşümü sürecine aittir. Üretilen artık değer, kâr (sınai, ticari), faiz ve rant olarak bölüşülür. Rant, sınai ve ticari kâr gibi artık değerin üretilmesi sürecinin, onun uzantısı değerlenme sürecine ilişkin bir etkinlikten (mülkiyet biçiminden) değil, bölüşüm süreci üzerinde yaşayan asalak bir etkinlikten kaynaklanır. İşte rant, toplumun bu asalak etkinliği gerçekleştiren kesimi için “hayat”tır.[39]

 

ESKİ ÇEVRE VE ŞEHİRCİLİK BAKANI ERDOĞAN BAYRAKTAR’LA

İLGİLİ SUÇLAMALAR[40]

‘Ağaoğlu Bakırköy 46 Projesi’ için illegal şekilde imar izni alınması karşılığında maddi çıkar sağlanması…
Bulgar Ortodoks Kilisesi Vakfı’na ait arazinin, Taşyapı İnşaat şirketi tarafından yapılacak proje için illegal olarak Özel Proje Alanı ilan edilmesi…
Sağlık Tesisi Yapımı için imar verilen ve Taşyapı İnşaat’a ait arsaya, otel yapımı için illegal olarak imar alınması…
Resmi belgede sahtecilik yapılarak “Zorlu Center” projesindeki kaçak yapılara onay alınması…
Arif Yüksel’e ait Beykoz’daki yeşil alanın illegal olarak imara açılması…
Ataköy sahil kenarına Özyazıcı İnşaat tarafından imar planlarına aykırı olarak yapılan projeye izin verilmesi…
1. Derece Doğal Sit Alanı olan İller Bankası Sarıyer arazisinin gerçeğe aykırı raporla imara açılması…
Maslak Acıbadem Hastanesi Ek Bina Projesi İçin Boğaziçi Koruma Kanunu’na aykırı olarak imar alınması…

 

Konuya ilişkin bir şey daha: Dinleme kaydında “Milletin a… koyacağız” sözleriyle tanınan Mehmet Cengiz, Erdoğan Bayraktar’a “Hüseyin Avni Paşa Korusu’na 10 tane ev yapacağım” diyor. Dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Bayraktar da Cengiz’i “Yav kardeşim sağa sola gidiyorsun diyorsun ki ‘İmar gelecek, sağda solda konuşma ya’!” diye uyarıyor![41]

II.3) YAĞMA/ YIKIM ÖRNEKLERİ

Kentsel dönüşüm bir yağma/ yıkımdır; işte örnekleri…

 

II.4) “PROJE REVİZYONU”(?) TALANI

Kentsel dönüşüm yağma/ yıkımı, “proje revizyonu” kılıfıyla örgütlenen yolsuzluk talanından başka bir şey değildir…

“Nasıl” mı? Örneğin yasadışı inşaat projeleri mahkeme kararlarına rağmen durdurulamıyor. Sebebi ise “hülle” olarak adlandırılan yeni plan değişiklikleri… Örnekler çok: Maslak 1453, Likör Fabrikası yerinde yükselen Quasar gökdelenleri, Atatürk Orman Çiftliği…

Yargı kararlarına rağmen durdurulamayan inşaatların bir örneği de müteahhit Ali Ağaoğlu’yla, TOKİ iştiraki Emlak Konut GYO ortaklığında Şişli’de inşa edilen Maslak 1453 projesi oldu. Danıştay, Şehir Plancıları Odası’nın açtığı dava sonucunda projenin dayanağı 2011 tarihli imar planlarını kamu yararına aykırı buldu ve yürütmeyi durdurma kararı verdi. En yüksek idari yargı mercii olan Danıştay’ın kararı hızla ilerleyen inşaatı durduramadı çünkü Çevre ve Şehircilik Bakanlığı yargılama devam ederken üçüncü kez yeni imar planı çıkartmış, bu şekilde yargılama konusu imar planları “geçersiz” kılınmıştı![55]

İşte konuya ilişkin birkaç örnek daha:

 

II.5) SİT’LERİN GASPI

Kentsel dönüşüm o denli büyük bir saldırıdır ki, SİT’leri bile -şu örneklerdeki üzere- ihlâl etmektedir…

 

II.6) AFET/ DEPREM ALDIRMAZLIK

Afet/ deprem panzehiri olarak sunulan kentsel dönüşüm, aslında tüm bunlara karşı hayırhah bir aldırmazlıktan başka bir şey değildir! İşte birkaç veri…

 

III. AYRIM: AKP MARİFETLERİ

“Balık baştan kokar” demeleri boşuna değil; Erdoğan örneğindeki gibi…

Kolay mı? “Güçleri yetiyorsa yıksınlar” dediği “AK Saray” konusunda Ankara Barosu Başkanı Sema Aksoy, Atatürk Orman Çiftliği arazisinde mahkemenin verdiği yürütmeyi durdurma ve iptal kararlarına rağmen inşaatları devam ettiren Erdoğan değil miydi?[75]

Tıpkı Boğaz’daki yapılaşmayı eleştiren Erdoğan’ın, “Dikey mimariye karşıyım” derken, AKP döneminde İstanbul’da binden fazla yüksek yapı projesi hayata geçirilmesi gibi…

Ardı ardına yükselen yapılar İstanbul’u gökdelenler sıralamasında Avrupa’da 1’inci, dünyada 25’inci yaptı!

İstanbul’u “dikey mimari”ye boğan ve siluetine büyük zarar veren yapıların Erdoğan’ın kurucusu olduğu AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılı sonrası yaklaşık bin yüksek yapı projesinin hayata geçirilmesi, “Kim neye karşı?” sorularını da akıllara getirirken; 14 yılda 1075 “dikey mimari” inşa edildi

Yani AKP’nin 14 yıllık döneminde İstanbul’da 1075 adet “47 metre veya daha uzun” bina yapıldı. Bu yapıların ortalama yükseklik seviyesi 61 metreden 66 metreye ulaştı. 1075 yapının ortalama yüksekliği ise 77 metre.

Oysa 2002 ve öncesi İstanbul’daki yüksek binaların uzunlukları 127 kilometreyken 14 yıldaki yapılar ise 83 kilometreyi buldu. Yıl algısıyla bakıldığında 2007’de çoğalmaya başlayan “dikey mimari” 2010’larda “tepe noktası”nı gördü. 2010-2015 arasında her sene 100’den fazla “bu tarz” yapı inşa edilirken rekor 158 binayla 2013 yılına aitti.

‘Emporis’in rakamlarına göre sadece 2016 yılında 22 adet “yüksek” bina yapılmıştı. Hong Kong’un 1302 gökdelenle birinci olduğu ‘Emporis’in listesinde İstanbul ise toplam 122 gökdelenle Avrupa birincisi ve dünya 25’incisi oldu.

 

AKP İKTİDARINDA HAYATA GEÇİRİLEN

“DİKEY MİMARİ” ÖRNEKLERİNDEN BAZILARI[76]

Sapphire of İstanbul İstanbul Sapphire veya Sapphire of İstanbul ya da kısaca Sapphire, 261 metre anten yüksekliğiyle Avrupa’nın Shard London Bridge’den sonra en yüksek 17. binası. İstanbul’un Kâğıthane ilçesinde bulunan 64 katlı ve 261 metre yüksekliğindeki binanın inşaatına AKP iktidarının 4. yılında yani 2006’da başlandı. 2011 yılında inşası tamamlanan yapı, yükseklik sıralamasında Türkiye’de 1., Avrupa’da 9., dünyada ise 143. sırada.
Anthill Residence 1-2 Şişli’de inşa edilen Anthill Residence 1 ve 2, İstanbul üzerinde bulunan 2. en yüksek bina. Avrupa’nın ise 22 ve 23. en yüksek binası durumunda. 210 metre yüksekliğindeki yapı, 61 katlı ve yapımına 2007 yılında başlandı.
Torun Tower Mecidiyeköy’de 2014 yılında inşasına başlanan Torun Tower inşaatında, asansörün 32. kattan yere çakılması sonucu 10 işçi hayatını kaybetmişti. Yüksekliği 153 metre olan yapının kat sayısı ise 35.
16/9 Gökdelenleri Zeytinburnu’nda inşa edilen ve İstanbul’da Tarihi Yarımada’nın siluetine zarar verdiği gerekçesiyle büyük tepki çeken 16/9 Gökdelenleri’nin 25 katı için yıkım kararı verilmişti. Zeytinburnu için belirlenen 70 metrelik yükseklik yani 23 katın aksine, söz konusu yapı 36, 32 ve 27 katlı 3 bloktan oluşuyor.
Trump Towers Şişli’de yer alan Trump Towers 154 metre yüksekliğindeki 39 ve 37 katlı 2 adet kuleden oluşuyor. 2009 yılında yapımına başlanan Trump Towers, 2011 yılında tamamlandı. ABD’nin yeni başkanı Donald J. Trump’ın sahibi olduğu Trump Towers’ın açılışı Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve Doğan Holding Onursal Başkanı Aydın Doğan tarafından gerçekleştirildi.
Astoria İstanbul Esentepe’de yer alan ve 23 Ocak 2008 tarihinde açılan Astoria Alışveriş Merkezi, 35.000 metrekare kapalı alanda her biri 48 metre yüksekliğinde olan Avrupa’nın en yüksek ikiz atriumları olarak biliniyor.
Palladium Tower 2014 yılında açılışı yapılan ve İstanbul Ataşehir’de bulunan Palladium Tower, 180 metre yükseldiğinde ve 43 katlı.
Varyap Meridian İstanbul Ataşehir’de bulunan Varyap Meridian A Blok da, yine AKP iktidarı döneminde yani 2012 yılında açıldı. Varyap Meridian A Blok, 188,4 metre yükseliğinde ve 61 katlı bir yapı. Aynı serinin devamı olan Varyap Meridian C Blok, 180 metre yüksekliğinde ve 40 katlı. Varyap Meridian E Blok ise 164 metre yüksekliğinde, 41 katlı olup 2012 yılında yapımı tamamlandı.
Hilton Bomonti International Hotel Şişli’de bulunan Hilton Bomonti International Hotel & Congress Center 179 metre yüksekliğinde ve 48 katlı. Açılış tarihi de diğerlerinde olduğu gibi yine AKP’nin iktidarda olduğu 2013.
My Towerland Tower AKP’ye yakınlığı ile bilinen müteahit Ali Ağaoğlu tarafından yapılan My Towerland Tower, 2013 tarihinde açılmıştır. Ataşehir’de bulunan yapı 181 metre yüksekliğinde ve 51 katlıdır.
Allianz Tower Ataşehir’de inşa edilen Allianz Tower, 185,5 metre yüksekliğinde ve 44 kattan oluşuyor.
Spine Tower Maslak’ta bulunan Spine Tower, 202 metre yüksekliğinde ve 56 katlı. Avrupa’nın en yüksek binaları arasında gösterilen yapı, Türkiye’de inşa edilmiş en yüksek ikinci bina. Projeyi Soma Grubu’nun, gayrimenkul sektöründe faaliyet göstermek üzere kurduğu Tilaga A.Ş. gerçekleştirirken, yapımı 2014 yılında tamamlandı.

 

Erdoğan demişken bir şey daha!

Erdoğan’a da armağan edildiği öne sürülen Urla’daki villalar için yapılan SİT değişikliğine ilişkin rapor gizleniyor. Tüm Öğretim Elemanları Derneği’nin, Bilgi Edinme Yasası kapsamında istediği soruya yanıt verilmedi. Erdoğan’a da armağan edildiği savlanan Urla Zeytineli’ndeki villalar için yapılan SİT derece değişikliğine ilişkin rapor, kamuoyundan gizleniyor.[77]

Konuya ilişkin olarak Türkiye Barolar Birliği Çevre ve Kent Hukuku komisyonu üyelerinin, Erdoğan’a ait villaların da bulunduğu öne sürülen Hacılar Koyu’nda inceleme yapmak istemesi krize neden oldu. Avukatlar, villaların bulunduğu alanların fotoğraflarını çitin arkasından çekti. Jandarma ekipleri de, avukatların bulunduğu araçları köy çıkışında durdurarak savcının talimatıyla “konut dokunulmazlığını ihlâl etmek” suçlamasıyla gözaltına almak istedi.[78]

III.1) KADİR TOPBAŞ’LI İSTANBUL PARANTEZİ

Siz bakmayın İstanbul siluetine hançer gibi saplanan 16/9 gökdelenleri için İBB Başkanı Kadir Topbaş’ın, “Hata yaptık” demesine![79] Ne belgeler öyle diyor; ne de icraatları!

Hızla sıralıyorum…

Kimsenin inkâr edemeyeceği üzere İstanbul, AKP patentli bir talanla yüz yüzeyken; olup bitenin önünü açan İBB Başkanı Kadir Topbaş’dır.

Onun icraatlarıyla -Uluslararası bir araştırmaya göre-, İstanbul’da yeşil alan oranı yalnızca yüzde 2.20’dır. Bu oranın Londra’da yüzde 33, Madrid’de yüzde 35, Singapur’da yüzde 47, Moskova’da yüzde 54 iken; 33 metropol içerisinde İstanbul’un sondan 2. sırada yer almaktadır.[85]

Bu kadar da değil! Merkez Bankası açıklamalarına göre, İstanbul’da daire fiyatları 2010 yılında 100 iken 2015 yılında 226 oldu. Yani 5 yılda yüzde 126 arttı. Oysa TÜFE artışı yüzde 44. Yani, her şeyin fiyatı yüzde 44 artarken konutun fiyatı Türkiye genelinde yüzde 85, İstanbul özelinde yüzde 126 artmış bulunuyor. 2010’da 1 milyon TL’ye alınan dairenin şimdiki fiyatı 2 milyon 260 bin TL. Bu prim artışı, birkaç turizm bölgesinde de var, ama o kadar, Türkiye’nin diğer bölgelerinde daha düşük ama TÜFE’nin hep üstünde.

Satılan konutlar, 3 yılda ortalama 1 milyon 200 bini buluyor. Ama sayıya aldanmayın, bedel daha önemli ve asıl konut ekonomisi İstanbul’da dönüyor. İstanbul’da satılan konut, toplamın beşte biri ama değer olarak, tahminen toplam cironun yarısından fazlası. Düşünün yüzde 126 prim 5 yılda! Böyle bir kazanç nerede var? Ne dövizde, ne faizde. Peki kim yaptı bu kazancı? Kim götürdü bu büyük İstanbul rantını?

İstanbul yağmasını ya da rant vurgununu kimin yaptığı sır değil. Bu rant patlamasından, bunu hazırlayan koşulları yaratanın aslan payını almasından tabii ne olabilir? Kim onlar? Biliyoruz ki, AKP’nin ve RTE’nin iktidara gelişini ve despotik bir lidere dönüşünü hazırlayan ekonomik zeminde elbette İstanbul rantı ve onun fütursuzca sömürüsünün çok önemli bir yeri var. Toplu Konut İdaresi (TOKİ)’yi ekonominin lokomotif gücü hâline getirmek, bir RTE “becerisi”dir.[86]

Ancak İstanbul’daki yerel yönetimlerin rant getirecek projelere olan sevdası Boğaz’ı da tehdit eder hâle geldi. Boğaz’da her gün yeni bir dolgu projesi gündeme gelirken uzmanlar kent ekosisteminde ortaya çıkacak sorunlara dikkat çekiyor.

İstanbul Boğazı giderek daralıyor. Boğaz, İstanbul’a yapılan “mega projeler”den etkileniyor. Çünkü, yerel yönetimler, yer bulamayınca, iki kıtayı birleştiren 30 kilometre uzunluğundaki Boğaz’a göz dikiyor. Boğaz’ı doldurmanın çok çeşitli teknikleri var. Uzmanlar ise doldurmanın kent ekosistemini bozacağını söylüyor.[87]

 

Emirgân İBB tarafından yaptırılan Emirgân sahil yolu, 2014 yılında genişletildi. 700 metrelik sahil kesiminde, önce denize kazıklar çakıldı, ardından betonlama işlemine geçildi. Projede 2 metre genişliğinde bisiklet yolu, 6 metre genişliğinde ek yaya yürüme yolu bulunuyor. Boğaz 8 metre daralırken, sahil yolu da 8 metre genişlemiş oldu.
Kuleli Askeri Lisesi İstanbul Boğazı kıyısındaki Kuleli Askeri Lisesi’nin sahiline “Geometrik Düzenleme” adı altında, kazıklı yol yapılıyor. Projenin şartnamesinde, okulun önündeki 320 metre uzunluğundaki sahilin, yaklaşık 25 metre genişletileceği belirtildi. Sahile 1200 adet çelik boru kazık çakılacak. Boruların toplam uzunluğu 7 bin metreyi bulacak. 750 ton çimento, 1150 ton demir kullanılacak.
Kanlıca-Çubuklu Çubuklu-Kanlıca arasındaki sahil yolu için genişletilme kararı alındı. Kazıkları tamamlanan projeyle, beton set yapılacak. İBB ve Beykoz Belediyesi işbirliği ile başlatılan Boğaz sahili yolu yapım çalışmaları, kazıklı yol sistemiyle denize doğru 10 metre genişleyecek. Projeyle ilk etapta Çubuklu İskelesi ile Kanlıca arasında 1200 metrelik sahil yolu gerçekleştirildi. Beykoz’a doğru uzatılacak ikinci etabın da tamamlanmasıyla 3 kilometrelik sahil yolu inşa edilmiş olacak.
Üsküdar Yıllardır konuşulan Üsküdar Meydan Projesi’nin de deniz doldurularak yapılacağı ortaya çıktı. Dolgu kazıklama sitemiyle yapılacak. Proje sonunda, denizde 12 bin metrekarelik bir teras oluşturulacak.
Beykoz Beykoz’da, Torunlar Gayrimenkul’ün 49 yıllığına kullanım izni aldığı Beykoz Paşabahçe’deki Tekel Fabrikası’nın arazisine de kazı, dolgu düzenlemesi yapılacak. Sahili doldurulacak araziye otel yapılması planlanıyor.
İSTANBUL BOĞAZI’NDAKİ DOLGULAR TARİHİ
İstanbul Boğazı’ndaki bilinen ilk dolgu XVII. yüzyıla kadar dayanıyor. Dolmabahçe Sarayı’nın arazisi, 400 yıl önce gemilerin demirlediği, Boğaziçi’nin büyük bir koyuymuş ve XVII. yüzyılda doldurulmaya başlanmış.
1956 Emirgân-Saryer sahil yolu açıldı ve genişletildi.
1988 Üsküdar-Harem arasında 4.5 kilometrelik sahil yolu Boğaz’ı daralttı.
1988 Çayırbaşı-Sarıyer arasında yapılan ikinci kazıklı yol Boğaz’ı 22 metre daralttı.
1988 Bedrettin Dalan’ın belediye başkanlığı döneminde Kuruçeşme- Arnavutköy arasında 720 çelik kazık üstüne oturtulan 1200 metre uzunluğunda yol açıldı.
2005 Sahil Güvenlik Komutanlığı için Telli Baba Koyu dolduruldu.
2011 İstinye ve Tarabya koyları İspark tarafından teknepark hâline getirildi. İstinye ve Tarabya koyu platformla dolduruldu.
2011 Boğaz’ın Karadeniz girişindeki Garipçe’ye dev bir dalgakıran ve liman projesi için düğmeye basıldı. 3’üncü köprü güzergâhının geçtiği Sarıyer Garipçe köyü de, ihalesi yapılan bu proje nedeniyle, Anadolu yakasına yaklaşacak.

 

III.2) VE AVM ÇILGINLIĞI…

AKP’nin marifetleri arasında AVM’ler (yani tüketim) çılgınlığı da vardır.[88]

2016 yılı verilerine göre ülke genelinde 360 AVM var. Sadece İstanbul’da 103, İzmir’de 22, Ankara’da 37 AVM faaliyet gösteriyor… AVM’lere bir yılda 2 milyar (toplam nüfusumuzun 25 katı) kadın, erkek ve çocuk girip çıkıyorken;[89] AVM’ler, stada, arenaya benzer daha çok. Birkaç kapıyla (delikle) girilen, avlulu, herkesin hem her şeyi görebildiği, hem de herkes tarafından görülebildiği bütünlüklü yapılardır. İşlevsel olarak feodal yaşamın panayırına benzer. Hem alışveriş yapılan, hem de kelimenin iki anlamıyla da eğlenilen yerlerdir AVM’ler.

İlk örnekleri şehir merkezinin dışında inşa edilir. Bu nedenle çarşı gibi “uğranılan”, “içinden geçilen” bir yerden çok “ziyaret edilen” yerlerdir. AVM’lere tesadüfen gidemezsiniz, belli bir yol izlemeniz, belli bir zamanı göze almanız gerekir. Nurdan Gürbilek’e göre AVM’ler, alışverişi bir amaç olmaktan çıkarıp, mekânı ziyaret etmeyi bir amaç hâline getirir. Çarşıyla kurduğumuz ilişkideki gibi tanıdıklık yoktur, kişiye kendi şehrinde turist olma imkânı tanır. Turist, “bugün gelip, yarın giden”dir, hoşnut kalırsa yeniden ziyarete gelebilir.

AVM’ler, gelişmiş ülkelerde, bizdeki gibi “çılgınlık” boyutuna ulaşmamış, şehrin dışında tutulmuştur. Oysa genç ve tüketme potansiyeli yüksek olan nüfusuyla Türkiye bir AVM cennetine (!) dönüşmüştür. Bugün ülkemizde AVM’ye “gitmek” günlük hayatın bir parçasıdır; AVM’ler yeni bir kültür, yaşam ve paylaşım alanı hâline gelmiştir.

Tıpkı kredi kartları gibi Tüketim Toplumu ürünüdür AVM’ler. Geç dönem kapitalizmin çarkı tüketimle çalışır. “Düzen”in bekası için tüketimin kışkırtılması gerekir… AVM’nin büyüsü, mimarisinden ve arzuyu kışkırtan tüketim toplumu dinamiklerinden kaynaklanır.[90]

Bu çerçevede alışveriş merkezlerinin “rant hırsı” sınır tanımıyor. Ankara alışveriş merkezlerinden NataVega AVM, eksi ikinci kata hayvanat bahçesi yaparak, canlıları betona hapsedecek. Mamak’taki AVM’de, Avrupa’nın en büyük akvaryumlarından biri inşa edildi. 24 farklı akvaryumda 12 bin deniz canlısı var. AVM’de yine sürüngen hayvanların olduğu ayrı bir bölüm de ücret karşılığında ziyaret ediliyor. Ancak alışveriş merkezi için bunlar yetmedi. AVM’de bu kez hayvanat bahçesi yapılması için inşaat başladı![91]

Ancak her şey gibi, (mesela inşaat) AVM çılgınlığının da bir sınırı vardır. AVM çılgınlığı gibi, inşaat sektörü de artık sınırlarındadır!

 

İSTANBUL’DA İNŞAAT HÂLİNDE BIRAKILAN/ BEKLEYEN YAPILAR[92]
YER BEKLEME SÜRESİ KİM, NE?
Basın Ekspres 3.5 yıl İstanbul’un 2. Maslak hattı olarak adlandırılan Basın Ekspres Yolu’na cadde üzerinde bir blok kaba inşaatı bitmiş şekilde bekliyor. Saruhan ailesine ait yapı 3.5 yıl boyunca kaba hâli bitmiş şekilde bekletildi. Şirket yetkililerinin verdiği bilgiye göre bina için otel ve ofis konusunda karar verilemediği için beklenildi. Aynı bölgede 16 otel yatırımı başlayınca da şirket binayı merkez binası yapmaya karar verdi. 2009’da ruhsatı alınan projede inşaatlar geçtiğimiz günlerde başladı.
Bağcılar 4 yıl Bağcılar Giyim-kent girişinde Ramada Otele komşu bina 4 yılı aşkın süredir kaba inşaatı bitmiş şekilde bekliyor. Avek Otomotiv’e ait binada ofis yapılması planlanıyor. Binada otel, okul, hastane gibi projelerin de gündeme geldiği için zaman kaybı yaşandığını belirten şirket yetkilileri inşaatı tamamlamak için çalışmalara başladıklarını söyledi. Binada ofis projesi planlanıyor.
Tarabya 20 yıl 1990’lı yıllarda başlayan proje Maslak-Sarıyer güzergâhında, Tarabya yol ayrımındaki köşede konumlanıyor. Otel, Uran Holding’in kurucusu İsmet Uran’ın 1996 yılında cinayete kurban gitmesinden sonra aksamıştı. Yaklaşık 20 yıl geçmesine karşın otel tamamlanamadı.
Maslak 7 yıl Maslak’ta yer alan Hattat Holding’e ait Diamond Of İstanbul projesi 7 yıldır bekliyor. Hattat Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Hattat, “30 bin metrekare alanı belediyeye hibe ettik. Projemizi tamamlamak için Büyükşehir Belediyesi’nin kararını bekliyoruz” dedi.
Zincirlikuyu 7 yıl İki binadan oluşan Tat Towers’ın inşaatına 1989 yılında başlandı ve 2007 yılında tamamlandı. Yıl 2014 ve Zincirlikuyu’daki proje kullanıma açılmadı. Beş yıl önce ölen Salih Tatlıcı’nın yaptırdığı ve mirasçıları arasında paylaşılamayan yapı harap hâle geldi.
Beylikdüzü 10 yıl Beyliküdüzü’ndeki 16 katlı bina kaba inşaatı bitmiş şekilde 10 yıl bekledi. Yıllar içinde çürüyen ve bölge sakinlerini tedirgin eden yapı geçtiğimiz hafta yıkılmaya   başlanıldı. S.S Ormanalılar Yapı Kooperatifi’ne ait yapı kentsel dönüşüm projesi çerçevesinde yenilenecek.
Esenyurt 2-3 yıl Esenyurt’ta yaşanan ruhsat sorunu çözüldü ama etkileri sürüyor. Emsal değerlerinin Esenyurt Belediyesi ve IBB tarafından farklı hesaplanmasının yarattığı karışıklık sonucu inşaatlar bir yılı aşkın süre durdu. Bu sürede firmalar iflas edince inşaatlar da durdu.
Beylikdüzü-Beykent 7 yıl Beylikdüzü Beykent girişinde bulunan çukurdaki inşaat yarım kaldı. 7 yıldır bekleyen alanda otel ve AVM yapılması planlanıyordu. Ancak ilçe belediyesi ve Büyükşehir belediyesi arasındaki emsal karmaşası nedeniyle inşaat firması çalışmalarını yarıda bıraktı.
Sultangazi 7 yıl Sultangazi ilçesi Gazi Mahallesi’nin girişinde yer alan arsa defalarca el değiştirdi. İlk etapta Forum AVM yapılması beklenen arsanın son sahibi Nata Holding oldu. Uyuşturucu kullanıcılarının mekânı hâline gelen sahada hâlâ bir çalışma yok. Arsanın yeni sahibi söz konusu alanda AVM ve ofis projesi planladığını söyledi.
Haramidere 10 yıl 2004 yılında projelendirilen 3. Matbaacılar Sitesi tamamlanmadı. 10 yıldır tamamlanması beklenen projede kooperatif yönetimi iki defa el değiştirdi. Yüklenici firma Yenidoğuş’un iflası ile aksayan inşaat için yeni bir inşaat firmasıyla anlaşıldığı ve çalışmaların başladığı söylense de binada hâlâ bir hareketlilik görülmüyor.
Bayrampaşa 2 yıl Bayrampaşa’da 29 Ekim 2011’de kapılarını açan Ora AVM’de işler beklenildiği gibi gitmedi. İçinde iki otelin de yer aldığı Ora AVM bir yıl açık kalmadan kapandı. 70 dönüm üzerine kurulu projenin sahibi Ora İstanbul Gayrimenkul Yatırım ve Geliştirme hakkında yürütülen iflas erteleme davasında şirketin iflasına karar verildi.

 

III.3) III. KÖPRÜ TAHRİBATI

Gila Benmayor’un, “III. Havalimanı, III. Köprü ve Kanal İstanbul, 2009 yılı, haziran ayında onaylanmış olan 1/100.000 ölçekli İstanbul Düzeni Çevre Planı’nda yer almıyorlar. Üçü de tepeden inme,”[93] diye betimlediği III. Köprü, bir ekolojik/ kültürel tahribattır…

 

İSTANBUL 1 NUMARALI KÜLTÜR VARLIKLARINI KORUMA BÖLGE KURULU MÜDÜRLÜĞÜ LİSTEDE YER ALAN

III. KÖPRÜ VE BAĞLANTI YOLLARININ GEÇTİĞİ BÖLGELERDEKİ TESCİLLİ YAPILAR[94]

Çatalca ve Silivri İnceğiz Mağaraları, Maltepe Antik Nekropolü ve Yerleşim Alanı (1. derece arkeolojik SİT)
Silivri Anastasius Surları (Arkeolojik SİT alanı)
Silivri Küçükkılıçlı Köyü Antik Yerleşim Alanı (1. derece arkeolojik SİT)
Çatalca İğneağzı Kartepe (Umurtepe) Mağara ve Antik Taş Ocağı (1. derece doğal ve 2. derece arkeolojik SİT)
Arnavutköy Şamlar Köyü Dutlar Mevkii kayaya oyulmuş mezar yapısı
Arnavutköy Sazlıbosna Filiboz Örenyeri (1. derece arkeolojik SİT)
Gaziosmanpaşa ve Sultangazi Kırkçeşme Su Galerisi Hattı
Avcılar Ispartakule Spradon Antik Kenti (1. ve 3. derece arkeolojik SİT alanı)

 

III. Köprü için Kuzey Ormanları Savunması (KOS) tarafından yapılan açıklamada doğa katliamına dikkat çekilip, şu uyarılarda bulunmuştu:

Tüm bunların yanında İTÜ İnşaat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Haluk Gerçek, “III. Köprü Projesi bir ulaşım projesi değildir,” diyerek ekliyor: “Ne kadar köprü yaparsanız yapın, bu köprüler çıkmazı içine hapsolursunuz. Çünkü buradan artan kapasiteler, bir süre sonra yeni trafiklerle dolacaktır ve eskisinden daha kötü hâle gelecektir. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Ulaşım Planı Ana Raporu ‘2023 yılında III. Köprü de tıkanacak’ diyor. ‘9 sene sonra III. Köprü ve bağlantı yolları üzerindeki ulaşım talebi, bu yolların kapasitesinin 1.7 katına çıkacak’ diyor. Bunun sonucu şu: Bu köprü 1. ve 2. Köprü trafiğini rahatlatmayacak. Neye hizmet edecek? Burada açılacak yeni yerleşim yerlerine hizmet etmesi lazım. Bunlara yol gerekiyor. 1.5 milyon nüfuslu bir kent yaptığınız zaman, Arnavutköy ve üst tarafında o zaman bu insanları bir şekilde ulaşım ağına eriştirmeniz lazım.”[96]

Özetle “III. Köprü ama aslında büyüme obsesyonun, rant ağının, tıraşlanan ağaçların, inşaatında ölenlerin, kayıp çocuktan Gezi paranoyası çıkarabilmenin anıtı”ndan[97] başka bir şey değildir Pınar Öğünç’ün de altını çizdiği gibi!

III.4) ULAŞIM MI?

III. Köprü’nün bir kez daha ağırlaştırdığı ulaşım meselesine gelince…[98]

Sosyolog Güven Dağıstan ve Doç. Dr. Haluk Levent’in imzasıyla yayınlanan bir araştırmaya göre İstanbulluların büyük bölümü (yüzde 68.45) trafik sıkışıklığını en önemli sorun olarak görüyor ve trafik sıkışıklığına köprülerin yol açtığını düşünüyor. Bu düşünceye rağmen İstanbul’da yaşayanların yüzde 25’i, yanlış bilgilendirme nedeniyle, III. köprüden sonra trafikte yüzde 25’lik bir rahatlama bekliyor.[99] Ankete katılanların yüzde 57.49’u III. Köprünün yapımından önce sorumlu kurumların halkı yeterince bilgilendirmediğini savunuyorken;[100] İstanbul trafiği, 32 bin 520 adetlik dur-kalk ortalamasıyla dünyada 50 şehir arasında ikinci sırada yer alıyor.[101]

Ve bu tabloda İTÜ Karayolu ve Trafik Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Murat Ergün ekliyor: “İstanbul trafiğinde kısa vadede hiç umut yok. IV. köprü ufukta göründü… III. köprü ve havaalanıyla İstanbul’un ormanları, su kaynakları gidecek. Su kaynağının yanına havaalanı yapılıyor. Vatandaş, musluktan akan suyun litresine 15 lira verecek.

İstanbul için umut yok… Araç sahipliği Avrupa’da 1000 kişide 500, İstanbul’da 150…

1997’de yapılan İstanbul ana planına göre 2017’de 600 kilometrelik raylı sistem yapılması gerekiyor. Şu an 70 kilometre. Raylı sistemin kilometresi 100 milyon dolar. 20 yıl gecikmeli gidiyoruz. Maliyet 1 liraydı, 10 lira oldu. 2034’teki nüfusa 1000 km raylı sistem gerekecek. …

İstanbul için umut yok. Nüfus büyüme hızı yıllık yüzde 2.2. Türkiye ortalamasının üstünde. Yılda 350-400 bin kişi geliyor. Bu, her yıl bir Eskişehir eder…” dedi.[102]

 

1965’DEN 2014’E İSTANBUL
1965’TE İSTANBUL 1 OCAK 2014’TE İSTANBUL
NÜFUS 1.742.978 13.854.740
ÖZEL OTO 19.353
TAKSİ 15.010 2.129.202
KAMYON 9.596 88.379
KAMYONET 7.374 585.783
OTOBÜS 876 52.667
MİNİBÜS 2.394 68.692
KAPTIKAÇTI 742
CİP 144 17.055
MOTOSİKLET 3.562 223.307
DOLMUŞ 627
TRAKTÖR 326 21.714
BİSİKLET(PLAKALI) 8.137
AT ARABASI 3.430
ÇEKİCİ 33.569
TANKER 4.098
ÖZEL AMAÇLI 6.441
RÖMORK 60.932
YARI RÖMORK 53.837
TOPLAM 65.107 YILLIK ARTIŞ (AT ARABASI DAHİL) 5.300 3.291.840 YILLIK ARTIŞ: 237.980

 

IVAYRIM: NİHAYET

Diyeceklerimi toparlarsam: Çok katmanlı bir olgu özelliği taşıyan kent ve kentleşmeden söz ettiğinizde, farkında olun ya da olmayın sınıf mücadelesine atıfta bulunursunuz.

Mekânın kurgulanması sınıfsal özellikler taşırken; insanın fizik doğa ve diğer bireylerle olan ilişkisinden etkilenir duruma gelmiştir. Üretim biçimlerinin değişmesiyle, kent diye adlandırdığımız, sosyal, ekonomik ve kültürel pratikler açısından farklı özellikler gösteren yerleşim birimleri ortaya çıkmıştır. Sanayi devrimiyle, kentleşme olağanüstü bir hız kazanmıştır ve artışı hâlâ devam etmektedir. [103]

Kolay mı? Kentleşme kapitalizmin insanlığa dayattığı en büyük dönüşümlerden biridir. Sermayenin dağılımını kolaylaştırmak ve ürünün pazarlamasını rahatlatmak adına; daha büyük pazarlara daha kolay erişimi sağlamak, ancak kentleşme üzerinden olabilirdi ve öyle de oldu.

Bu yüzden neo-liberal dönüşümün en önemli unsurlarından biri ülkelerdeki kentleşme oranını olabildiğince arttırarak kentleri büyütebilmek ve ihtiyaç fazlasının tüketimini kolaylaştırmaktır.

Tam da bunun içindir ki kentsel dönüşüm adı altında yürütülen gecekondu yıkımları ve bütün dünyada gettoların dönüştürülmesi zorunluluktur. Kentin çeperleri genişledikçe yerleşim dağılımı da değişecektir. Kentin büyümesi neticesinde göbekte kalan gettolar temizlenmeli ve yeni tüketim halkasına dahil edilebilmelidir ve yapılan tam da budur.

Bu çerçevede yıkım(lar), “kentsel dönüşüm” adı altında yayılarak, sürülüyor. Burjuvazi “çöküntü alanları”, “suç mekânları”, “görüntü kirliliği yaratıyorlar”, “uygar dünyaya rezil oluyoruz” gibi onlarca aşağılayıcı sözü sıralayıp, işçi ve emekçilere duyduğu kini kusarak, müthiş bir ideolojik saldırı yürütüyor. Kentsel dönüşüm saldırganlığı, “konut sorunu”nun ardına gizlenerek kendine meşruluk alanı yaratmaya çalışıyor.

Neo liberalizmin kentsel vizyonu hayata geçiriliyor; para babaları kent rantına el koyuyor.

Hayır! Bu bir kentsel dönüşüm değildir; olsa olsa rantsal dönüşümdür. Müteahhite ve yatırımcıya da kazandırma mekanizmasıdır; tepeden tırnağa yalandır; distopyanın kendisidir.

Müteahhit gelir, senin evine el koyar. Önünde bahçesi, yıllar önce diktiğin meyve veren ağaçları, çardağı, yeşilliği, parkı olan siteyi yıkıp, yerine altında dükkânlar olan, cephesi yola kadar dayanmış, sıfır yeşil alan ve ağaç olan, yüksek katlı boktan, ucuz, rezil bir yapıyı eline verir.

Bu kenti yerle yeksan etme projesidir; zorla tahliyedir.

Halktan yana değil; sermayeden yanadır. Neo-liberalizmin TOKİ’lerle birlikte ezilenlerin sırtına sapladığı bıçağın cilalı görünümüdür.

‘Mimarlar Odası’ basın açıklamasında, “Türkiye ‘kentsel dönüşüm’ çılgınlıklarına kurban edilemez,” derken; ‘Şehir Plancıları Odası’ da, “kentsel dönüşüm” uygulamasını şöyle tanımlamıştır: “Rantsal bölüşüm”!

Yani “Kentsel dönüşüm” denilen şeyin en açık seçik izahı, “Gecekonduların yıkılıp, kapitalist ranta tahvil edilmesi”dir.

Ne kadar kamu menfaatinden bahsedilirse bahsedilsin, perdenin arkasında rant vardır. Rantın olmadığı yerde olmayan, esamesi okunmayan şeydir.

Devletin kanun gücünden yararlanarak yaptığı zorbalıktır; bir illüzyondur; yoksuldan alıp zengine vermektir.

Yoksul insanların evlerinden atılıp, uzaklara sürülmesine ve evlerinin zenginlere peşkeş çekilmesine verilen addır.

Bir takiye örneğidir. Yani senin için iyi bir şey yapıyor, sana hizmet ediyor gibi görünüp aslında kendi çıkarına çalışmaktır.

Rantsal dönüşümdür, rantsal bölüşümdür, al gülüm ver gülümdür, ahbap çavuş ilişkisidir, nepotizmdir, yık yap işlet devret(me)dir, çevir götür ye bitir demektir…

Umberto Eco’nun, “Çok fazla yıkıyorsunuz. Yeni binalar inşa etmek için suç oluşturan çok fazla girişim söz konusu. Normalde bunun kontrol eden bir mekanizma olması lazım,”[104] diye tarif ettiği o; İstanbul’un Sulukule, Galataport, Haydarpaşa, Fikirtepe, Fener-Balat, Süleymaniye, Zeytinburnu, Bomonti, Feriköy, Tarlabaşı mekânlarındaki ranttır.

Öncelikle “Neye dönüştürülecek?” sorusunun yanıtlaması gereken kentsel dönüşümün mega projelerini yapan ve yaptıran şirketlerin diğer projeleri nelerdir? Bu şirketlerin dahil olduğu ve orman, sahil, su gibi kamu kaynaklarını özelleştiren diğer projeler nelerdir ve bu projelerin ortakları kimlerdir? Bu projeleri üstlenen inşaat, müteahhit, mimarlık, emlak, turizm firmalarının ve taşeronlarının yöneticileri başka hangi kurumların yönetimindeler? Kentsel dönüşüm sürecinde kamu kurumları ve özel şirketler arasında halkı mülksüzleştiren ne tür ortaklıklar kuruluyor? Halkın cebinden çıkan vergiler, kamusal mülkün yeniden inşası/özelleştirilmesi/işletmesi üzerinden hangi sermaye gruplarına aktarılıyor?

Bunlar yanıtlandığında neyin ne olduğu ortaya çıkar!

Mesela Levent’teki eski sanayi metrukları üzerine, özel teşebbüsçe büyük ve lüks rezidans ve ofis projeleri yapılır! Bunun adı da “kentsel dönüşüm”dür. Topraklar el değiştirir, büyük şirketlere geçer. Eski dokuyu tasfiye ederler, kâra geçerler, daha zengin olurlar. Sonra oraya dikilen rezidanslar “yüksek gelir gruplarına tahsis edilir”.

Bunca “dönüşüm”ün ardından kentte yaşayan insanların barınma koşulları iyileşecek sanılır, ama heyhat; her “dönüşme”de bir kısım yandaş arsa rantlarıyla ihya olur; yoksullar mülksüzleştirilir.

Özetle kentsel dönüşüm projeleri, AKP hükümeti ve uygulayıcısı belediyeleri tarafından anlatıldığı gibi, son derece “masum” ve “halka hizmet” amacı güden uygulamalar falan değildir.

Söz konusu projelerin, yerel ve uluslararası sermayeye kazandırdığı rant bir tarafa; yoksulların ile zenginlerin sınıfsal farklılıklarına mekânsal ayrışmayı da ekliyor. Çünkü kentsel dönüşüm, yoksulların kent merkezinden dışına sürülmesidir.

Kentsel dönüşüm, en temel insani ihtiyaçlardan biri olan barınma hakkını hiçe sayarken, sermaye için kenti daha uygun hâle getirmenin altyapısını hazırlayan araçtır.

Kentsel dönüşüm projeleri ayrıcalıklı imar hakkı sağlama aracı olarak kullanılan bir riyakârlık projesidir; hokus pokustur!

Kentsel dönüşümün iki temel sebebi vardır: Küreselleşme + post-modernizm’. David Harvey’in “Kentsel dönüşüm, varlıklı sınıfın merkeze dönme isteğidir,” diye tanımladığı o, kentleri işçi sınıfından izole etmenin bir yöntemi olarak kullanılan (ve Georges-Eugène Haussmann’ın anımsatan![105]) post-modern bir burjuvazi saldırısıdır.

Söz konusu saldırganlık; emeğin “Kent Hakkı” mücadelesi ve “Mekân hafıza demektir” şiarıyla unutmayan ve unutturmayan bir ısrarla göğüslenmelidir!

 

5 Mart 2017 08:53:06, Ankara.

 

N O T L A R

[1] Henri Lefebvre.

[2] Karl Marx, Kapital, Cilt: III., Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1990, s.626.

[3] Sinem Uğurlu, “Cengiz Bektaş: Her Yere Kent Denmez!”, Evrensel, 20 Mart 2014, s.2.

[4] “Mega Şehirleri Gelecekte Hangi Sorunlar Bekliyor?”, Birgün, 4 Kasım 2016, s.16.

[5] Mustafa Çakır, “Çarpıklıkta Birinci”, Cumhuriyet, 21 Kasım 2016, s.2.

[6] Mahmut Üstün, “Sol İçin Tek Seçenek”, Radikal İki, 8 Aralık 2013, s.14.

[7] Evsizden Daha Çok Boş Ev Var”, Radikal, 29 Mart 2014, s.4-5.

[8] Karl Marx, Kapital, Cilt: III., Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1990, s.216.

[9] David Harvey, “The Right To The City” (23-40), New Left Rewiew, No:53, 2008, s.1.

[10] Karl Marx, Kapital, Cilt: III., Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1990, s.235.

[11] Henri Lefebvre, 1973: 21; aktaran Gotttdiener, M, Gottdiener, “Mekân Kuramı Üzerine Tartışma: Kentsel Praksise Doğru” (248-269), Praksis Dergisi, No:2, 2001, s.253.

[12] David Harvey, Sermaye Muamması, Çev: Sungur Savran, Metis Yay., 2010, s.173.

[13] Pınar Kaya Özçelik, “Kapitalist Sermaye Birikimi ve Kapitalist Kent”, Mülkiye Dergisi, No:37 (2), 2013, s.98-103.

[14] Henri Lefebvre, Şehir Hakkı, çev: Işık Ergüden, Sel Yay., 2016.

[15] Aslı Güneş, “Bir Yapıt Olarak Kent”, Cumhuriyet Kitap, No:1366, 21 Nisan 2016, s.16.

[16] David Harvey, “The Right to the City”, New Left Review, 2008, 53.

[17] Friedrich Engels, Konut Sorunu, Çev: Güneş Özdural, Sol Yay., 1977

[18] Leyla Tavşanoğlu, “Zekai Görgülü: Yasa Tanımazlar Hükümeti”, Cumhuriyet, 21 Aralık 2014, s.10.

[19] Leyla Tavşanoğlu, “ Ersen Gürsel: İstanbul’la Sorununuz Ne?”, Cumhuriyet, 23 Mart 2014, s.12.

[20] “Çevre ve Şehircilik Bakanı: Rant Olmadan Hayat Olmaz”, Birgün, 26 Ekim 2016, s.3.

[21] Melis Alphan, “Belgrad Ormanı Kelleşecek…”, Hürriyet, 29 Ocak 2017, s.5.

[22] Fevzi Özlüer, “Kentsel Dönüşümde Yeni Eşik”, Evrensel, 7 Ocak 2015, s.5.

[23] Erinç Yeldan, “Neo-Liberalizmin Kentsel Dönüşüm Saldırısı”, Cumhuriyet, 23 Mart 2016, s.9.

[24] Meltem Yılmaz, “Muhafazakârlar Muhafaza Edemedi”, Cumhuriyet, 5 Ağustos 2013, s.9.

[25] Hazal Ocak, “Güçleri ‘Şeker Teyze’ye Yetti”, Cumhuriyet, 29 Nisan 2015, s.11.

[26] İlham Bakır, “Bir Kültürel Soykırım Projesi Olarak TOKİ”, Gündem, 27 Nisan 2016, s.15.

[27] Cemil Ciğerim, “Dokunulmaz TOKİ”, Cumhuriyet, 7 Temmuz 2012, s.13.

[28] “2 Kentin Cebi ve Arazisi TOKİ’de!”, Özgürlükçü Demokrasi, 2 Mart 2017, s.2.

[29] Elif İnce, “Sulukule’de Proje İptal Kura Tamam”, Radikal, 27 Haziran 2012, s.4-5.

[30] “Danıştay’ın Sulukule projesinin iptalini yıkımdan 9 yıl sonra onamasının ardından parçalanmış bin yıllık Roman Mahallesi Sulukule’deyiz. Evlerini satan ve şehrin dışına gönderilen 337 roman ailenin neredeyse hepsi gittikleri yerlerde tutunamayıp projenin etrafındaki mahallelere yerleşmiş. Evlerini satmak zorunda kalan bölge halkının bir kısmı da çevre mahallelerde ev kiralamış, Sulukule tamamen dağılmış.

Doğma büyüme Sulukuleli olan 53 yaşındaki Engin Çokyazar da bu süreçte en çok zoruna giden şeyi ‘Analarımızın, babalarımızın, atalarımızın olan yerlere bizi sokmuyorlar şimdi’ sözleriyle ifade ediyor: ‘90 metrekare evim vardı. Belediye satmaya zorladı. Ben de en son dışarıdan birine 60 bine sattım. Evim hiç oldu. Önceden bir kaşık salça veren olurdu. Tuz isterdim, tuz verirdi. Hepsi bitti, hiçbir şey kalmadı. Oturamadık ki orada dağda bayırda. Dağıldık, mağduruz. Hiçbir şeyimizi bırakmadılar. Yarın ahrete gittiğimizde çocuklarımız babam bir ev bıraktı diyecekti bize o da yok artık. Şimdi çorbamızı zor kaynatıyoruz.” (Hazal Ocak, “Hayatlarını Çaldılar”, Cumhuriyet, 11 Nisan 2015, s.12.)

[31] Hazal Ocak, “Rantsal Dönüşüm”, Cumhuriyet, 14 Şubat 2017, s.3.

[32] Erk Acarer, “Kentsel Soykırım”, Birgün, 16 Ekim 2016, s.3.

[33] Uğur Şahin, “16 Mahallede 300 Bin Kişi Dönüşümden Etkilenecek”, Birgün, 3 Ekim 2016, s.3.

[34] İsmail Şahin, “Evini Başına Yıktılar”, Sözcü, 20 Ocak 2017, s.7.

[35] Haluk Eyidoğan, “… ‘Okmeydanı Projesi’ Kentsel Dönüşüm mü?”, Milliyet, 9 Haziran 2014, s.22.

[36] Cemil Ciğerim, “Afet Değil Cinayet”, Cumhuriyet, 5 Temmuz 2012, s.3.

[37] Mustafa Çakır-Mahmut Lıcalı, “Konutların Raporu Yok”, Cumhuriyet, 6 Temmuz 2012, s.3.

[38] Sinem Uğurlu, “Besime Şen: Kentsel Dönüşüm, Yolsuzluk ve Yerel Yönetimler Bağı”, Evrensel, 20 Mart 2014, s.2.

[39] Ergin Yıldızoğlu, “Rant ve Hayat”, Cumhuriyet, 31 Ekim 2016, s.9.

[40] Çiğdem Toker, “Bayraktar ve ‘Kente Karşı İşlenen Suçlar’…”, Cumhuriyet, 19 Mart 2014, s.10.

[41] Canan Coşkun, “Kül Edilen Koruya 10 Ev Yapacak”, Cumhuriyet, 5 Eylül 2014, s.4.

[42] “Sevda Tepesi İmara Açıldı”, Cumhuriyet, 16 Nisan 2014, s.8.

[43] “Yassıada’ya Masaj Salonu”, Cumhuriyet, 25 Şubat 2015, s.7.

[44] Özlem Güvemli, “Sultanımızın Göz Zevki Bozulmasın Var”, Cumhuriyet, 9 Temmuz 2014, s.7.

[45] Elif İnce, “Okmeydanı’na Apar Topar ‘Riskli’ Kararı”, Radikal, 4 Haziran 2014, s.6-7.

[46] “Diyanet’in Milyonluk Projesinden Rant Çıktı”, Birgün, 28 Haziran 2016, s.3.

[47] Özlem Güvemli, “24 Saatte ÇED’den Muaf Oldu”, Cumhuriyet, 30 Kasım 2014, s.3.

[48] Özlem Güvemli, “Devlet Arazileri Çiftlik Oldu”, Cumhuriyet, 24 Ekim 2012, s.9.

[49] “Mehmet Cengiz, Fethi Paşa Korusu’nda Talana Başladı”, Cumhuriyet, 10 Temmuz 2016, s.3.

[50] Elif İnce, “Gökdelenler Yargı Dinlemiyor!”, Radikal, 22 Şubat 2014, s.4.

[51] Serkan Ocak, “3. Havalimanı Aynen Devam”, Radikal, 18 Mart 2014, s.7.

[52] “Üçüncü Havalimanı İçin Göller Denize Boşaltılıyor”, Cumhuriyet, 5 Haziran 2014, s.14.

[53] Serdar Korucu, “Emek’ten Sonra İnci Sineması Tarih Oluyor”, Radikal, 19 Mayıs 2014, s.4.

[54] Özlem Güvemli, “Bir Kültür Daha Yıkılıyor”, Cumhuriyet, 14 Ağustos 2014, s.3.

[55] Elif İnce, “İnşaata ‘Hülle’yle Devam”, Radikal, 6 Nisan 2014, s.12-13.

[56] Gürkan Akgüneş, “Silüet Ayarı”, Milliyet, 21 Ağustos 2012, s.13.

[57] Gülistan Alagöz, “Kazlıçeşme Miting Alanına AVM ve Otel Projesi Yapılacak”, Hürriyet, 26 Haziran 2014, s.10.

[58] Uğur Şahin, “Capitol AVM’de Kaçak Kat, 30 Milyonluk Rant”, Birgün, 15 Ekim 2016, s.3.

[59] Ömer Erbil, “Belediye: Derdinizi Yeni Başkana Anlatın!”, Radikal, 30 Mart 2014, s.9.

[60] Özlem Güvemli, “… ‘Engellenmeyen’ Yükseliş”, Cumhuriyet, 2 Ekim 2014, s.3.

[61] Özlem Güvemli, “Kiler’in Binası ‘Özgür’ Kaldı”, Cumhuriyet, 30 Ekim 2014, s.5.

[62] Hazal Ocak, “Cengiz İzni Kaptı”, Cumhuriyet, 20 Şubat 2017, s.3.

[63] Özlem Güvemli, “İmar Yok Proje Var”, Cumhuriyet, 9 Ağustos 2014, s.3.

[64] Elif İnce, “Maslak 1453’te Dejavu!”, Radikal, 3 Nisan 2014, s.3.

[65] Selda Güneysu, “Devlet Eliyle Talan!”, Cumhuriyet, 20 Şubat 2014, s.3.

[66] Aykut Küçükkaya, “Yarımadada Tarih Katledilecek”, Cumhuriyet, 13 Eylül 2015, s.3.

[67] Ömer Erbil, “… ‘Tarihi Yarımada’ya Bol Kepçe”, Radikal, 6 Mayıs 2014, s.4-5.

[68] Özlem Güvemli, “Bir Hançer de Ihlamur Kasrı’na”, Cumhuriyet, 8 Şubat 2015, s.3.

[69] Selda Güneysu, “Tarihin Üstüne Valinin Babası Oturacak”, Cumhuriyet, 29 Eylül 2014, s.5.

[70] Serkan Ocak, “Dünyanın İlk Planlı Şehri Plansızlıkla Tanıştı!”, Radikal, 14 Mayıs 2014, s.3.

[71] Hazal Ocak, “Fay Canına… AKP Depremi de Yasakladı”, Cumhuriyet, 15 Mayıs 2015, s.12.

[72] Ömer Erbil, “Ataköy’de Bilirkişi Raporu: Her Şey Yanlış!”, Radikal, 13 Mayıs 2014, s.4-5.

[73] Özlem Güvemli, “Afet Alanını Sakladılar: Bu Yurttaş Nerede Toplansın?”, Cumhuriyet, 26 Ekim 2014, s.3.

[74] Hazal Ocak, “Fuar Bahane AVM Şahane”, Cumhuriyet, 5 Mart 2017, s.3.

[75] “Erdoğan’ın ‘Aksaray’ı İçin AYM’ye Yeni Başvuru”, Cumhuriyet, 30 Nisan 2014, s.9.

[76] Rabia Yılmaz, “AKP’nin ‘Yükselen Tarihi’…”, Birgün, 1 Şubat 2017, s.3.

[77] Emre Döker, “Sit Raporu Gizleniyor”, Cumhuriyet, 21 Nisan 2014, s.5.

[78] “Urla Villalarında Gözaltı Gerginliği”, Milliyet, 27 Nisan 2014, s.23.

[79] Ömer Erbil, “16/9 Gökdelenleri Bile Bile Yapıldı”, Radikal, 16 Mart 2014, s.12.

[80] Hazal Ocak, “Kadir Topbaş’ın Damadı ‘Parsel Parsel’ Büyümüş”, Cumhuriyet, 9 Eylül 2016, s.3.

[81] Hazal Ocak, “Kadir Topbaş’ın Damadı Belediyeden Ne İstediyse Almış”, Cumhuriyet, 10 Eylül 2016, s.3.

[82] Ömer Erbil, “Taksim’de Topçu Kışlası Tarihe Gömüldü”, Radikal, 8 Mayıs 2014, s.6-7.

[83] “Kadir Topbaş’tan İlk Açıklama: Taksim Projesi Bitmiştir”, Vatan, 10 Mayıs 2014, s.5.

[84] “1928’de Cumhuriyet Abidesi’nin açılışından sonra Taksim Meydanı, Sultanahmet ve Beyazıt’ın kamusal işlevlerini yüklendi. Taksim bir kez daha değişmeye hazırlanıyor.” (Ayşe Hür, “Menderes ve Erdoğan’ın Jakoben Belediyeciliği”, Radikal, 4 Kasım 2012, s.30-31.)

[85] “Beton İstanbul”, Cumhuriyet, 16 Aralık 2016, s.2.

[86] Mustafa Sönmez, “İstanbul Yağması Kâr Kalsın Diye”, Birgün, 31 Temmuz 2015, s.5.

[87] Hazal Ocak, “… ‘Boğaz’ımızı Sıkıyorlar”, Cumhuriyet, 23 Aralık 2016, s.3.

[88] Sinan Genim, “Mantar Gibi Çoğalan Alışveriş Merkezleri”, Milliyet, 2 Mart 2014, s.24.

[89] Güngör Uras, “AVM Trafiğimiz Nüfusun 25 Katı”, Milliyet, 21 Mart 2016, s.9.

[90] Bilal Ersoy, “AVM’nin Büyüsü”, Birgün Pazar, Yıl:11, No:382, 6 Temmuz 2014, s.24.

[91] Alican Uludağ, “İnsanlık Bu Değil”, Cumhuriyet, 11 Temmuz 2016, s.3.

[92] Gülistan Alagöz, “Harç Bitti Yapı Paydos”, Hürriyet, 17 Ağustos 2014, s.8.

[93] Gila Benmayor, “Acı Gerçek: 3. Köprü 2023 Yılında Tıkanacak”, Hürriyet, 28 Mart 2014, s.16.

[94] Serkan Ocak, “Ormandan Sonra Tarihi de Yok Edecek”, Radikal, 25 Mart 2014, s.4-5.

[95] Alicem Aydın, “Kuzey Ormanları Savunması: Gerdanlık Değil Barbarlık!”, Evrensel, 26 Ağustos 2016, s.2.

[96] “Köprü 2023’te Tıkanır”, Taraf, 26 Mart 2014, s.4.

[97] Pınar Öğünç, “Üçüncü Köprü Değil, Bu İnşa Edilen Bir Anıt”, Radikal, 7 Nisan 2014, s.6.

[98] “Ulaşım” kapitalist kentin temel meselelerinden biridir. Kentin toprağının yoğunlaşması, daha doğru kelimeyle temerküzü ulaşım sorunu yaratır. Bunda ilginç olan ulaşımın her zaman sorun ile birlikte doğmasıdır. Yani ulaşımın olduğu yerde sorunu mutlak vardır. Yoksa önceden bir yerden diğer yere gitmenin adı ulaşım değil seyahattir. Yani tek başına bir yere varmanın ötesinde, kendisi için yapılabilen bir yolculuk durumudur seyahat. Ulaşım ise her kent kölesinin aşmak zorunda olduğu saatlerdir. XIX. yüzyılda, göçmenler, yaşamlarının sadece yüzde 8’ini, köylüler sadece ve sadece yüzde 5’ini yola harcamaktaydılar. Yani 80 yaşına kadar yaşarsanız bunun 20 yılını ulaşıma feda etmek zorundasınız. (Metin Yeğin, “Ulaşım”, Gündem, 10 Temmuz 2014, s.13.)

[99] Trafik kazalarının bolca yaşandığı ülkemizde sokağa çıkmak deyim yerindeyse “yürek” istiyor. Sağlık Enstitüsü Derneği Yol Güvenliği Programı Direktörü Tanzer Gezer, Türkiye’nin Yol Güvenliği 2014 Karnesi’ni açıkladı. İstatistiklere göre 2014’ün ilk 11 ayında meydana gelen ölümlü ve yaralanmalı toplam kaza sayısı 154.919, bu kazalarda ölen ve yaralananların sayısı ise 265.446 kişi… (Eyüp Serbest, “Savaştan Beter”, Hürriyet, 29 Aralık 2014… http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/saglik/27862400.asp)

[100] Erk Acarer, “İstanbullu Köprü İstemiyor”, Cumhuriyet, 23 Mart 2014, s.9.

[101] “Trafikte 50 Ülke Arasında 2’nciyiz”, Milliyet, 30 Nisan 2015, s.7.

[102] Gülden Aydın, “İstanbul’un Trafik Çilesi Biter mi?”, Radikal, 3 Mart 2014, s.4-5.

[103] Kentler 1800’lerde dünya nüfusunun yalnızca yüzde 2’sini barındırırken, 1900’lerde bu oran yüzde 12’ye, 2000’deyse yüzde 47’ye çıktı. Dolayısıyla XX. yüzyılda kentleşme hızı çok yüksekti. 1900’de henüz hiçbir kentin nüfusu 10 milyona erişememişken, 2000’de 19 kent, 10 milyonun üstünde nüfus barındırıyordu. 2015’te ise 10 milyon sınırını aşacak kent sayısının 23’e çıkacağı söyleniyor. Bu megakentlerin kapladıkları alan yeryüzünün yüzde 2’siyken, doğal kaynakların yüzde 75’ini tüketiyor, her yıl milyarlarca ton katı atık üretiyor, su kaynaklarını kirletiyorlar, atmosfere salınan sera gazlarının büyük kısmından da sorumlular. Bu noktada ilk etapta yapılabilecek şeyler; mümkün olan her şeyi geri dönüştürmek ve otomobil kullanımını en aza indirgemek. Tabii daha bir çok şey sayılabilir ancak özet olarak denebilir ki ihtiyaç duyulan şey ekolojik mimari anlayışını hayata geçirmektir.

[104] Gökhan Tan, “Umberto Eco, İstanbul, Zaman”, Diken, 21 Şubat 2016… http://www.diken.com.tr/umberto-eco-istanbul-zaman/

[105] Georges-Eugène Haussmann’ın Paris’e 1860’lar civarında uygulanan planı, kentsel dönüşüme örnektir. 1830 ve 1848 Devrimleri’nde Fransa’da halk direnişi dar sokaklar yüzünden kırılamadığından dolayı sokaklar dümdüz edilmiş. Bu planla, kent dönüşmüş, dolayısıyla toplumun kontrol altına alınması kolaylaşmıştır.

 

Exit mobile version