Site icon Rojnameya Newroz

İNKÂRA ORTAK OLMA(K)!

Talat Paşa’nın defterindeki rakamlara göre, 24 Nisan 1915’ten önce Osmanlı İmparatorluğu’nda 1.200.000 Ermeni yaşıyordu. Ancak 24 Nisan 1915 günü, İstanbul’da yaşayan ve sayıları 700’ü bulan Ermeni sanatçı, milletvekili, gazeteci, yazarların sürülerek öldürülmesiyle başlayan ve halka yönelik tehcirle devam eden harekât tamamlandığında en az 800.000 Ermeni’nin hayatı üç-dört ay gibi kısacık bir zaman diliminde karartılmış olacaktı!

İNKÂRA ORTAK OLMA(K)![*]

TEMEL DEMİRER / Tüm yazılar için buraya tıklayın

“Tarihsel maddeci, ‘tarihin tüylerini

tersine fırçalamayı’, kendisine görev sayar.”[1]

Fotoğrafın açıklamasına, “Armenian looking at the human remains of the terrible massacres at Der el Zor in 1915 1916” İngilizce kaydı düşülmüş.

Bunun Türkçesi “1915-1916’da Der Zor’da gerçekleştirilen feci katliamdan arta kalan insan kalıntılarına bakan Ermeni”dir, ama; en doğrusu buna Ermeni Soykırımı demek…

Fotoğrafa dikkatle ve “Der Zor çöllerinde yaralı çoktur/ Gelme Doktor gelme çarası yoktur/ Bir Allah’tan gayrı heç kimsem yoktur/ (Milletin) uğruna giden Ermeni…

Der Zor çöllerinde bayıldım kaldım/ Harçlığım tükendi evladım sattım/ Ana ben bu candan bıktım usandım/ (Milletin) uğruna giden Ermeni” ağıtı eşliğinde bakın!

Bizlere bu ağıtı anımsatan Yrd. Doç. Dr. Dikran M. Zenginkuzucu’nun işaret ettiği gibi, “Tüm ağıtlar acıdır, vicdanımıza dokunur. Ancak öyle bir ağıt düşünün ki bir halk aç susuz çöllere düşmüş, belki kurtulur diye çocuğunu yabancılara emanet etmiş… O denli bir vahşet ve çaresizlik içinde ki canından ümidi kalmamış, ‘aman’ dileyeceğine artık doktora ‘gelme faydası yok’ diyor…”[2

Fotoğraftaki kemiklerin ve ona hüzünlü bir öfkeyle bakan Ermeni’nin hikâyesidir Der Zor ağıdında kayıt altına alınan…

* * * * *

Sadece bu kadar mı? Elbette değil!

Fotoğrafa dikkatle bakın; çölün ortasındaki insan kemikleri, hepimizin “alnına sürülen kara” veya arkamızdan gelen geç(me)mişin kendisidir…

Bilmiyor olmazsınız; görmezden gelemezsiniz; hiçbir acı, haksızlık, trajedi sonsuza dek geride kalamaz; tarihi yok etmek mümkün değil…

James Joyce’un ‘Ulysess’indeki, “Tarih hep uyanmak istediğim bir kâbustur,” saptamasını “es” geçmeyenlerden birisi olarak; tarihi bir kâbus olmaktan çıkarmanın gerekliliğini ifade ettim.

Evet, 100 yaşına girmiş soykırım kâbusundan bir an evvel kurtulmalı ve resmî tarih yalanının bizi esir almasına izin vermeliyiz.

Resmî tarihin esaret zincirlerini kırıp, özgürleşmeden, yani şoven ön yargılardan kurtulmadan 100 yıllık soykırım kâbusundan uyanabilmemiz mümkün değildir.

Tarihten kaçarak yüzleşebilmek ve dolayısıyla da “özgürleşebilmek” mümkün değildir; ama adına “tarih” denilen “kâbus”tan kolay kolay uyanamazsınız.

* * * * *

Sözünü ettiğim kâbusun, inkâr edilmesi mümkün olmayan tanık/ ve taraflarından birisi de, anlatmaya kelimelerin yetmediği fotoğraflardır…

Der Zor’daki kemik fotoğraflarının dili böyle bir dil; hem de suskun, hem de haykırıyor…

Yalın ayak ölüler… Dışarıda, soğukta. Ağaçların altında, terk edilmiş. Kadın, erkek, çocuk, örtüsüz, kefensiz, isimsiz…

Tek sıra hâlinde, balık istifi gömülmüş ölüler, yaşları ya da cinsiyetleri seçilemiyor…

Kanın içinde yüzen ölüler…

Kaskatı insan gövdeleri, uzuvlar… Derisi büzüşmüş bir kol, bir yarım yüz…

Analarını babalarını, ailelerini, evlerini, dünyalarını, her şeylerini kaybedip bir deri, bir kemik kalmış, paçavralara sarınmış, aç, sefil, üşümüş, yaralı Ermeni çocukları…

Kimi derin bir umutsuzlukla, bir çocuk yüzünde daha da altüst edici bir umutsuzlukla; ağlamaklı ama artık ağlayamadan, görme yetisini yitirmiş gibi bakıyorlar…

Irmak kenarlarında, dar geçitlerde, boğazlarda, köprülerde, bazen yola çıkar çıkmaz başlayan, ardı arkası kesilmeyen saldırılar… Cinayet, işkence, tecavüz, yağma, kıyım…

Kelimelerin yetmediği fotoğraflar…

Onlar bizlere, 1915 tarihli karanlık bir unutuşun içinden bakıyorlar.

Tarih, ne yalnızca tarihçilere, ne de siyasetçilere aittir! O herkesten çok kurbanlarındır, ölenlerin ve sağ kurtulanların…

* * * * *

Aydın Çubukçu’nun, “Hatırladıklarımız bizi utandırıyor; katillere direnmiş, masumlara yardım etmiş olanların onurunu paylaşmak istiyoruz,”[3] notunu düştüğü kurbanlar tarihinin acıları, kefaretleri sağaltılmadan artık (ve kesinlikle) adım atılmanın mümkün olmadığı bir ufuktayız…

Herkesin bildiği üzere sağaltılmayan yara dokundukça kanar, kanadıkça tazelenir. Anadolu toprağındaki Ermenilerin 100 yıllık soykırım yarası/ acısı gibi…

Hayır zaman bu tür acıların “ilacı” falan değildir.

Dona’ya “Döne”, Maria’ya “Meryem”, Aram’a “Ahmet” diyerek Ermenilere kimliksizliği dayatanlar, tarihi unutturmaya ve yerine resmî yalanı ikameye kalkışsalar da; unutmamak direndi, vazgeçmedi…

Kolay mı? Ermenilerin yaşadığı soykırım gerçeği yalın ve yakıcıydı…

“Hangi gerçek” mi?

Listeler yapıldı, kapıları çalındı, yüzbinlerce insan yerlerinden, yurtlarından alınıp götürüldüler. Götürülenler bir daha geri dönemedi. Kimi kurşunlandı, kimi süngülendi, kimi boğazlandı, kimi de kayıplara karıştı… İttihat Terakki ve şürekâsı, Hamidiye Alayları, tehcir ve talan, inkâr ve imha, kırım ve katliam… Türk tarih takviminin en kanlı sayfaları… İlk yaprağında tarih: 24 Nisan 1915’i gösteriyordu.

O tarihten beri devlet ve hükümetler, bu korkunç olayın üstünü örtmeye, olmadı hafifsetmeye, dahası meşru göstermeye çalıştı. Oysa hiçbir gerekçenin haklı gösteremeyeceği sermayenin Türkleştirilmesi gerçeği vardı ortada!

Hâlâ bilmeyen var mı? Türk(iye) burjuvazisinin ilkel sermaye birikimindeki en büyük kaynak Ermeni zenginliğinin, mallarının gaspıdır. (Buna kimi Kürt aşiretleri de ortaktır.)

Sadece bu kadar da değil; Ermeniler, sanki hiç var olmamışlar gibi kuşaklar boyunca, unutturulmaya çalışıldı. Köy, kasaba, mahalle adları değiştirildi, kiliseleri ya yağmalandı, yıkıldı, dinamitlendi ya da camiye çevrildi. Pek çok yerde, eskiden binlercesinin yaşadığı mahalleler kelimenin tam anlamıyla dümdüz edildi. Fiziksel hiçbir izleri kalmasın istendi. Sanatçıların, bestekârların, edebiyatçıların adlarını öğrenmememiz, hatırlamamamız için “derinden” çalışıldı. Hakikâten çok çalışıldı!

“Büyük Türk” olarak belletilen kimi gerçekten büyük insanların aslında Ermeni olduğu gerçeğine çarpılınca, bu gerçeği kabul edenler üzerine, hep birden, bir ağızdan ihanet, satılmışlık, “Ermeni dölü” olmak suçlamaları yağdırıldı. Hepimiz, bu büyük yalanlar yumağının kördüğümlerinde yolumuzu şaşırdık. Kuşaklar boyunca aydınıyla, sanatçısıyla, akademisyeniyle, gazetecisiyle konuşması gerekenlerin büyük bir çoğunluğu sustu. Kazara bir yerde bir belge, bir anı, bir işaret gördüğünde ya görmezden geldi, ya da bir sır gibi fısıldayarak konuştu. Bu bir yandan korkuyu, bir yandan bilgisizliği besledi. Meydan yalancılara, tarihi istediği gibi yazarak gerçekleri unutturabileceğini sananlara kaldı…

* * * * *

Ermenistan Diaspora Bakanı Hranush Hakopyan’ın, “Ermeni Soykırımı’nın illaki kanıtlanmaya ihtiyacı yoktur” notunu düşüp, Türk(iye) hükümetine yönelttiği: “i-) XX. yüzyıla kadar Batı Ermenistan’da yaşayan Ermenilere ne oldu? ii-) Der Zor çölü neden gömülmemiş kemiklerle dolu? O kemikler kime ait? iii-) Neden yerleşik bir ulusun bir bölümü tüm dünyaya dağılmış durumda?”[4] soruları karşımızdayken; ya da Ahmet Hakan’ın bile, “… ‘Hiçbir şey olmadı, hepsi iftira’ diyenlere soruyorum: Bu toprakların kadim haklarından olan Ermenilere ne oldu? Nereye gittiler? Mallarına mülklerine ne oldu? Kimler kondu o malların mülklerin üzerine?” derken; “Diyorlar ki, biz Ermeni soykırımı iddialarını inkâr ederek bu ülkenin menfaatlerini koruyoruz. Acaba diyorum, bunu diyenlere, gerçekten öyle mi yapıyorsunuz?

Bana tam tersi doğru gibi görünüyor. Bu inkâr sayesinde bu ülkenin vicdanını kaybettiğini düşünüyorum ben. Bu inkâr sayesinde katillerin kahraman, gerçek kahramanların hain gibi göründüğünü, bütün gerçeklik algımızın bozulduğunu düşünüyorum. Bu inkârın diğer bütün inkârların anası olduğunu düşünüyorum.1915’i inkâr ettiğimiz için, bu ülkede gayrimüslimlere, Kürtler’e, Alevîler’e ve diğer herkese yapılan zulümlerle, katliamlarla bir türlü yüzleşemediğimizi düşünüyorum. İnkârın inkârı doğurduğunu görüyorum…

Aradan geçen yüzyıldan sonra bile bu kadar kuvvetli inkâr için, sadece ayıptır, günahtır, vicdansızlıktır diyorum… Günahsız sivillerin öleceklerini bile bile çöllere sürülmesini, yollarda katliamlara uğramasını, ailelerin parçalanıp, çocukların yetimhanelere düşmesini, mallarının mülklerinin talan edilmesini ne mazur gösterebilir”![5]

* * * * *

Siz bakmayın inkârcı resmi tarihin, “Soykırım falan söz konusu değil!” yaygarasının “mazeret”lerine!

Egemen(ler) neden bahsediyor!?

1914-2015 arasında nüfus 13.5 milyondan 78 milyona çıkarken, 1.5-2 milyonluk Ermeni nüfusun 60.000’e indiği Türkiye’den mi!?

Evet aslında Tayyip Erdoğan’ın, “Afedersin bana Ermeni dediler”; Cemil Çiçek’in, “Bizi arkamızdan hançerlediler”… “Sabıkasız bir milletiz Allah’a şükür. Kim ne halt ederse etsin biz tertemiz bir milletiz”; Bülent Arınç’ın, “Bilerek, kasıtla ve isteyerek soykırım yapmadık. Biz kendimizden eminiz”… “Tarihimizde kara leke yoktur” demelerinde acayip bir durum yok…

Çünkü Onlar budur ya da İçişleri eski Bakanı ve AKP Erzurum Milletvekili adayı Efkan Ala’nın, 1915’in “soykırım olmadığını”, “biz tehcir yaptık” sözleriyle açıkladığı kesitte, Başbakan Ahmet Davutoğlu da 1915’e ilişkin açıklamasında, “Tehcir insanlık suçudur” dememiş miydi!

Dedim ya Onlar budur; bu kadardır!

* * * * *

Yeri gelmişken bir gerçeğin altını özenle çizmeden geçmemeliyim: “Ermeni meselesi soykırım kavramı üzerinde tartışılarak, anlaşılacak bir mesele olmayıp, devleti yönetenlerin zihniyet ve uygulamalarıyla doğrudan ilgilidir.”[6]

Başka bir deyişle Ermeni Soykırımı, “TC”yi var eden İttihatçı zihniyetin ve onun takipçisi olan Kemalist resmî ideolojinin uhdesindeyken; Erik-Jan Zürcher’in, “İttihatçı dönem ve Kemalist cumhuriyet arasında siyasi liderliğin sürekliliği dahi, bu liderliğin 1915-16’nın zorlu sınavında oluşturulduğunu ve cumhuriyeti ortaya çıkaran milli mücadele hareketinin -politik, ideolojik ve kişisel- birçok yönden Birinci Dünya Savaşı’nın bir devamı olduğunu hesaba katmayı gerektirmektedir,”[7] notunu düştüğü Türkiye’nin “yeni” devletine giden yolun temel taşları 1915’te döşendi. Aslında o tarihte yapılan şey, sadece yeni bir devlet kurmak değil, toplumu yeniden kurmaktı. Bu kuruluşun asli edimi ise, o zaman kadarki toplumun temel unsurlarından birinin, yani Ermenilerin soyunu kırmak oldu. Bu edim, “eski” toplumu çok acılı bir biçimde parçaladı, “yeni” toplumun tüm dokularına sindi.

Bu bağlamda Ermeni Soykırımı’nı konuşmak/ tartışmak kaçınılmaz olarak bugünü var eden Cumhuriyet tarihinin otopsisini “olmazsa olmaz” kılar…

Cumhuriyet tarihi boyunca egemen olmuş inkârcı söylemin modernizasyonu bugünlerde -2014 yılında- yazar Ayşe Kulin’in bir televizyon programında söylediği “Durduk yere değildi,” tutumunda ifadesini bulurken; birçok kişinin “Savaş koşullarında karşılıklı katliamlar yapılmış” diyerek meseleyi vaka-ı adiye ilanıyla “normal”leştirmeye kalkışmaları inkârcılığın 100 sonraki ikamesinden başka bir şey değildir.

Oysa gerekli olan inkâr ya da ikame değil, iliklerine dek Anadolulu olan Ermeni gerçeğinin idrakidir.

Çünkü tarih, sadece devletlerarası değil, halklar arası bir soru(n)dur. Çünkü gerçeği görmesi gereken devletten çok toplumlardır, insanlardır.

Ve kilit kavram da “vicdan”dır. Devletlerin vicdanı olmazken; toplumları ve insanları var eden dinamiklerden birisi de vicdani idraktir; empatidir; hesaplaşmadır; yüzleşmedir…

* * * * *

1915’in ne olduğunu “tarihçilere bırakmak”, o tarihte olanlara dair toplumun, insanların “ahlâki sorumluluk”tan kaçması için, “tarihle yüzleşmek”ten kaçınması için kolay bir bahane sağlıyor olsa da; yüzleşmeye, özre, tamirata, tazminata muhtacız…

Tarihteki hiçbir trajedi sonsuz değildir; yeter ki kitle ruhuna teslim olmanın karşısına dikilebilecek insani özellikleri, vicdani idraki yaşatalım, öne çıkartmaktan geri durmayalım…

Bu nedenle ‘Nor Zartonk’cu kardeşlerimizin 100. yıldaki, “Gör kardeşim, duy kardeşim…” çağrısı boşuna değildir, şu satırlardaki üzere:

“Bir halk, ninenin, dedenin birlikte yaşadığı bir halk, devlet tarafından sistematik olarak katledildi. Bundan 100 yıl önce sokakta karşılaşacağın beş kişiden biri Ermeni iken bugün sokakta Ermenilere rastlamak o kadar kolay değil. Ne oldu onlara? Sor kardeşim…

Yüzleşmedikçe ve suç yargılanmadıkça olanlar yapanın yanına kâr kalıyor. Böyle bir ülkede mi yaşamak istiyorsun kardeşim? Öldürenin suçunun yanına kâr kaldığı, adaletsizliğin ödüllendirildiği bir ülke de mi yaşamak istiyorsun? Nerede Hrant’ın azmettiricileri? Nerede Sevag Balıkçı’nın, Maritsa Küçük’ün failleri?…

Niye onlar ellerini kollarını sallayarak özgür bir biçimde dolaşıyor? Biz 1915 ile hesaplaşamadık, yargılayamadık kardeşim. 1915’te Ermeni öldüren cezasını bulmadı, bulmadıkça da bu durum kendini tekrarladı ve hâlâ devam ediyor. Yüzleşmedikçe, suça ceza vermedikçe suçlar çoğalıyor. 1915’te Ermeni’ye Süryanî’ye olan, Trakya pogromunda Yahudi’ye, 6-7 Eylül’de Rum’a, Sivas’ta Alevî’ye, Diyarbakır zindanında Kürt’e, 1 Mayıs 77’de ve bugün hâlâ işçi cinayetleriyle işçilere yapıldı, hepimize yapılıyor. Failleri nerede kardeşim? Niye sormuyoruz? Niye Kardeşim?…

Senin yerin bizim yanımız canım kardeşim. İnkâr soykırımın son aşaması. Sen inkâr edip bu soykırıma ortak olanlardan değilsin…

Sen soykırımcı değilsin kardeşim. 1915’te hayatta değildin ve o cinayetleri işlemedin. Bize kardeşin olarak baktın biliyoruz. Ama hiç mi sorumluluğun yok kardeşim. Bu toprağın insanları olarak, adil bir gelecek inşa edebilmek için inkâr politikalarına destek olmamak gibi bir sorumluluğumuz yok mu? İnkâr edenlere destek çıkıyorsan, yapma kardeşim. Tekrar tekrar öldürme bizi canım kardeşim. Soykırımı sürdürenlere ortak olma…”

* * * * *

Soykırımı sürdürenlere ortak olma(k); sermayenin Türkleştirilmesi, Ermenilerin imha ve talan gerçeğiyle -100 yıl geçse de- doğrudan ilintiliyken; Gerard Dedeyan -da pek çok tarihçi gibi- tehcir ya da soykırıma giden yolu, İttihat ve Terakki’nin “uzlaşmaz bir milliyetçilik” yani Türkçülükte karar kılmasına bağlamakta haksız değildi.[8]

Çünkü İttihatçıların gündemlerinin başında Anadolu’nun ve sermayenin Türkleştirilmesi vardı. Hıristiyan burjuvaların ellerinde ne varsa Türklerin eline geçirmekte kararlıydılar.[9] Arkasını Kemalistlerin getirecekleri bu el değiştirmeyi olabilecek en kanlı, en vahşi tarzda gerçekleştirdiler. Özetle kanlı olay şahsında, sermaye sadece Avrupa’da değil, Türkiye’de de, -Karl Marx’ın ifadesiyle- “tepeden tırnağa her gözeneğinden kan ve pislik damlayarak” dünyaya gelmiş oldu.[10]

1915’te 1.5 milyon Ermeni Anadolu coğrafyasından silinmiştir. Yarısından fazlası öldürülmüş veya yolda ölmüştür. Geri kalanların bir kısmı da Der Zor (Deir el Zor) çölünde hayatını yitirmiştir. Çölde sayıları hayli çok olan toplu mezarlar hâlâ durmaktadır.

Halep Umumi Valisi Mustafa Abdülhalik miladi takvimle 23 Ocak 1916’da Dahiliye Nazırı Mehmed Talat’a çektiği telgrafta “Halep’e varanların sadece yüzde 10’un sağ kaldıklarını, onların da icabına bakılacağını” söylüyordu. [Dikkat: M. Abdülhalik (Renda) Cumhuriyetten sonra Halk Fırkası’nın vazgeçilmezlerinden biri olacak, 8 dönem milletvekilliği, iki kez Maliye, bir kez Milli Müdafaa Vekilliği, 11 sene de TBMM Reisliği” yapacaktı.]

10 Martta gönderilen bir başka raporda ise çöldeki Ermenilerin yüzde 75’inin ölmüş oldukları, sadece yüzde 25’inin sağ kaldığı bildirilmekteydi. 23 Ocak ile 10 Mart arasında 47 gün içinde 486.000 Ermeni’den 364.500’ünün öldürüldüğü ya da ağır koşullar nedeniyle öldüğü bildiriliyordu.

20 Mart 1916 tarihinde Dahiliye Nazırına verilen bilgiye göre 30.000’i Res-ul Ayn’da, 35.000’i Meskene’de, 10.000’i Karluk’da 20.00’i de Dipsi’de, Abu Harar’da olmak üzere toplam 95.000 Ermeni’nin hastalıktan ya da başka sebeplerden ölmüştü.

29 Ocak tarihli bilgilendirmede sağ kalan Ermenilerden 50.000 kadarının İntilli’ye getirildiği, 14 Şubat’ta ise İntilli’de 50.000 kişinin öldürüldüğü belirtiliyordu. [İntilli bugün Osmaniye ili sınırları içindedir.]

14 Nisan 1916’da bildirildiği şekilde, Res-ul Ayn’da 70 bin kişi ölmüştü.

19 Nisan’daki bir başka bilgiye göre tehcir edilenlerden günde 50 ila 100 kişi açlıktan ölüyordu.

Mehmed Talat evine telgraf hattı çektirmiş, tehcirin safahatını gün be gün izliyor, daha önemlisi emirler yağdırıyordu.

Verdiği talimat arasında yetim çocukların öldürülmesi de vardı. O çocukların “karınlarını doyurmak” bahanesiyle toplanması ve yok edilmesi emredilmekteydi.

Tehciri savunanlar onların gönderildikleri yerin Osmanlı toprağı olduğunu, yani yurt dışına sürgün edilmediklerini söyledikleri için oraya gidenlerin başlarına neler geldiğine dair sadece birkaç rakam verdik.[11]

Ama bu kadarla sınırlı değil!

“20 Haziran 1915’te yola çıkan kafileden sağ kalanlar, aralarında kadın kılığına giren 350 erkeğin de yer aldığı 2.500 kişi meşhur Palu Köprüsü üzerinden güneye gönderilir. Üç gün yol aldıktan sonra Arğana (Ergani) Maden’e 5 km uzaklıkta bir noktaya ulaşırlar. Burada yapılan dikkatli kontrol sonunda erkekler tespit edilir ve kılıçtan geçirilirler. Genç kadınlar yerel halka satılırlar…

Son sürgünler 50 günlük bir yürüyüşten sonra Diyarbakır’a varırlar. Surların dışında bir araziye yerleştirilirler. Vali Dr. Reşit ve yörenin ileri gelenleri onları ziyaret ederler ve birkaç genç kadını alıkoyarlar. Yolda kıyafetlerine kadar soyulan sürgünler Mardin’e geldiklerinde Süryanîler tarafından giydirilir, karınları doyurulur. Kafile 20 gün daha yol aldıktan sonra Rasulayn’a varır. Kafiledeki son erkek Çerkesler tarafından öldürülür!”[12] notunu düşen tarihçi Raymond Kévorkian ekler:

“Tehcir edilenlerin bulunduğu toplam 317 kafileyi tek tek saydım ve hareket ettikleri tüm bölgeleri belirledim. Soykırım süreci 1915 Nisan’ından 1916 Aralık ayına kadar sürüyor, ancak bu kafilelerin neredeyse tamamı 1915 Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarında tehcire gönderildiğini tespit ettik. Toplam bir milyondan fazla insanı Suriye ve Mezopotamya çöllerine gönderilmiş oluyor. Üstelik, tehcir edilenlerin isimlerinin yer aldığı, aile reisi ölmüşse bile onun adı baz alınarak ailelerin soyadlarının bulunduğu listeler mevcut. Her bir kafiledeki kişi sayısı 1500 ile 5000 arasında değişiyor. Tehcirin ilk günlerinde, yanlarına aldıkları eşyaları taşımak için at arabaları kiralamalarına izin verilmiş, zira resmi olarak “güvenlik nedeniyle yer değiştirme” operasyonu bu. Yaklaşık 150 km sonra arabacılar Ermenileri terk edip geri dönüyor. Ve böylece bin km’ye kadar uzanan ölüm yürüyüşü başlamış oluyor… Tehcir yolunun coğrafyasında 32 adet “kıyım yeri” tespit edilmiş, bunların birçoğu sarp geçitler, uçurumların bulunduğu yerlerde. Böylece tehcir edilenlerin ancak yüzde 15-20’si çöllük bölgelere sağ olarak geliyor. 1916’nın Temmuz ile Aralık arasında ise soykırımın ikinci safhası başlıyor. 3 bin-5 bin’lik gruplar hâlinde hayatta kalan son Ermeniler de (192.750 kişi) de çöllerde katlediliyor.”[13]

Tamamlıyorum: Talat Paşa’nın defterindeki rakamlara göre, 24 Nisan 1915’ten önce Osmanlı İmparatorluğu’nda 1.200.000 Ermeni yaşıyordu. Ancak 24 Nisan 1915 günü, İstanbul’da yaşayan ve sayıları 700’ü bulan Ermeni sanatçı, milletvekili, gazeteci, yazarların sürülerek öldürülmesiyle başlayan ve halka yönelik tehcirle devam eden harekât tamamlandığında en az 800.000 Ermeni’nin hayatı üç-dört ay gibi kısacık bir zaman diliminde karartılmış olacaktı!

* * * * *

Bunları deyince hemen “Belgesi nerede?” denilecek! Hızla sıralayarak yanıtlayalım:

i) İttihat Terakki Merkezi Umumi’sinin yani genel merkezinin, Teşkilâtı Mahsusa’nın (Birinci Dünya Savaşı’nın ”derin devleti”) ve dönemin İçişleri Bakanlığı’nın ”Tehcir”den sorumlu ilgili dairesinin arşivlerinin tümüyle yakılmış olduğu biliniyor.

“Tehcir”in yani Ermenilerin ”yerlerinin değiştirilmesi”nin, Suriye’nin yaşanması dayanılmaz çöllerine doğru kafileler hâlinde çoluk çocuk yollara çıkartılmasının, ”savaş şartları”nda gerçekleştiği, bir ”askeri önlem” olduğu tekrarlanıp duruluyor.

Gelgelelim, ”Tehcir”, tüm Anadolu’yu, hatta Trakya’yı kapsıyor. Dahası, tüm Ermeni erkekleri önceden askere alınarak “amele taburları”nda silahsızlandırılmıştı. Bunlar ”arşiv” ihtiyacı gerektirmeyen ”tarih gerçekleri.”

“1915 gerçeği”: Anadolu Ermeni halkının imha edilmiş olmasıdır ve yalın gerçek budur…

ii) Şükrü Bey’in 18 Aralık 1915 tarihinde Bağdat Demiryolu’nun yapımında görev alan Alman mühendis Bastendorff’a söylediği şu sözler, Ermenilere yönelik politikanın soykırım boyutunu açık bir şekilde göstermektedir: “Son çözüm, Ermeni ırkının ortadan kaldırılmasındadır. Ermenilerle Müslümanlar arasında öteden beri var olan çatışmalar artık son aşamasına ulaşmıştır. Zayıf olan ortadan yok olacaktır”…[14]

iii) Cumhuriyetinin kurucu Mustafa Kemal, meclisin açılışının ikinci günü, 24 Nisan 1920’de yaptığı konuşmada Ermeni katliamından “utanılacak bir eylem” olarak söz etti. On iki gün sonra, Ordu Komutanı Kazım Karabekir’e gönderdiği bir mesajda, “yeni bir Ermeni katliamı” ihtimali karşısında duyduğu endişeyi dile getirirken, açıkça “katliam” kelimesini kullandı. Mustafa Kemal’in bu katliamları kabul etmesi, katliam kurbanı Ermenilerin toplam sayısının 800.000 olduğunu açıkça söylemesiyle bu tavır özel bir anlam kazandı.

Ne var ki aynı Mustafa Kemal, 1 Mart 1921’de Millet Meclisi’ne yıllık raporunu sunarken, 350 milletvekilinden 68’inin İstanbul Meclisi’nden gelen eski mebus ve 12’sinin eski Malta sürgünlerinden olduğunu açıklayacak ve Ermeni katliamı ile ilgili “Türkiye’nin kendi topraklarında Türk uyruklarının işledikleri suçların yabancı bir mahkeme tarafından yargılanması” fikrine kesinlikle itiraz edecekti. Bunun yerine, savaş suçlarına karşı iç hukuk yollarına başvurulmasını öneriyordu.

iv) Büyük Millet Meclisi… 14/27 Eylül 1922 günü yapılan 102. toplantıda mebusların (milletvekilleri) yaptıkları konuşmalar, açıkça sergiler meseleyi.

O gün, Maliye Bakanı Hasan Fehmi Bey (Gümüşhane) Meclis’e “Gasp edilen Ermeni mallarının sahiplerine geri verilmesi”ne dair yürürlükte olan (!) bir kararnamenin kaldırılması önerisi ile gelir ve der ki:

“Dünya Savaşı içinde yapılan tehcire ait bazı kararnameler vardı. Gerek o kararnamenin yürürlükten kaldırılması ve gerekse tehcir edilen kişilerin temizlenen (tasfiye edilen) taşınır ve taşınmaz mallarına ve tehcir uygulanan kişilere devlet adına tazminat ödenmesine ilişkin… 8 (21) Ocak1920 tarihinde bir kararname yayınlanmıştı. Onun yürürlükten kaldırılma zamanı gelmiştir… Bu yasa üzülerek belirteyim ki bugüne kadar yasalarımız arasında var olageldi.”

“Kaldırılıp atılacak” olan, 18 Aralık 1918 tarihli “Sevk Edilen Ermeni ve Rumların Geri Dönüşlerinde Mal ve Emlâkinin İadesi Kanunu”ydu ve “ulusal kurtuluş savaşı” veren Meclis, Vahdettin’in imzasını taşıyan bu kanunu aynen (!) kabul etmişti. Şimdi “zafer” yakınlaşmıştır ve telaşa sebep olan bu “sorun” hâlledilmelidir.

Bakan devam eder: “[İtilâf Devletleri -yn] Bu sorun hakkında kabul ettiğiniz ve bugüne kadar uyguladığınız kararları yine uygulayın, başka bir şey istemiyoruz derlerse, buna karşı sanırım ki vereceğimiz hiçbir cevap kalmaz… Meselâ her hangi bir biçimde Müslümanların üstüne geçmiş olan mal ve mülkleri de yargılamasız sahip olana veriyor ve bu yasa uyarınca doğacak maddi ve manevi bütün mali sorumluluğu da [devlet -yn] ödemek zorunda kalıyor. Bu kararların bir kısmı uygulandı, bir kısmı uygulanmadı. Fakat yasa hükmü geçerlidir. Onun için bu hükümlerin bir an önce reddedilmesi gerekir. Yine bu yasa gereğince ‘mirasçısı kalmamış’ kuralı dahi kabul olunmayarak tehcir edilenlerden soyu tükenmiş olanların mal ve mülkleri cemaate veriliyor.”

Bakan “soyu tükenmiş olanlar” diyor. Bu, “soyu kırılmış” demek değil midir?

“Onun için şimdiye kadar ne olmuşsa olmuştur. Fakat hiç olmazsa hakkımızda barış ciddi olarak konu edilmezden önce bu yasayı özümüzden atalım… Şunu da arz edeyim ki, bu kararnamenin uygulanışı, yasada bulunan hükümlerin onda biridir. Yani birçok maddesi uygulanmamıştır. Fakat bu kararname yasa olarak var oldukça, doğal olarak kararlarını da bize uygulattırırlar. Onun için bu kararların bir an önce reddi gerekir.”

Bakanın ağzından dökülen bu “itiraf”lar “belge” değil midir?

Vicdan sahibi olan, Meclis tutanaklarına bakar da, “Belge! Belge!” diye tutturmaz…[15]

Ha… Bir şey daha!

“Belge, belge” diyenlerin dikkatine: Erdoğan, 24 Nisan 2015 öncesi askeri arşivleri de açacaklarını açıkladı, ancak askeri arşivlerin yanı sıra Dışişleri Bakanlığı ile Osmanlı İmparatorluğu döneminin Dahiliye Nezareti’nin arşivleri de kapalı. Türkiye’nin arşivlerinin bir kısmı Başbakanlık bünyesinde bulunurken, askeri arşivleri Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Arşivi (ATASE) bünyesinde yer alıyor. Türkiye’nin açtığını ve açmaya hazır olduğunu söylediği askeri arşivler ise sözde açık. ATASE’nin eski müdürlerinden Ahmet Tetik bile o arşivlere giremiyor. Tetik, Genelkurmay Başkanlığı’nın ATASE arşivlerine erişim için yaptığı başvuruya “uygun bulunmadı” yanıtını verdiğini belirtti![16]

Çünkü Bilkent Üniversitesi öğretim üyesi Oktay Özel’in ifadesiyle: “Erdoğan Türkiye’deki arşivlerin tüm araştırmacılara açık olduğunu söylüyor. Bu, kısmen doğru sayılır; Başbakanlık’a bağlı Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü bütün birimleriyle son yıllarda yerli-yabancı araştırmacılara tamamen açık ve uluslararası standartlarda hizmet sunuyor. Ancak diğer kurum arşivlerinde durum çok farklı. Bu ‘sözde arşiv’lerden kimi tamamen kapalı, kimi tasnifsiz, kimi görünürde açık, kimi ise yarı-açık! Bazılarına araştırma yapmak için girebiliyor olmamız, oradaki belgelere eksiksiz ve özgürce ulaşabildiğimiz anlamına gelmiyor.

Esas sorun tam da burada. Özellikle 1915 tehcir ve soykırımı açısından bunların en önemlilerinden biri olan Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Dairesi Başkanlığı’nın kısaca ATASE adıyla bilinen arşivi açık gibi görünmesine rağmen aslında ‘kapalı’dır! Tam da bildirideki şu cümle açısından: ‘Bugün arşivlerimizde yer alan yüz binlerce belge tüm tarihçilerin hizmetine sunulmaktadır.’

Hayır! Bu doğru değil! Bunu başta Erdoğan olmak üzere hükümetin de kamuoyunun da net olarak bilmesi gerek”![17]

* * * * *

Diyeceklerimi tamamlıyorum: Robert Fisk’in, “Bunun adı soykırımdı. Şimdi ben biliyorum ki, Türk tarafı kalkıp, ‘Ah, soykırım tabiri o zaman yoktu’ diyecektir… Öte yandan 1915’te mevcut iktidar, bir ‘Osmanlı Türk’ rejimiydi. Bu anlamda olayların müsebbibi için ‘Ah hayır, bunu yapanlar Osmanlı’ydı, biz değildik,’ diyemezsiniz,” notunu düştüğü Ermeni Soykırımı’nın 100’üncü yılında soykırımın hâlâ devam ettiğinin altını çizen ‘Agos’ yazarı Pakrat Estukyan ekliyor: “Biz 100 yıl önce yaşanmış bir meseleyi konuşmuyoruz. Şu an içinde olduğumuz meseleyi konuşuyoruz. Türkiye Cumhuriyeti inkârı sürdürdükçe bizim için soykırım sürüyor demektir.”

Bunda kuşku yok; hem de Ermeni Soykırımı’nın 99. yıldönümünde, “Erdoğan’ın Ermeniler’e bir ‘taziye’ mesajı göndermesini, doğrusu, hiç beklemiyordum… Bu sefer, ironik olmadan ‘tebrikler’!”[18] diyen Murat Belge’ye veya Oral Çalışlar’ın, “Artık yeni bir sayfa açılıyor. Türkiye, Kürt sorununda olduğu gibi, Ermeni sorununda da diyalog ve yüzleşme adına, büyük bir adım atıyor,”[19] diyen gafletine karşın böyle bu!

Bunun kanıtı dikkatle bakılması geren fotoğraf kadar; Vergilius’un, “Solem quis dicere falsum audeat/ Güneşin yalancı olduğunu söylemeye kim cüret edebilir?” uyarısıdır; değil mi?

 

14 Mayıs 2015 17:46:43, Ankara.

 

N O T L A R

[*] 1915-2015 Kuyunun Dibindeki Taş-Fotoğraf Okumaları, Hazırlayan: Mehmet Özer, Nota Bene Yay., 2017… içinde.

[1] W. Benjamin.

[2] Dikran M. Zenginkuzucu, “Gelme Doktor Çarası Yoktur…”, Evrensel Pazar, 20 Nisan 2014, s.5.

[3] Utanç ve Onur: 1915-2015 Ermeni Soykırımı’nın 100. Yılı, Hazırlayanlar: Aydın Çubukçu-Nevzat Onaran-C. Hakkı Zariç-Onur Öztürk, Evrensel Basım Yayın, 2015.

[4] Elif Akgül, “Diaspora Bakanı Hakopyan’dan Türkiye’ye Altı Soru”, BİA Haber Merkezi, 18 Mart 2015… http:// bianet.org/ bianet/ insan-haklari/ 163127-diaspora-bakani-hakopyan-dan-turkiye-ye-alti-soru

[5] Orhan Kemal Cengiz, “Bugün 24 Nisan”, Bugün, 24 Nisan 2015… http://www.bugun.com.tr/bugun-24-nisan-yazisi-1607291

[6] Ümit Kardaş, “Klikya Ermeni Krallığı ve Zeytun”, Taraf, 28 Nisan 2015… http://www.taraf.com.tr/yazarlar/klikya-ermeni-kralligi-ve-zeytun/

[7] Erik-Jan Zürcher, “Ermeni Soykırımının Yüzüncü Yılı Vesilesiyle”, http://zanenstitu.org/ermeni-soykiriminin-yuzuncu-yili-vesilesiyle-erik-jan-zurcher/

[8] Ermeni Halkının Tarihi, Derleyen: Gerard Dedeyan, Çev: Şule Çiltaş, Ayrıntı Yay., 2015.

[9] Gayrimüslimler Anadolu’dan dinsel/etnik temizliğe tabi tutulmadan önce Ermenilerin bugüne kadar sayılabilmiş 2471 kilisesi, 427 manastırı, 1391 okulu vardı. Rumların 1346 kilisesi, 47 manastırı, 526 okulu… Süryanîlerin 79 kilisesi 27 manastırı, 5 okulu… Musevîlerin 134 havrası, 17 okulu… Bu yapıların her biri mimarî başeserdir. Yıkımları ağırlıklı olarak Cumhuriyet döneminde cereyan ediyor. Ayakta kalan bir avuç yapının çoğu ise definecilerin potansiyel kurbanı. (Cengiz Aktar, “Cuma 24 Nisan Notları”, Taraf, 24 Nisan 2015… http://www.taraf.com.tr/yazarlar/cuma-24-nisan-notlari/)

[10] Yaşar Ayaşlı, Türkiye’de Burjuva Devrimleri ve Liberal-Kemalist Tarih İdeolojisi, Epos Yay., 2014.

[11] Yalçın Yusufoğlu, “Soykırım Zihniyeti 100 Yıldır Sürüyor”, Sesonline.net, 22 Nisan 2015… http://www.sesonline.net/php/genel_sayfa_yazar.php?KartNo=58813&Yazar=Yalyüzde C3yüzde A7yüzde C4yüzde B1n+Yusufoyüzde C4yüzde 9Flu

[12] Raymond Kévorkian, Ermeni Soykırımı!, Çev: Ayşen Taşkent Ekmekci, İletişim Yay., 2015.

[13] Defne Gürsoy, “Kévorkian: İnkâr İçin Bir Suçluluk Hissinin Olması Gerek”, Birgün, 24 Nisan 2015, s.6.

[14] Mehmet Polatel, “Bir Toplum Mühendisi: Şükrü Kaya”, Agos, 27 Mart 2015… http://www.agos.com.tr/tr/yazi/11045/bir-toplum-muhendisi-sukru-kaya

[15] Talat Ulusoy, “Buyurun, İşte Belge!”, Taraf, 21 Nisan 2015… http://www.taraf.com.tr/yazarlar/buyurun-iste-belge-2/

[16] Duygu Güvenç, “Arşivler Sözde Açık”, Cumhuriyet, 27 Nisan 2015, s.12.

[17] Oktay Özel, “Hükümetin 1915 Bildirisi Vesilesiyle: Arşivlerimiz Gerçekten Açık mı?”, Radikal, 7 Mayıs 2014, s.18.

[18] Murat Belge, “Taziye”, Taraf, 26 Nisan 2014, s.9.

[19] Oral Çalışlar, “Ermeni Kardeşlerim ve Sevgili Hrant!”, Radikal, 26 Nisan 2014, s.14.

 

Exit mobile version