12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi, Türkiye işçi sınıfı tarihinde pek çok yönüyle özel bir yer tutmaktadır. Faşizmin en doğrudan sonucu, 1960’ların ikinci yarısında başlayan ve 12 Mart darbesine rağmen durdurulamayan devrimci yükselişi durdurması ve işçi sınıfının siyasal ve sendikal örgütlülüğünü dağıtmasıydı. İşçi sınıfının faşist darbeye karşı duramayarak ağır bir yenilgi almasıyla sınıf mücadelesinde bir kırılma yaşandı. Bu kırılma Türkiye’deki sınıfsal güç dengelerinde bir kaymaya yol açarken, işçi hareketi o günden beri, bir daha eski düzeyine yükselemedi. Sınıfsal güç dengelerindeki kaymayı somutlarsak, örgütsel mevzilerini yitiren işçi sınıfı faşist diktatörlüğün şiddetli baskısı sonucunda bir taraftan pasifize oldu ve öte taraftan da uygulanan neo-liberal politikalarla ekonomik-sosyal kazanımlarını da bir bir yitirmeye başladı.
Yaşanan bu sürece etkili bir örgütsel karşı duruş sergilenemedi ve sosyalist örgüt ve partiler fiilen dağıldı, binlerce devrimci bu karanlık yıllarda siyasal yaşamdan koptu. Bu fiili durumu 1980’lerin sonlarına doğru bir tasfiyecilik dalgası izledi.. Devrimci hareketin önce ağır bir darbe yemesi ve bilahare tasfiyecilik dalgasıyla gerilemesi, etkisini işçi hareketi üzerinde doğrudan gösterdi. Çünkü devrimci hareket ile işçi hareketi arasında diyalektik bir ilişki vardır ve devrimci hareketin tasfiye olduğu, yani tarihsel deneyimi aktaracak kayışların koptuğu bir süreçte işçi hareketinin kendini toparlaması çok daha uzun ve sancılı bir hal alır. Nitekim örgütsel yapıları dağıtılan ve devrimci politik örgütlülüklerin yol göstericiliğine ve moral desteğine de sahip olamayan işçi sınıfı, faşizme karşı direnmek ve faşizmden hesap soracak düzeyde bir mücadele dalgası başlatamamıştır.
Her şeye rağmen 1980’lerin ikinci yarısından sonra gelişen işçi hareketi, 12 Eylül karanlığını kısmi düzeyde aralamaya çalışıp bir politikleşme sürecinin önünü açtıysa da, bu süreçte, sosyalist blokta yaşanan çözülme ve özellikle SSCB’de yaşanan çözülme önemli bir tarihsel dönemeç noktasıdır. 1917 Ekim devrimiyle açılan proleter devrimler çağında, Amerika ve Avrupa burjuvazisi proleter devrimlerin önüne geçebilmek için işçi sınıfına belirli tavizler vermek zorunda kalmıştı. Bu tavizler İkinci Dünya Savaşı sonrasında da devam etti. Avrupa’da bir kez daha devrimci durumların baş göstermesi ve “yaşayan sosyalizm” olarak adlandıran SSCB’nin savaştan galip çıkması bu tavizlerin esas nedeniydi. Böylece burjuvazi ile işçi sınıfı arasında belirli bir güç dengesi oluşmuştu. İşçi sınıfı bu güç dengesi ilişkisinde, burjuvazinin karşısına, elde ettiği ekonomik-sosyal kazanımlar ve ideolojik-politik mevzilerle çıkıyordu. Ancak SSCB’nin tarih sahnesinden çekilmesiyle bu denge bozuldu. Bu kez sınıf mücadelesindeki kırılma uluslararası düzeydeydi Kürdistan ve Türkiye işçi sınıfı neredeyse tüm mevzilerini kaybetti.
SSCB’yi ve sosyalist bloğu en büyük destekçisi olarak gören ve onun varlığında kapitalizmin yıkılacağı umudunu taşıyan işçi-emekçi kitleler derin bir hayal kırıklığına sürüklendiler. Bunun yanı sıra, dünya sosyalist hareketine de hâkim olan, derin bir hayal kırıklığı ve moral bozukluğuydu. Güçlü bir çekim merkezinden yoksun kalan hareket hızla çözülüp dağılmaya başladı. Tasfiyecilik uluslararası bir boyut kazandı ve kısa zaman içinde, bir zamanların devasa Komünist Partilerinin neredeyse tamamı ya tasfiye oldu ya da sosyal demokrat partilere dönüştüler.. Dünya ölçeğinde yaşanan bu tasfiye dalgası, 12 Eylül faşizmiyle zaten böyle bir sürecin içinde olan Kürdistan ve Türkiye sosyalist hareketindeki tasfiyeciliği daha da hızlandırdı. Henüz 12 Eylül faşizminin karabasanını üzerinden atamayan Kürdistan ve Türkiye işçi sınıfı, dünyadaki sınıf kardeşleriyle birlikte, SSCB’deki çözülmeyle başlayan ve uluslararası düzeyde egemenliğini kuran yeni bir gericilik döneminin etkisine girdi.
Çok yönlü bir saldırı başlatan dünya burjuvazisi tarafından daha 1980’li yıllarda hayata geçirilen –Avrupa’da Margaret Thatcher, Amerika’da Ronald Reagan ve Türkiye’de de Turgut Özal’ın adıyla anılan– neo-liberal politikalar alabildiğine derinleştirildi. Diğer yandan burjuvazi, zafer çığlıkları eşliğinde yoğun bir ideolojik bombardımana girişti; artık komünizm ölmüş, sınıf mücadelesi bitmiş ve tarihin sonu gelişmişti! Buna karşın kapitalizm ebediydi ve topluma sonsuz bir bolluk ve barış sunacaktı! Burjuvazi Yeni Dünya Düzen(sizliği)ni ilan etti. Gerçekten de burjuvazi büyük bir zafer kazanmış ve neredeyse mutlak ideolojik üstünlük kurmuştu.
12 Eylül faşist diktatörlüğünün ilk yaptığı şey, işçi hareketinin nabzı olan grevleri bastırmak ve yasaklamak olmuştu. Zira grev, sınıflar savaşımında işçi sınıfının en büyük silahlarından birisidir ve dahası işçi kitlelerinin sınıf olduklarının bilincine varabilmelerini sağlayan bir mücadele okuludur. Ama 12 Eylül Faşizmiyle birlikte devlet açık şiddetini kullanarak bu mücadele okullarını ezdi işçi ve emekçiler yıllarca grev yapamadılar, grev silahını kullanamadılar. 12 Eylül faşizminin baskı koşulları altında yapılan 1982 Anayasasında grev yapmak adeta imkansız hale getirildi. Ama burada en önemli nokta yasalar değil, onları aşıp gececek ve meşruiyeti kendi mücadelesinden alacak bir örgütlülüğün olmamasıydı.
Burada bir noktanın altını çizmek gerekiyor. Tarihsel deneyimle de sabittir: sınıflar savaşımında devrimci siyasal örgütlüklerin şu ya da bu ölçüde sınıfa devrimci bilinç taşıyabildiği ve öncülük edebildiği dönemler ile bunun olmadığı dönemlerde işçi hareketi farklı tempolarda ilerler. Fakat bu ikisi arasında bir Çin Seddi olmadığını ve iç içe geçen diyalektik bir bütünlük olduğunu da belirtmek gerekiyor. Öyle anlar vardır ki, işçi kitlelerinin girişeceği başarılı bir grev, bir anda sis bulutlarını dağıtarak işçi hareketinin ve devrimci siyasal örgütlenmelerin önünü açabilir. Ancak kendiliğinden gözüken böylesi başarılı grevlerin örgütlenmesinde ve yönlendirilmesinde devrimci öznelerin varlığı da gözden kaçmamalıdır.
Sınıf mücadelesi tarihinden de biliyoruz ki, işçi sınıfı mücadele bayrağını yükseltmediği müddetçe ne ekonomik ne sosyal ne de demokratik kazanımları kalıcı biçimde sağlayabilir. Unutulmamalı ki, burjuva demokrasisinin sınırlarının darlığını ya da göreli genişliğini belirleyen işçi sınıfının verdiği mücadeledir. İşçi sınıfının lehine olan hiçbir yasa yoktur ki, mücadeleyle hayata geçirilmiş olmasın.
Yukarıda vurguladığımız üzere, SSCB’nin çözülmesiyle açılan 1990’lı yıllar yalnızca Kürdistan ve Türkiye’de değil, uluslararası düzeyde de gericiliğin hüküm sürdüğü yıllardır. Ama özellikle Kürdistanda alabildiğine baskı, imha ve yok saymayla bu iki misline çıkmıştır. Sınıfsal güç dengelerindeki kayma ile birlikte dünya sermayesi saldırılarına büyük bir hız vermiş, hayata geçirilen neo-liberal politikalarla işçi sınıfının o güne kadar elde etmiş olduğu tüm ekonomik-sosyal kazanımları büyük ölçüde gasp edilmiş/edilmeye devam ediliyor. Burjuvazi işçi sınıfının sendikal düzeydeki örgütlülüğünün bile önüne geçerek, onu şekilsiz bir yığına dönüştürmüştür.
Ne var ki işçi sınıfı, burjuvazinin günümüze kadar yayarak sürdürdüğü bu kapsamlı saldırılara cevap verecek örgütlülüğe, önderliğe ve moral üstünlüğe sahip değildi. 1990’lı yılların başında Kamu Çalışanları yürüttüğü mücadele de, işçi hareketinin diplere doğru çekildiği bir süreçte olumlu bir hava yaratmakla birlikte, geriye gidişi durduracak bir örgütlülüğe ve kapasiteye ulaşamamıştır. İlk dönemler fiili meşru mücadele anlayışıyla ortaya konan çizgi, gün geçtikçe pörsüyecek, alınan pek çok eylem kararına damgasını vuran şey tutarlı ve kararlı bir çizgi değil daha ziyade ikircikli bir tutum olmuştur. Sonuçta KESK’e dönüşen bu süreçte giderek Türk-İş’leşmiştir.
Sendika konfederasyonlarının tepesine çöreklenen kimi anlayışlar, burjuvazinin saldırılarına karşı mücadele başlatmak bir yana, ya sessiz kalmışlar ya da işçilerin tepkisini yatıştıracak taktikler izlemişlerdir. Zaten mevcut sendikalardan başka bir şey beklemekte mümkün değildir. Daha önce bu sayfada yazdığımız başka yazılarda sendikaların özünde burjuvazinin ideolojik aygıtları işlevini gördüğünü belirtmiştik.
2000’li yıllara gelince, bu yılların geçmiş yıllardan farklılıklar arz ettiğini gözden ırak tutmamak gerekiyor. Kapitalizmin Yeni Dünya Düzen(sizliğ)i naralarıyla, sonsuz barış ve refah getireceği , açlık ve yoksulluğun olmayacağı palavraları ortalığı sarmışken, ABD’nin başlattığı emperyalist savaş Orta Asya, Ortadoğu ve Afrika’yı kan gölüne çevirmiştir. 2000’li yıllarda dünyanın hemen her köşesinde savaş, açlık ve yoksulluk kol gezmeye deyim uygunsa mahşerin dört atlısı dünyanın her tarafında at koşturmaya başlamıştır. Buna karşı milyonlarca işçi-emekçinin savaşa karşı çıkarak sokaklara dökülmesi, yüz binlerce işçinin katıldığı genel grevlerin Avrupa’nın dört bir yanını sarması, 1990’lı yıllar boyunca hâkim olan karamsarlıktan farklı olarak, yeni bir tabloya işaret etmektedir. Aynı şekilde, Latin Amerika ülkelerinin neredeyse tamamında ya işçi ayaklanmalarının ya da devrimci durumların yaşanması da bu tabloya eklenmelidir. Yani tarihsel iyimserliği elden bırakmaya ve umutsuzluğa kapılmaya hacet yoktur. Fakat çok açık ki, işçi hareketinin güldür güldür gelişmesinin dinamiklerini tutuşturacak ve olası devrimci durumlara önderlik ederek işçi sınıfını zafere götürecek bir devrimci siyasal önderliğe ihtiyaç dünkünden çok daha elzemdir. Bu devrimci siyasal önderlik 20.yy.daki örgüt ve örgütlenme yöntemlerini olduğu gibi tekrarlamayan onların deneylerinden dersler çıkarıp, 21.yy.la göre örgüt ve örgütlenme yöntemlerini önüne hedef olarak koyan bir önderlik olmalıdır. Bugün yaşananlar bu ihtiyacın ne kadar yakıcı olduğunu göstermektedir. Sonuçta tarihsel deneyim her seferinde aynı sonuca götürüyor bizi: birincisi, kararlı bir irade ve mücadele olmadan diplerden doruklara doğru tırmanılamaz; ikincisi, önemli olan yenilgi yaşamış olmak değil, yenilgilerden dersler çıkartarak gelecekteki savaşları kazanacak orduların örgütlenmesine girişmektir
*Çoban Ateşi Gazetesi, Sayı: 34 / 29 Kasım 2007