Site icon Rojnameya Newroz

İKTİDAR, EĞİTİM, ÜNİVERSİTELER VE GENÇLİK

Köle olmak istemeyenler başlarını kaldırıp, ayaklanmalıdırlar…

Vazgeçmişliğin, teslimiyetin, sinikliğin insan(lık)a katacağı hiçbir şey yoktur…

Siniklik; uyumluluk, kabullenme, pasiflik, boyun eğme, teslim olma, dikkate almama, kendine yönelme, hatta kendine yönelememe kısaca insanı, örneğin, şaşırmaktan ya da öfkelenmekten feragat ettirir ve sonunda kayıtsızlığa teslim eder. Kayıtsızlık hayatın anlamını yitirmesi, insanın psikolojik ölümüdür. Şiddete kayıtsızlık, yaşananlara kayıtsızlık, memleket meselelerine kayıtsızlık, emeğe kayıtsızlık, sevgiye kayıtsızlık… “Hiçbir şeyi etkileyemem ve değiştiremem” düşüncesinin ürünüdür. Anlamlandırma duygumuzu kaybedersek yalnızlık, boşluk ve hiçlik duygumuz da büyür. Yabancılaşma ve sonrası duygulanımsızlık… Hissetmediğimiz yaraları iyileştiremeyiz.

 

İKTİDAR, EĞİTİM, ÜNİVERSİTELER VE GENÇLİK

TEMEL DEMİRER

I. AYRIM: SOYUT YA DA TEORİK ÇERÇEVE

 

I.1) İKTİDAR VE EĞİTİM

II. AYRIM: SOMUT VEYA TOPLUMSAL PRATİK

II.1) TÜRK(İYE) EĞİTİM(SİZLİĞ)İ

II.2) PARALI EĞİTİM NOTU

 II.3) PROJE OKULLAR PARANTEZİ

II.4) HÂL VE GİDİŞAT

II.5) TERÖRİST BASKILAR

III. AYRIM: ÜNİVERSİTE(LER) VE YÖK

III.1) ÜNİVERSİTE(LERİ)

IV. AYRIM: GENÇLİK GERÇEĞİ

V. AYRIM: AKLI ÖZGÜRLEŞTİREN (LAİK) EĞİTİM

V.1) “SONUÇ YERİNE”

 

İKTİDAR, EĞİTİM, ÜNİVERSİTELER VE GENÇLİK[*]

TEMEL DEMİRER

“Toplum biliminin son sözü,

savaş ya da ölüm, kanlı bir mücadele

ya da tükenme (hiçlik) olmalı.”[1]

Eğitim ve üniversiteler iktidar(ın) aygıtlarıdır.

Bu saptama(m) kimilerine çok toptancı ve vulger gibi gelebilse de; bu böyle…

Onların eğitim(sizliğ)i, egemen(lik)lerinin iktidarını pekiştirirken; başka bir eğitimin (ve üniversitenin) de mümkün olduğunu bir an dahi görmezden gelmiyorum…

Evet, “Kendinizi eğitin, çünkü aklınıza ihtiyacımız olacak. Örgütlenin, çünkü tüm gücünüze ihtiyacımız olacak. Harekete geçin, çünkü coşkunuza ihtiyacımız olacak,” diye haykıran Antonio Gramsci’den mülhem (yeni bir dünya için) başka bir eğitim mümkündür/ kaçınılmazdır; Epictetus’un, “Tenê yên perwerde bûyî azadin/ Sadece eğitilmiş olanlar özgürdür,” deyişindeki üzere.

I. AYRIM: SOYUT YA DA TEORİK ÇERÇEVE

Arapça bir kelimedir iktidar; kökü Arapça “Kadir” kelimesinden; “kudret sahibi olmak”tan, “gücü yeten olmak”tan anlamına gelir.

Muktedir olma hâlidir iktidar; iktidar ilişkisi de, emretme ve itaate dayanırken; her iktidar bir gasp ve dolayısıyla da iktidarsızlaştırmadır.

Pierre-Joseph Proudhon’un ifadesiyle, “İktidar; ne bunu yapacak hakka, ne bilgeliğe, ne de erdeme sahip yaratıklar tarafından gözaltında tutulmak, casus gibi izlenmek, idare edilmek, yasalara bağımlı kılınmak, sayılmak, kaydedilmek, fikir aşılanmak, vaaz verilmek, denetlenmek, hesaplanmak, değer biçilmek, sansür edilmek ve emredilmektir. İktidar her türlü işlemle, her türlü hareketle not edilmek, kayda geçirilmek, sıraya alınmak, değeri belirlenmek, lisans verilmek, yetki verilmek, nasihat edilmek, yasak koyulmak, reformdan geçirilmek, düzeltilmek ve cezalandırılmaktır. İktidar kamu yararı gerekçesiyle ve genel çıkarlar adına yükümlülüğe bağlanmak, yetiştirilmek, soyulmak, sömürülmek, tekellere bağımlı kalmak, zorbalığa maruz kalmak, köşeye sıkıştırılmak, gizemlerle büyülenmek ve yağmalanmaktır; en ufak bir direnişte, ya da yakınma sözcüğü karşısında baskıya uğramak, ceza görmek, azarlanmak, taciz edilmek, takip edilmek, istismara uğramak, sopayla dövülmek, silahsız bırakılmak, hapse atılmak, yargılanmak, mahkûm edilmek, kurşuna dizilmek, sürgüne gönderilmek, feda edilmek, satılmak, ihanete uğramaktır; alay edilmek, gülünç duruma düşürülmek, öfkelendirilmek, onursuz bırakılmaktır. İktidar budur, onun adaleti budur, onun ahlâki budur…”

İktidar; bir ilişkiler ağıdır. Tek bir iktidar yoktur. İktidarların toplamı olan bir makro iktidar vardır.[2]

Yani Proudhon’un da dediği gibi, “İktidar yasaklama gücüdür”; gücü elinde bulundurana (kişi veya kurum) verilebilecek isimdir.

Nihayetinde iktidar, bir şeylere hâkim olma, söz sahibi olma hâldir. Topluluğu biçimlendirme, yön verme durumudur.

Edward Said’in, “Tekdüzeleştirme sürecinin meşruiyet kazanması ve ötekinin görünür görünmez türlü biçimlerde ortadan kaldırılması” olarak tanımladığı iktidar, ötekile(ştirilenle)rin davranışlarını etkileme, kontrol etme, yönlendirme gücüdür. İktidarın iki öğesi söz konusudur: İlki güç ve zorlama, ikincisi de benimsetmedir.

Karar verebilme ve bunu uygulayabilme yeteneği olarak iktidarın ilk amacı varlığını sürdürmektir.

Varlığını sürdürmek için yine kendini ve otoriteyi kullanır. Böylece kendini kapsamını genişletmiş olur. Bu genişletilmiş yeni durumunu koruyabilmek için daha fazla iktidara, otoriteye ihtiyaç duyar. Sonra yine genişler ve kendini büyütür…

Büyürken de saf dışı bıraktıklarıyla, geniş bir alana yayar ve kurbanlarına özgürlük yanılsamaları sunup kendine gönüllü sağlar.

Hannah Arendt’e göre, iktidar (power), uyum içinde eylem kabiliyetine tekabül eder. İktidar tek bir kişiye değil gruba aittir ve grup birarada olduğu sürece var olabilir. Bir kişi için “iktidarda” derken aslında onun ait olduğu grup-topluluk adına eyleme kudretine sahip olduğundan bahsederiz. Grup ortadan kalktığında kişinin iktidarı da sona erer.[3]

İktidar, hâkim söylemdir/dildir; insan(lık)ın en büyük sorunudur ve en önemlisi iktidar bir dayatma olması yanında, aynı zamanda da “tanınma”dır.

Yönetme gücünü elinde bulunduran iktidar, birbirinden güç alan korkakların üstünde yükse(ltili)lirken; Lev Nikolayeviç Tolstoy’a göre de, “İktidar, kitlelerin bir araya toplanan, yoğunlaşan iradelerinin açıklanan ya da açıklanmayan sessiz bir kabul edişle, seçilen idarecilerin üzerinde toplanmasıdır.”

Koşulsuz olarak itaat edilmesi zorunlu otoritedir; siyasal olarak toplumda gücü elinde bulundurmadır; yapabilme becerisine sahip olmak, kudretli olmaktır.[4]

Gücü elinde bulundurma yetkisi olduğu kadar, bir sınıfın diğer tüm toplumsal sınıfları yönetme becerisidir iktidar.[5]

Ancak sadece güç ile karıştırılmaması, sadece güce eşitlenmemesi gereken iktidar ve güç terimleri eş anlamlı olarak kullanılsa da birbirinden farklı anlamları taşırlar. Güç bir ilişkiyi anlatır.

Güç, nesneler üzerinde etki eder. Bizim bir eşiğe karşı bir iktidarımız olmaz, gücümüz olur. İktidar olması için o eşeğin iradeye sahip olması gerekir. İktidarın sahibi olduğunu düşündüğümü bir kişi, yaptırım uyguladığı “şey” de bir kişi ise iktidardan söz edebiliriz.

İktidar olması için her iki tarafın da “hayır” diyebilecek durumda olması gerekir.

Her iktidar karşısındakini kuşkusuz nesneleştirir.

Bir öznenin başka bir özneye kendi iradesini sanki onun iradesiymiş gibi kabul ettirme sanatına iktidar denir. (ya da iradeye rağmen somut sonuçlar alabilecek şekilde)

İki insan ilişki içindeyse mutlaka bir iktidar söz konusudur. İktidarın toplumsal bir boyutu vardır. Toplumun insan üzerinde bir yaptırım gücü bulunur. Örneğin doktor hastasını iyileştirebilmek oranında iktidar sahibidir. Buna da görevsel iktidar denir.

İktidar ilişkisi sadece onay ilişkisi değil aynı zamanda direniş ilişkisidir. İktidar şiddetle değil, sözle başlarken; Michel Foucault’ya göre iktidarın olduğu yerde direnişte olmak zorundadır ve iktidar sizi nerenizden yaralıyorsa, orası kimliğiniz olur.

I.1) İKTİDAR VE EĞİTİM

Eğitim ve iktidar, bilgi ve yönetim birbirlerine bağlıdır. Bilgi iktidarı üretir, korur, yeniden üretir- iktidar da bilgiyi… Bu ilişki, egemen sınıfın ekonomik siyasi iktidarının, üyelerinin, personelinin korunmasını, egemenlik altında olanın olduğu yerde kalmasını sağlayan koşulların üretilmesine, sürdürülmesine, yeniden üretilmesine bağımlıdır.

Bu hatırlatmalarımı, eğitimle, bilginin üretilmesi, transfer edilmesi, yeniden üretilmesi arasındaki ilişkiden hareketle, “Hakikât rejimi”, “Biyopolitik” (Foucault) ve “Siyaset rejimi” (Jacques Ranciere) kavramlarından yararlanarak derinleştirebiliriz.

Foucault’ya göre “her toplumun bir hakikât rejimi vardır”. Bu rejim toplumun yaşamında, doğru ve yanlış önermeleri ayırt eden söylemleri, mekanizmaları, örnekleri, ayırt etmenin onaylanma biçimlerini, gerçeğe ulaşmanın kabul edilebilir tekniklerini, işlemlerini, neyin doğru olduğunu söylemekle yükümlü olanların statüsünü kapsar. “Biyopolitik”, bireylerin yaşamı, bedenleri üzerine bilimsel hesaplamaların, değerlendirmelerin siyasi olanla kesiştiği noktada şekillenir: Nüfus, bedenler yönetilir, yeniden üretilir.

Jacques Ranciere’in işaret ettiği gibi, siyasi olanın sınırlarını, “siyaset rejimini”, (devlet biçimi, rejim, hükümet kavramlarından farklı olarak) toplumda adalete ilişkin kaygıları dile getirme, uygun kavramlarla konuşma ayrıcalığına sahip olanlarla olmayanlar arasındaki ayrım çizgisi belirler. Bu çizginin içinde olanlar konuşabilir, siyasi etkinliğe katılabilirler. Dışında kalanlar ise konuşsalar bile, çıkardıkları sesler anlamlı kabul edilmediği için siyasi olanın dışında kalırlar.

Öyleyse eğitim sistemi, “hakikât rejiminin”, “siyaset rejiminin” benimsetilmesi, adaleti konuşmaya uygun (kabul edilebilir) dilinin üretilmesi, “biyopolitiğin” uygulanması; dolayısıyla egemen sınıfların egemenliklerini kurması, koruması açısından yaşamsal bir işleve sahiptir.[6]

Türkçe’de eğitim kelimesi, kökü anlamıyla “eğilmeyi, bükülmeyi” çağrıştırır.

“Ağaç yaşken eğilir,” diyen egemen (iktidarcı) eğitim, birbirinden farklı yetişen ağaçları aynı ebatlarda suntalara dönüştürme sürecinden başka anlam taşımaz.

Genellikle beyin yıkamak için kullanılır. İstenilen insan profilini oluşturabilmeyi hedefler.

Albert Einstein’ın, “Yaratıcılığımın önündeki en büyük engel eğitimimdir,” notunu düştüğü egemen eğitimin amacı biçimlendirmek, düzene uygun kafalar yaratmaktır.

Eğitim kurumları devletin sosyal fabrikalarıdır; düzene, sisteme karşı çıkmayacak, sorgulamayacak, düşünmeyecek, ezberci, tek tip bireyler yetiştirilir okullarda.[7] Devletin elindeki en büyük silah eğitimdir. Bu yüzden sadece kendisine bağlı kurumlardan alınan eğitimi meşru kabul eder. Eğer aldığın eğitim devlet eliyle verilmemişse, resmî olarak hiçbir geçerliliği yoktur.

Karşımıza bir sürü saçma sapan sınav, bir sürü engel, bir sürü sorun çıkarırlar ki; insanlar kendi dertlerine düşsünler; toplumun sorunları, insan hakları ve özgürlükleri gibi konularda kafa yoracak, devletin icraatlarını sorgulayacak, eleştirecek, tepki gösterecek enerjileri kalmasın geriye. Akşam işten evlerine döndüklerinde o sığ Türk(iye) dizilerini seyredip kendi küçük dünyalarında mutlu mesut yaşayıp gitsinler.

Eğitim insanda, dönüştürücü bir işlev içerirken; Friedrich Nietzsche’ye göre, “Kamu yararı adına bireylerin yok edilmesi”dir.

Konuya ilişkin olarak Oscar Wilde şöyle der: “Eğitim takdire şayan bir şey. Fakat unutulmamalıdır ki, bilmeye değer hiçbir şey öğretilemez”!

Bireyin davranış değişikliği getirme süreci olan egemen eğitim(sizlik), modern zamanlarda insanı eğen, biçimlendirendir.

Bu nedenle 1930’da Walther Borgius, “Okul rafine bir iktidar aracıdır. Çocuktan başlayarak bütün devlet uyruklarını itaate alıştırmak, devletin ne kadar gerekli olduğunu etinde ve kemiğinde hissettirmek, her özgürlük fikrini daha filizlenmeden bastırmak, düşünceleri çitlerle çevrili güzergâhlara yönlendirmek ve onları rahatça yönetilebilir, minnettar tebaa olarak terbiye etmek üzere kurulmuştur,” derken; modern tedrisat, bir ahmaklaştırma harekâtıdır; okullar kitlesel kontrol araçları; eğitim ise boyun eğdirme manivelası… Yani Mark Twain’in, “Okul hayatımın eğitimime karışmasına izin vermedim,” diyerek eleştirdiği süreçtir.

Okullarda verilen eğitimin amacı, vatandaşı kapitalist devletin istediği şekliyle sorgulamayan, korkan, sadece kendi çıkarını düşünen, günü kurtarmaya çalışan aşırı faydacı birey hâline getirmektir. Böyle bireylerden oluşan toplum kolayca yönetilebilir. Korku sayesinde kitlesel gücü kullanması engellenir. Bu birey borçlandırılarak hiç istemediği işlerde çalışarak patronlarını ve patronlarının seçtiklerini tatmin ederler. Bu tatmin orgazm noktasına varır. Onları patronları seçmiştir farkında değildirler. Kapitalist eğitim, insanları bir ev bir araba almaları ve ev kurmaları için bir ömür geçirmeye ve bu süreçte etliye sütlüye karışmamaya hazırlar.

Okul politik, toplumsal ve ekonomik güce sahip olanları (kodamanları) korumaktadır. Diğer insanları ise uzman, uzman değil, uyumlu, uyumsuz şeklinde sınıflandırmakta ve topluma tanıtmaktadır. Uzmanların görüşünün her şeyin üstünde olduğunu empoze eder. Tanıdığımız ilk uzman öğretmendir. Mutlak bilgiye sahiptir. Eleştirilemez! Hatası yüzüne vurulamaz. Bu formasyondan çıkan birey kendisine söylenene değil söyleyenin titrine bakmaya koşullandırılmıştır.

Yoksunların (eğitimden yeteri kadar nasiplenememişlerin), okulda daha fazla okul eğitimi görmüş olanlara, bunların oluşturduğu tuzu kuru tabakanın önderliğine boyun eğmeleri gerektiğini öğrenirler.

Kuşkusuz mevcut eğitim sisteminin amaçlarından biri, inançların içselleştirilmesi ve var olan toplumsal yapıyı sorgusuzca destekleyecek bir vicdanın geliştirilmesidir. İçselleştirme bu anlamıyla pozitif bir kavram değildir. İçselleştirme insanın sorgulamadığı inanç sistemlerinin sanki kendi duygu ve düşünceleriymiş gibi kabul etmesidir.

Bunun yanında Bertrand Russell’ın, “İnsanlar aptal doğmaz, cahil doğarlar. eğitim onları aptallaştırır,” notunu düştüğü egemen eğitimin işlevi: i) Özgür düşünceye ket vurulmasıdır; ii) İnsanları kalıplara sokmaktır; iii) Beyin yıkama yöntemi olmasındadır.

Dünyanın birçok yerinde ve ülkemizde eğitim politikalarını tespit edip uygulayan iktidarlar, tamamen kendi ideolojileri doğrultusunda sistemi yönetirler. İktidarın ideolojik aygıtlarından biri olan eğitim sistemi asla ve asla bireyin ve toplumun özgürleşmesi için değil, sinsice kısıtlanması için kullanılır.

Kapitalizme hizmet edecek, üretim ve tüketim alanlarında söyleneni yapacak kadar eğitim almış ama aydınlanmamış, kendinden memnun gibi davranan bireylerin çokluğu sistemin işleyişini gösterir. Diğer taraftan tüketici adayı bireyler eğitilir, meslek sahibi olur, sistemin çarkları içinde bir vida veya cıvata olarak hayatına devam eder. Devlet ve eğitim sistemi asla ve asla özgür ve mutlu bireyler istemez. Yapay bir farkındalık yaratarak, sosyal ve ekonomik farklara vurgu yaparak tüketimi körükleyecek her türlü aracı kullanır ve bulunduğu konumdan mutsuz olan ama tüketerek mutlu olduğunu sanan bireyler yaratır.

Bunu yaparken de her mal ve hizmet değişiminde esas olan belli standartları yakalaması için yeterince eğitim verilir. Mesela, interneti kullanabilecek kadar, ya da akıllı telefonu kullanabilecek kadar eğitim verilir. Üniversite ise mesleki eğitim veren kurumlara dönüştürülür ki üretimde işe yarar mühendisler, hukukçular, bankacılar vs yetişsin. Felsefe, edebiyat, tarih gibi akademik alanlar sınai üretime katkısı olmayan alanlar olarak boş ve gereksiz görülür.

Firdevsi’nin, “Yê zane, hêzdar dibe/ Bilgili olan, güçlü olur”; Socrates’in, “Bütün bildiğim, bir şey bilmediğimdir”; Auguste Comte’un, “Bilim ayrı, inanç ayrıdır”; Herbert Spencer’in, “Bilim, örgütlenmiş bilgidir,” saptamalarının altını çizerek ekleyelim: Bilim gerçeklerden kuruludur. Tıpkı evin tuğlalardan kurulu olması gibi. Ancak gerçeklerin toplanması bilim değildir. Tıpkı bir küme tuğlanın ev anlamına gelmediği gibi…

Bilimin şaşırtıcı ve umulmadık buluşlarını ortaya çıkaran, yaratıcılık ile kuşkuculuk arasındaki gerilimken; bilimin büyülü olan bir tarafı yoktur. O, doğayı dikkatlice ve tüm detaylarıyla gözlemenin sistematik bir yoludur ve bu sırada edindiğimiz sonuçları değerlendirirken tutarlı bir mantığı takip etmektir.

İnsanlar sürekli “Bilim her şeyi bilmiyor!” deyip duruyor. Elbette, bilim her şeyi bilmediğini biliyor. Eğer her şeyi bilseydi, artık dururdu değil mi?

Özetle cehaleti alıp, eşekliği baki kılan sistem(sizlik) ile okul bir egemen kültürlemedir; davranış değiştirme, biçimlendirme sürecidir.

Günümüzde bilgi, insanlar tarafından kullanılmaktan çok insanları kullanan bir şeye dönüş(türül)müşken; egemen eğitim, insanlık tarihinde, giderek büyüyen insan topluluklarını efendilere tabi kılmak için kullanılan sosyal-teknolojik bir araçtır.

Bireyleri yönetilebilecek şekilde zihin ve algı dünyasını tektipleştirmeye yarayan bilgi ve değerler sistemiyle; sorgulamayan nesiller yetiştirmek üzere dizayn edilmiştir.

İnsanın zekâsını çürüten yetenekleri eğitim sistemi köreltirken; devlete itaat etmek ve kapitalizme köle üretmek için vardır.

Bu işin egemen yanıdır; ötekine yani alternatife gelince…

Öncelikle alternatif eğitim, dünyayı değiştirmenin güçlü silahlarındandır. Çünkü insanın doğuşundan ölümüne kadar algılama yeteneğiyle alâkâlı olması yanında; amacı -zihinsel- özgürlüktür.

Eğitimi, “Kovayı doldurmak değil, ateşi yakmak” olarak algılayan alternatif eğitimin iki temel işlevi vardır: Birincisi toplumsallaştırma (toplum için insan), ikincisi de bireyselleştirme yani kendine yeterli insan…

Duydunuz mu bil(e)mem? Almanya’da bir lise müdürü, her öğretim yılı başında öğretmenlere şu mektubu gönderirmiş: “Bir toplama kampından sağ kurtulanlardan biriyim. Gözlerim hiçbir insanın görmemesi gereken şeyleri gördü. İyi eğitilmiş ve yetiştirilmiş mühendislerin inşa ettiği gaz odaları, iyi yetiştirilmiş doktorların zehirlediği çocuklar, işini çok iyi bilen hemşirelerin vurduğu iğnelerle ölen bebekler, lise ve üniversite mezunlarının vurup yaktığı insanlar… Eğitimden bu nedenle kuşku duyuyorum. Sizlerden istediğim şudur. Öğrencilerinizin insan olması için çaba harcayın. Çabalarınız bilgili canavarlar ve becerikli psikopatlar üretmesin. Okuma, yazma, matematik çocuklarınızın daha fazla insan olmasına yardımcı olursa ancak o zaman önem taşır.”[8]

Evet hepimize/ herkese insan olmayı öğreten, insanı insanlaştırıp, hayatı yaşanabilir kılan alternatif eğitim koğuşlarda/ sınıflarda değil, sürekli devinen doğa, mücadele içerisinde verilmelidir.

Bu güzergâhta yaratıcılığı destekleyen eğitim: Hata yapma korkusu olmayan, soru soran, farklılığı değerli olduğunu bilen, resmin tamamını görebilen, hayal kurabilen yeni kavramlar yaratabilen insanı yetiştirmeyi hedefler.

O insanlar ki: Baktıklarında berrak görmeyi; dinlediklerinde, iyi duymayı; görünüşleri bakımından sıcak, davranışlarında saygılı, konuşmalarında doğru, işlerinde ciddi olmayı; kuşkuya düştüklerinde soruları nasıl soracaklarını düşünürlerken; başka bir dünyanın mümkün olduğunu ve bu uğurda mücadeleyi onur ve vicdan sorunu ederler…[9]

Özetlersek: Alvin Tofler’in, “XXI. yüzyılın cahilleri okuma yazma bilmeyenler değil, okumayanlar, öğrendikleri yanlış bilgileri değiştirmeyenler ve yeniden öğrenemeyenler olacaktır,” uyarısını “es” geçmeden; öğrenmenin, akıntıya (iktidara) karşı yüzmek gibi bir şey olduğunu; ilerlenemediği takdirde gerileneceği unutulmadan; insan(lar)ın bilgisiz doğup; egemenlerce eğitilerek aptallaştırıldığı görülmelidir.

II. AYRIM: SOMUT VEYA TOPLUMSAL PRATİK 

Tekelci sermayenin Marmara baronlarından Ali Koç’un bile, “Eğitim sistemi değişmeli… Eğitim sistemini topyekûn gözden geçirmeliyiz,”[10] saptamasına muhatap olan Türk(iye) eğitim(sizliğ)i coğrafyamızdaki somut gerçeğin bir parçasıdır.

Şöyle ki Türkiye gündemini işgal eden ana konu daima, “Mahşerin 4 Atlısı” olarak da tanımlanabilecek: Eşitsizlik, işsizlik, eğitimsizlik ve borçluluk…

İşte bunlara ilişkin veriler:

Yani büyük resim böyleyken; devamla:

Dünyanın XVIII. büyük ekonomisi olup da bir partinin (AKP) tek başına iktidar olmasına karşın insani gelişme endeksinde sürekli gerileyen bir ülkedir Türkiye…

OECD ülkeleri arasında da toplumda eşitsizliğin en kötü olduğu üçüncü ülke konumundadır…

Kolay mı? Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politikalar Forumu’nun Prof. Ayşe Buğra liderliğinde hazırladığı 50 sayfalık rapor dehşet verici bir Türkiye tablosu ortaya koyuyor.

Türkiye’deki çalışma koşulları, ölümlü iş kazaları, sendikal haklar ve tabii eğitim… Eşitsizliklerin en yoğun olduğu Türkiye’de eğitim kalitesinde çıtayı üstte eşitlemek yerine altta eşitlemek de bir fikir tabii.

Ancak göz ardı edilen bir husus var. İçinde bulunduğumuz dijital çağ, bilgi ve nitelikli insan odaklı. Sanayi 4.0 kapıda. Standart işçiliğin yerini uzman mühendislere bırakacağı bir dönemdeyiz. Artık üretimin süreçlerini insanlar değil makinelerin denetleyeceği, birbirini anlayan makinelerin sürece hâkim olacağı bu dönemde iş çevrelerinin istihdam kriterleri de değişiyor ve çıta gitgide yükseliyor. Eğitim süreçlerinden istenen insan profili; nitelikli, disiplinler arası etkileşimle düşünebilen, yetenekli, eğitim hayatında iken iş tecrübesi kazanmış iletişimi güçlü, dil bilen ve diğer birçok meziyeti üzerinde taşıyan insan profili. Ezberci eğitim değil yani… Bireysel yeteneklerin geliştirilebileceği, iş hayatına da entegre olabilmiş okul yapılanmaları.

Hayvanat bahçesi müdürünün TÜBİTAK’a müdür yardımcısı olması ile mi gerçekleşecek bu? Ya da televizyonda bir tartışma programında bir akademisyene yöneltilen “sen çağdaş mısın” sorusuna “Hayır ben çağdaş değilim. Müslümanım” yanıtı verenler ile mi?[12]

II.1) TÜRK(İYE) EĞİTİM(SİZLİĞ)İ

Melis Alphan’ın, “Başa gelen düdüğü çalmış: ‘Devlete sadık olacaksın, milliyetçi olacaksın, dini bileceksin. Öyle çok fazla sorgulamaya gerek yok; Rum’u, Yunan’ı, Ermeni’si düşman…’ demiş! Bu tipik, bizim okuduğumuz müfredat. Tarihi daha objektif öğretme çabası dün de yoktu, bugün de yok. Öncekiler daha Kemalist nesiller yetiştirirken şimdikiler daha dinci nesiller yetiştirmeye çalışıyor,”[13] diye betimlediği resmi ideolojinin Türk(iye) eğitimsizliği şahsında AKP Hükümeti, eskiyeni eleştirirken yeniye değil “en eski”ye dönüyor ve az çok ileri olan, halktan yana olan ne varsa onu tasfiye ediyor.

Özellikle de eğitimin neredeyse bütün halk kesimlerinin sorunu olması ve geniş halk kesimlerinin bu sorunla her gün yüz yüze gelmesi, iktidarın eğitim politikası ve bu alandaki girişimlerinin; parasız, laik, bilimsel, kaliteli, anadilinde ve ulaşılabilir bir eğitim talebi arasındaki çelişki daha anlaşılır hâle gelmiştir. Bu nedenle de eğitimdeki “gericileştirme” ve “AKP’lileştirme” girişimlerine karşı uzunca bir zamandan beri “laik ve bilimsel eğitim mücadelesi” başlığı altında toplayabileceğimiz bir mücadele sürmektedir.

Bugün bu mücadelenin başlıca dayanakları şöyledir:

Örneğin Milli Eğitim Bakanlığı 4+4+4 modeli ile birçok mahalledeki okulları İmam Hatip liselerine çevirmişti.

Devlet okulları çatır çatır imam hatip lisesine dönüştürülmüştü. Bunların dışında kalan okulların da bir kısmını yarı yarıya imam hatip okuluna çevirmişti.

Bunları yeni adımlar izlemişti; Anadolu ve Fen liselerini, köklü başarılı kolejleri darmadağın edecek uygulamaları hayata geçirmek gibi.

İyi denen okulların deneyimli yönetici ve eğitimcileri dağıtılıp… Yerlerine nitelik kriteri aranmasızın hükümet yandaşlığı öne çıkanlar atanmıştı.

Bunca müdahaleden sonra şimdi de on binlerce eğitimci kapı dışarı edildi… Sonuç yolsuzluklarla[15] koca bir niteliksizlik oldu…

Eğitimin kalitesini ölçen PISA testi var. OECD yapıyor her ülkenin Milli Eğitim Bakanlığı Kendisi organize ediyor. 9. ve 10. sınıf öğrencileri katılıyor. Matematik ve fen testlerinde Türkiyeli öğrencilerin durumu şu: 65 ülke içinde 40 ile 45’inci sıra arasında… Tescilli kalitesizlik ur gibi sarıyor dört bir yanı![16]

Bunun yanında MEB istatistikleri ile MEB-UNICEF ortaklığında hazırlanan rapordan elde edilen bulgulara göre, “Sınıf tekrarı ve okulu terk” büyük bir sorun olarak çözüm bekliyor. Öğrencilerin neredeyse yarısı ortaöğretimi tamamlayamıyor. Güneydoğu illerinde, mezun olamayan öğrenci oranları yüzde 60’lara yaklaşıyor.

İlkokula kayıt yaptıran, her 100 öğrenciden 68’i üniversite, 84’ü ise 4 yıllık lisans programında okuyamıyor. İlköğretim sonrası, ortaöğretime kayıt yaptıran öğrenci sayısında ciddi bir artış gözlense de, bu artışın büyük çoğunluğunu, Açık Lise’ye kayıt yaptıran öğrenciler oluşturuyor.

Bu öğretim yılında, Açık Lise’ye kayıt yaptıran öğrenci oranı, tüm ortaöğretim öğrencileri içinde yüzde 25’e ulaşmış durumda. Genel Lise’de okuyan öğrenci oranı, bu sene itibariyle yüzde 28, İmam Hatip Okulu’na gidenlerin oranı ise yüzde 9 civarında.

2002-2003 öğretim yılında, ilkokula kayıt yaptıran ve 2013-2014 yılı sonunda 12 yıllık zorunlu eğitimi tamamlamış olması gereken öğrencilerden yüzde 42’si ise ya mezun olamamış ya da ilköğretim sonunda Açık Lise’ye kayıt yaptırarak, örgün eğitimin dışına çıkmış.

Eğitimci Alaattin Dinçer’in hazırladığı çalışmaya göre, ortaöğretimi bitiremeyen öğrenci oranlarında, iller arasında çarpıcı farklılıklar gözleniyor. 2006-2014 yılları arasında İstanbul ve İzmir’de mezun olamayan ortaöğretim öğrencilerinin oranı yüzde 53. Ankara’da bu oran yüzde 46’ya düşerken, Konya’da yüzde 50 seviyesinde. Trabzon’da da öğrencilerin yüzde 50’si ortaöğretimden mezun olmayı başaramazken, Eskişehir’de bu rakam yüzde 38’e kadar iniyor. İstatistikteki en vahim rakamlar ise Güneydoğu illerinde. Van’da öğrencilerin yüzde 65’i, Hakkâri’de yüzde 60’ı Batman ve Diyarbakır’da ise yüzde 61’i 12 yıllık zorunlu eğitimi tamamlamamış…[17]

Ve işte “Eğitim sistemi yazboz tahtası”na[18] dön(üştürül)en Türk(iye) eğitim(sizliğ)ine ilişkin ibret verici somuttan kesitler:

 

TÜBİTAK, “2016 YILI ORTAÖĞRETİM ÖĞRENCİLERİ ARAŞTIRMA PROJELERİ YARIŞMASI” ÇERÇEVESİNDE HAZIRLANAN “TİLLO EVLİYALARININ KERAMETLERİ” PROJESİ[23]
TÜBİTAK’ın seçip bölge sergisine davet ettiği Tillo Evliyalarının Kerametleri Projesi, Siirt 14 Eylül Anadolu Lisesi öğrencileri Safiye Çağla Doğrusever, Muhammed Abbas İlbaylı tarafından hazırlandı. Murat Aslan’ın danışmanlığını yaptığı “Tillo Evliyalarının Kerametlerinin Derlenmesi”, yarışmanın Türk Dili ve Edebiyatı alanında hazırlandı.

İşte o evliyalar; projede kerametlerine yer verilen şu evliyalar yer aldı: Şeyh İsmail Fakirullah, Mevlana Molla Ali, İbrahim Hakkı, Şeyh Hamzel Kebir, Şeyh Mücahit, Sultan Mahmud Memduh, Şeyh Hasan-ül Fatirin, Şeyh İsmail Garip, Şeyh Mustafa Kurdi, Haysa Zemzem, Şeyh Abdulkadir Sani, Şeyh Hamze, Şeyh İbrahim Hakkı, Derviş Osman, Muhammed Sorahani, Şeyh Hecci Ali, Nurhemze, Sofi Abdürrahim.

İşte o kerametler; Şeyh Memduh’un İki Yerde Bulunması, Sultan Memduh Hz. Atının Kerameti, Yusuf Ağa’nın Kurtuluşunun Kerameti, İbrahim Hakkı Hz. Kerameti, Şeyh Mücahit’in Vasiyeti, Sufi Abdurrahman’ın Şam’ı Görmesi, Şeyh Mücahit’in Üzüm Kerameti, Meyme Ğasya’nın Bedduası, Sultan Memduh’un Basireti, Şeyh Mücahit’in Kerameti, Şeyh Haccı Ali’nin Hacca Gitmesi.

 

 

ÖĞRETMENLERİN HÂLİ (VE GÖRÜŞLERİ)[31]
Öğretmenlerin yüzde 44’üne okullarda siyasi baskı yapılıyor.
Öğretmenlerin en az yüzde 50’si kısmen de olsa velilerden baskı görüyor.
Öğretmenlerin yüzde 37’si velilerin şiddet eğilimli davranışlarına maruz kalmış.
Araştırmaya katılan öğretmenlerin yüzde 33’ü cinsel istismara maruz kalmış.
Öğretmenlerin yüzde 57’si öğrencilere yönelik istismar vakalarının herhangi bir nedenle gizlendiğini belirtmiş.
Öğretmenlerin yüzde 52’si öğrencilerin cinsel istismara maruz kaldığını belirtmiş.
Öğretmenler ülke genelinde yaşanan istismar olaylarından etkilenmiş ve öğrencileri ile arasına mesafe koymuş. (yüzde 77)
Öğretmenlerin yüzde 70’inden fazlası fikirlerini özgürce açıklayamıyor.
Öğretmenlerin yüzde 72’si sendika seçimi hususunda baskıya maruz kaldığını belirtmiş.
Öğretmenlerin yüzde 90’ı okullardaki cinsel istismar olaylarının gerçek olduğunu belirtmiş.
Öğretmenlerin yüzde 93’ü eğitimin geleceğinden ümitli değil.
Öğretmenlerin yüzde 80’i ekonomik sıkıntıları ve geleceğe dair endişeleri olduğunu belirtmiş.

 

II.2) PARALI EĞİTİM NOTU

Türk(iye) eğitim(sizliğ)ine damgasını vuran sınıfsal gerçek, her geçen gün daha da bariz özellikler kazanırken; Birleşik Kamu-İş’in, eğitim harcamalarında zenginle fakirin arasındaki uçurumu ortaya koyduğu rapora göre, en zengin 2 milyon 182 bin aile eğitim için 8 milyar 990 milyon lira harcarken; en yoksul 2 milyon 182 bin aile ise sadece 115 milyon liralık eğitim harcaması yapabiliyor. Eğitim için yapılan harcamada iki kesim arasında 78 katlık bir uçurum oluşuyor.[34]

Kolay mı? Dünya[35] ve Türkiye’de kamusal eğitimin yeniden yapılanmasında sermayenin 1970’lerde girdiği krize bir çözüm olarak sunulan neo-liberal politikaların belirgin rolü bulunuyor.[36] Bu doğrultuda, Türkiye’de 1980’deki ‘24 Ocak Yapısal Uyum Kararları’ ve onu izleyen 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi, devletin kamusal yönü hedef alarak, piyasaların ve temelde devlet-piyasa ilişkilerinin yeniden kurgulanmasında belirleyici olmuştur. Neo-liberal politikalarının kamusal eğitim üzerindeki etkisi 1990’larda belirgin biçimde görülmeye başlansa da, bunlar için gerekli olan siyasi alt yapının 1980’lerde atıldığının belirtilmesi gerekir.[37]

 

TÜİK’İN 2011-2014 YILLARINA İLİŞKİN EĞİTİM HARCAMALARI VERİLERİ[38]
• Türkiye’de eğitim harcamaları 2014 yılında 2013 yılına göre yüzde 13.2 artarak 113 milyar 571 milyon TL oldu. 2014 yılında bir önceki 2013 yılına göre eğitim harcamalarının en çok arttığı eğitim düzeyi yüzde 20.4 ile ortaöğretim oldu.

• Türkiye’de eğitim harcamalarının, gayri safi yurtiçi hasılaya oranı 2013 yılında yüzde 6.4 iken, 2014 yılında yüzde 6.5’e yükseldi.

• 2014 yılındaki eğitim harcamalarının yüzde 77.7’si devlet tarafından finanse edildi. Eğitim harcamaları içerisinde hane halklarının yaptığı harcamaların payı ise yüzde 19.8 oldu.

• Devlet kurumlarınca yapılan harcamaların yüzde 32.9’unu (25 milyar 594 milyon TL) yükseköğretim oluşturdu. Özel kurumlarca yapılan harcamaların ise yüzde 47.9’u (9 milyar 87 milyon TL) yükseköğretime yapıldı.

• Öğrenci başına yapılan eğitim harcaması 2011’de 3 bin 819 TL olurken, 2014’te 5 bin 403 TL’ye yükseldi.

• Eğitim düzeylerine göre değerlendirildiğinde, 2014 yılında öğrenci başına harcamanın en yüksek olduğu eğitim düzeyi 13 bin 245 TL ile yükseköğretim oldu.

 

Ve geçerken bir not: Üniversite sınavlarında, özel okulların başarı oranının sadece yüzde 50 civarında kaldı. Eğitimciler, bu oranın en az yüzde seksen olması gerektiğini söylerken, “paralı eğitim eşittir akademik başarı garantisi” anlayışının da doğru olmadığının altını çizdi. Yabancı dilde, 4+1 yıllık eğitim veren özel liseden mezun olup, LYS’ye katılan 47 bin 978 öğrenciden, sadece 24 bin 548’i dört yıllık lisans programını kazandı.

Bu okullardan mezun olan öğrencilerin neredeyse yarısı, dört yıllık üniversite programlarına yerleşememiş oldu. Bu okullardan, 2 bin 986 aday meslek yüksek okullarına, bin 141 aday ise açık öğretim fakültesine yerleşti. 4 yıllık eğitimi veren özel okullardan mezun olan 8 bin 228 öğrenci ise sadece 2 bin 286’sı dört yıllık lisans programlarına yerleşti. Bu okullardan 971 öğrenci meslek yüksek okulu, 491’i ise açık öğretime yerleşti.[39]

II.3) PROJE OKULLAR PARANTEZİ

Siyasal İslâmın iktidarını kurmakta olan AKP yönetiminin eğitim sistemini, üniversiteye açılan “proje okulları” üzerinden hedef almasının, böylece, “eski rejimin” seçkin okullarını, öğretmenlerini tasfiye etmesinin mantığı da bu işlevde yatıyor: Dini hakikât rejimini benimsetmek; bilimsel olanın yerini dini olanın aldığı bir biyopolitik uygulamak. Böylece siyaset rejimini belirleyen sınırları, Sünnî İslâmın hakikât rejimine ve siyasal İslâmın yönetici sınıfının (Müslüman entelijensiyanın) iktidarda kalma, toplumda üretilen ekonomik artığı mülkiyetine geçirme işlemleriyle uyumlu olacak biçimde daraltmaktır. Bu radikal bir toplum mühendisliği projesidir. Toplumda, siyasal İslâmın dışında kalan, yakın zamana kadar devleti yöneten personelin kaynağı Laik-cumhuriyetçi kesimin eğitim kurumlarından çıkarılması, susturulması, kültürel olarak yok edilmesi amaçlanıyor.[40]

Bu girişim ile[41] 2014’de başlayan proje okul uygulamasında proje okul seçilen liselerin yönetici ve öğretmen atama yetkileri MEB’de toplandı. Aralarında İstanbul’daki çok sayıda köklü lisenin de olduğu proje okullarda görev yapan ve görev süresi 8 yılı aşan çok sayıda öğretmen 15 Temmuz darbe girişiminin ardından çıkarılan KHK ile norm fazlası ilan edildi. Bakanlık norm fazlası ilan edilen öğretmenlerin öğretmen açığı bulunan okullara tayin edileceğini açıkladı.[42]

Sonrasında da bu meseleye 10 Ekim 2016 günü Kabataş Lisesi’nin çiçeği burnunda müdür yardımcısı Şakir Voyvot’un sözleri damgasını vurdu.[43]

Voyvot’un, proje okullarda arzulananın ne olduğunu açıkça ifade ettiği bir konuşması yayımlandı. Şöyle diyor yeni projenin lise müdür yardımcısı: “Bütün okullarımızın imam hatip lisesi gibi olması zamanı geldi.” Yetmiyor “Elhamdülillah dağı taşı imam hatip lisesi dolduracağız” diyor. Bütün liselerin kapısında Anadolu Gençlik teşkilâtının olması gerektiğini söylüyor. Bundan 25 sene sonra İslâmi hükümlere geçmiş ülkelerinin haberlerini kutlayacaklarını da ekliyor.

Proje belli. Öğrencilerinin ve velilerinin iradeleri çiğnenerek okulları imam hatip lisesi hâline getiriliyor. İslâmi dergilerde “Modern hayata muhalefet etmenin yolları” başlıklı makaleler yayımlayan bir şahıs ise Kabataş Lisesi’ne gökten zembille müdür yardımcısı olarak atanabiliyor.

Hürriyet’in haberine göre, Kabataş Lisesi’nde 67 öğretmenden 30’u, Pertevniyal Lisesi’nde 60 öğretmenden 28’i, Vefa Lisesi’nde 40 öğretmenden 20’si, Avni Akyol Lisesi’nde 39 öğretmenden 28’si norm fazlası diye görevden alındı. Diğer liselerde de oranlar benzer. Toplamda 155 proje lisede 8 yılını doldurduğu gerekçesiyle 1187 öğretmen başka okullara gönderildi.

Amaç ne? Yerlerine dağı taşı imam hatip liseleriyle donatmak isteyen Voyvot gibilerini atamak.[44]

II.4) HÂL VE GİDİŞAT

Buraya kadar değindiğimiz çerçevede Gözde Bedeloğlu’nun, “Kuşatılmış eğitim”[45] notunu düştüğü hâl ve gidişata ilişkin birkaç veriyi daha anımsatmak yararlı olur…

Bu tür örnekleri çoğaltmak mümkün. Ancak bu kadarı bile neyin ne olduğunu anlatmaya yeter de artar bile…

Kolay mı? Totaliter rejimler total disiplin ister. AKP, gençliği, toplumun seküler çoğunluğunu disiplin altına almayı hâlâ başaramadı. AKP bu başarısızlığını, günlük yaşamın mikro dinamiklerinden, grevlerden, Gezi olayına, liselilerin protestolarına, LGBTİ eylemlerine kadar birçok direniş örneğiyle yaşıyor.

Bu durum, AKP ile iktidara gelen Müslüman entelijansiyanın bir sınıf olarak kendini yeniden üretme süreçlerini, değerlerini (hakikât rejimini) toplumda egemen kılamadığını, iktidarını açık şiddete başvurmadan, “rıza”ya dayanarak sürdürmenin koşullarını oluşturamadığını gösteriyor.

Bir egemen sınıf adayı devleti ele geçirirken, kendi ahlâki otokontrol tekniklerini, devletin düzeni sağlama çabalarıyla birleştirerek toplumun geri kalanına dayatmaya, toplumu yeniden şekillendirmeye başlar. Bu bağlamda eğitim rejimi önemlidir.

Eğitim, ilköğretimden başlayarak bireylerin öznelliklerini şekillendirir, otoriteyi tanımalarını, kabullenmelerini sağlar. Eğitim yalnızca çocukları şekillendirmez aynı zamanda, yatay ilişkilerle aileleri üzerinde de dolaylı denetim ilişkileri kurar, çocuklarla ilgili bilgiler (karneler, raporlar) üretir, biriktirir.

Eğitim sistemi, eğittiği bireylere belli bir cinsiyet rejimini benimsetir; zamanın, mekânın kullanım biçimlerini, toplumda egemen “iletişim ilişkilerini” (ne, nasıl söylenebilir), iktidar ilişkilerini (kimler söyleyebilir/ konuşabilir) benimsetir. Eğitim sistemi iktidar ilişkilerini yeniden üretir.

Buraya kadar değindiklerimizin tarihsel örneklerini kapitalist sınıfın iktidara yerleşmeye başladığı XVII. yüzyıldan başlayarak gelişen kapitalizmin piyasa, üretim ilişkilerine uygun bireyleri yetiştirmek üzere şekillenen rasyonalist, bilimsel, düşünceye önem veren eğitim teknolojilerinin evriminde görebiliyoruz.

Müslüman entelijansiyanın siyasi iktidarını korumasının, toplumsal artığa ulaşmasının aracı olarak dini bilgiyle çok özel ilişkisi konusunda ise vurgulayalım: Bu iktidarın yeniden üretilebilmesi hem bu bilginin üretiminin, yeniden üretiminin, hem de bu bilgiyi tekelinde tutacak bu “araca” sahip olacak bireylerin üretiminin güvence altına alınmasına bağlıdır.

Gerçekten de iktidara geldiğinden bu yana, Müslüman entelijansiya için, “dindar ve kindar” (bu sınıfın iki özelliği) nesillerin üretilmesi, kendi sınıfsal bekasının sağlanması açısından eğitim sisteminin, seküler özellikleri sökülerek yeniden yapılandırılması yaşamsal bir öneme sahip oldu.

AKP hükümetleri, hem seküler eğitim rejimini hibridleştirme (din dersleri, 4+4+4, imam hatipleştirme) yoluyla dönüştürmeye, hem de özelleştirmelerle, dönüşümden toplumsal artıktan pay almak için yararlanmaya çalıştı. Bu süreç var olanı yıkmaya, yeni kuşakların eğitilerek kapitalist ekonomiye girme süreçlerini, dolayısıyla geleceklerini dejenere etmeye başladı ama yeni bir sistemi oturtamadı.

Maarif Vakfı projesi, bu sorunu toplumsal artığa çok daha etkin biçimde ulaşmaya da olanak verecek biçimde çözmeye karar verildiğini gösteriyor. Bu, seküler kaynaklı eğitim sisteminin yanında ona paralel, eğitim sistemi dinci entelijansyanın “total” denetimi altında işleyecek hem de devlet kaynaklarıyla, vakıf kaynaklarıyla beslenerek ekonomik artığa ulaşmak açısından yeni ve geniş (ülke içinde ve dışında) bir alan inşa edecek.

Belki MEVAK Müslüman entelijansiyanın daha da zenginleşmesine, yeni nesillerinin yetişmesine hizmet edecek ama eski eğitim rejimini yıkarken kapitalist ekonominin, teknolojinin gerektirdiği nesilleri üretemeyecek. Müslüman entelijansiya kendi servetini, geleceğini güvenceye almaya çalışırken içinde var olduğu toplumu yıkıma sürüklüyor![50]

İşte yıkımın verileri!

II.5) TERÖRİST BASKILAR

Egemen (iktidarcı) eğitim(sizlik)in “yeniden yapılanmacı” konsolidasyonu, elbette terörist baskılarından soyut ele alınamazken; bunun da bir yere kadar olduğu yani “Zorlama düzenin despotik ritimleri, yaşamın kaotik, bozuk ritimlerine ayak uyduramaz. Yaşam, sürekli dengeleri bozarak ilerleyen bir yürüyüştür,”[58] gerçeği de unutulmamalıdır…

III. AYRIM: ÜNİVERSİTE(LER) VE YÖK

Fransız yazar Jean Genet’nin, (1910-1986) 1-3 Mayıs 1970’de Yale Üniversitesi’nde yaptığı -‘Mayıs Konuşması/ May day Speech’ diye ünlenen- konuşmasından, “Üniversiteyi unutmuyorum. Üniversiteler… Size sahte bir kültür öğretiyorlar. Kabul edilen tek değerin nicel mahiyette olduğu bir kültür… Üniversite, sizi bir sayıdaki bir rakam hâline getirmekle yetinmeyip, mesela beş yüz bin mühendis yetiştirdiğinde, sizdeki güvenlik, rahatlık ihtiyacını geliştiriyor ve doğal olarak sizi patronlara ve onların da ötesinde zihinsel vasatlığını bildiğiniz siyasetçilere hizmet edecek şekilde eğitiyor. Öyle ki, bilgin olmak isteyen sizler, sonunda vasat bir siyasetçinin masasındaki -ama masasının ucundaki- oturacaksınız ve bundan gurur duyacaksınız,” dediği üzere bilgi öğretmekten ve bunu işlemekten çok, günümüzün piyasa koşullarını öğreten ve buna göre insan(cık) yetiştiren yapıdır.

Kölelik belgesi veren; insanı yabancılaştıran kurumdur.

Üniversite, sadece gençlerin liseden sonra güdümlendikleri mekân olmakla kalmaz; aynı zamanda Türkiye de temel işlevi okumuş koyun yetiştirmekten başka bir işlevi olmayan eğitim kurumudur.

Üniversitenin Türkiye örneğinde, para ve itibar kazanmak için kapısı çalınan ruhsuz ve işlevsiz bir bina yığını mahiyetindedir.

Sanıldığı gibi ilim irfan yuvası olmayan yerdir üniversite. Sebebine gelince, üniversite dediğin yer öğrenciye temel olarak düşünmeyi öğretir. Kişi nasıl düşünmesi gerektiğini, herhangi bir sorunun derinine inmeyi, sorunun göründüğünden farklı yönlerini bulup, çözümünü bunların ışığında bulmayı öğrenir. Ama üniversitelerinde öğrenciler doğru düzgün bir sorunla yüzleşmez/ yüzleştirilmez.

Aslı sorulursa üniversite dediğimiz kurum, kurulduğu ilk dönemlerden itibaren (ki bu yaklaşık olarak XI., XII. yüzyıllara tekabül eder) mülhidlerle (sapkın) mücadele etme vazifesini üstlenmiştir. Yani üniversite dediğiniz, toplumun genel işleyişine uygun bilginin üretildiği ve dahi aksi fikirlerin gayrı meşru ilan edildiği yahut tümüyle görmezden gelindiği bir kamusal alandır.

Üniversite kelimesinin eski Türkçedeki karşılığı bilim ve fen yuvası anlamında ‘Dar-ül Fünun’dur. Ancak bugün üniversitelere baktığımızda anlamına uygun olduğunu söylemek mümkün değildir. Bir yüksek öğretim kurumunu anlamlı kılan onun özerk bir niteliğe sahip olmasıdır. Özerklik, yüksek eğitim kurumlarının iç işleyişlerine, mali işleyişlerine ve yönetimlerine ilişkin karar almada ve eğitim araştırma, dışa yönelik çalışmalar ve başka faaliyetlerde kendine özgü politikalarını oluşturma yetisine sahip ve devlet kurumları karşısında bağımsızlığı anlamına gelir. Üniversiteleri toplumsal konulardan soyutlayamayız. Toplum için bilgi üretme, fikir üretme, muhalefet yapma gibi sorumlulukları olmalıdır. Bu ise üniversitelerin akademik açıdan özgür olmalarını gerekli kılar.

Ancak bugün üniversiteler bir ortaöğretim kurumunun devamı düzeyine indirgenmiştir. Üniversiteye adım atan bir genç, kendi öznelliğini, düşüncelerini ifade edebilmelidir. Artık bir birey olduğunun farkına varabilmelidir. Bugünkü tabloda görüyoruz ki öğrencinin düşünmesi ve sorgulamasına yasaklar konulmuştur. Üniversiteler eğitim olarak ezberci düşünmeyi teşvik etmeyen, öğrenciyi baskı altına alan kurumlar hâline gelmiştir. Bugün üniversitelerin bu durumda olmasının en büyük sebebi 12 Eylül darbesinden sonra kurulan YÖK’tü.

Fikret Başkaya’nın ifadesiyle, “12 Eylül cuntası üniversiteyi kendine benzetmek üzere harekete geçtiğinde gerçek bir üniversite olsaydı, YÖK’ü dayatmak mümkün olamazdı. Hiç değilse bu kadar kolay olmazdı. Zira, üniversiteyi üniversite yapan olmazsa olmazlardan birincisi özerklikse, ikincisi de üniversitenin kendini koruyabilme kapasitesidir. Üçüncüsü de üniversitede yapılanın toplumdaki özgürlük mücadelesiyle örtüşmesidir. Elbette bunu kendine uygun yöntem ve araçlarla yapacaktır… Eğer, üniversite öğretim üyeleri, öğrenciler, çalışınlar saldırı karşısında direnme cesaretini ve basiretini ortaya koyabilselerdi, cunta üniversiteleri kapatmakla geri adım atma arasında tercih yapmaya zorlanabilirdi. Bunu yapmadılar ama ne yaptıkları biliniyor… Bir rektörlük, dekanlık, müdürlük, vb. Kapabilmek için meslektaşlarını cuntaya ihbar ettiler… Cunta şefi karşısında esas duruşa geçtiler, daha da ileri gidip, cunta şefine fahri hukuk doktorası (docteur honoris cuasa) bile verdiler… Fakat üniversitenin üniversite sayılması için nasıl özerklik olmazsa olmaz koşulsa, özerklik için de ona sahip çıkacak ve kıskançlıkla koruyacak gerçek üniversite insanları (erkek ve kadın) gereklidir. Bu da demektir ki, bilim haysiyetine ve entelektüel dürüstlüğe sahip insanlar olmadan özerklik mümkün değildir, özerklik yokluğunda da üniversite mümkün değildir.”

Üniversitelerin özgürleşebilmesi, demokratikleşebilmesi için üniversitelerin YÖK ve siyasi iktidarların baskısı altından kurtulması gerekmektedir. 12 Eylül’den önce gerçek bir üniversiteye yakışan, özgür ve bilimsel kaygılar taşıyan odaklar oluşmaya başlamıştı. 12 Eylül’den sonra üniversiteler bir mücadele alanı görüldü. Üniversitelerin bu aydınlık yönleri yok edildi. Eşi benzeri görülmemiş uygulamalar yaşandı. YÖK ilk kurulduğunda 468 öğretim üyesine, 800 öğretim görevlisine ve binlerce öğrenciye uzaklaştırma cezası vererek işe başladı. YÖK öğrencilerin en ufak demokratik talebine, hareketine soruşturmalarla, cezalarla, uzaklaştırmalarla cevap verdi. Öğrencilerin eğitim hakkını elinden alabildi. Öğrenciler hak arama mücadelesinde baskı altına altındayken diğer yandan eğitimin piyasalaştırılması, eğitimin niteliksizleştirilmesi arttı. Üniversiteler ticarethane oldu.

Oysa üniversitelerin kamu elinde olması gerekiyordu. Ve kâr amaçlı faaliyet gözetmemeleri onların ahlâki göreviydi. Üniversite her gencin eğitim temel hakkıyken; bu hak parayla alınıp satılamazdı. Ama “Parası olan okusun parası olmayan okumasın” anlayışına doğru yol alındı.

Oysa ne öğrenciler müşteridir ne de öğretim görevlileri satıcıdır. Üniversiteler gün geçtikçe piyasa temelli büyürken; üniversitelerin icraatı bilimsel faaliyetler yerine konserlerle, bahar şenlikleri olmaktadır.

Ve Fikret Başkaya’nın deyişiyle de, “Bir kurumun üniversite adını hak edebilmesi için olmazsa olmaz koşullar vardır: bir kere üniversite özerk olacak, kendi kendini yönetecek -zira kendi kendini yönetemeyen bir üniversite mümkün değildir- kendine özgü bir tarzı, üslubu, geleneği olacak, kendini [kendine uygun yöntem ve araçlarla] savunabilecek, üniversitede yapılanlar toplumdaki özgürleşme mücadelesiyle örtüşecek/çakışacak, üniversite üyeleri de bilim namusu ve entelektüel dürüstlüğe sahip olacak, açıkça gerçeğin safında yer alacak, aslî misyonunun gerçeğin peşine düşmek, gerçeğin üstünü örten perdeyi kaldırmak olduğunun bilincinde olacak, memur bilinci, kapıkulu kafası taşımayacak, her türlü egemen odaktan uzak duracak, vb.

Elbette gerçek dünya’da durum yukarda sözünü ettiğimizden çok farklıdır. Gerçek dünya’da ekseri ileri sürüldüğü gibi üniversite denilen kurumlar her türlü sorunun özgürce tartışılabildiği, ‘evrensel bilim’ üretilen kurumlar değildir. Bunun tam tersi doğrudur: üniversite denilen kurumlar her şeyin sınırsız tartışılabildiği değil, her türlü özgür düşüncenin boğulduğu kurumlardır. Peki neden? Eğitim kurumları isterse üniversite olsunlar, devletin, egemen sınıfın çıkarlarını gerçekleştirme misyonuna koşulmuşlardır. [fakat, bilimsel bilginin niteliğinden ötürü, bilim adamının/ kadının bilimsel çabasını bütünüyle engellemek hiçbir zaman mümkün değildir.] Bunların özerklik katsayısı da, bilim üretme yetenekleri de ‘genel toplumsal durumdan’ bağımsız değildir. Toplumun demokratiklik düzeyiyle üniversitelerin özerkliği arasında bire bir ilişki vardır. Bu gün dünya’da geçerli durum [dün de olduğu gibi] idealize edilen, tevatür edilen üniversitenin çok uzağındadır.

Kaldı ki, giderek, geçerli/ bilinen anlamdaki her türlü üniversite kavramı da artık ortadan kalkıyor. Üniversiteler tam bir şirkete dönüşüyor. Başka türlü söylersek, üniversiteler sadece devlet aygıtına ve sermayeye ‘yetişkin işgücü’ sağlayan, egemen/ resmi ideoloji üreten kurumlar olmaktan öte, özelleştirme çılgınlığıyla tipik birer kapitalist işletmeye dönüşüyorlar… Bu tür bir gelişme sadece üniversite kavramı bakımından değil, bilimsel faaliyetle ilgili de ciddi sorunlar yaratma istidadı taşıyor. Yegâne amacı sömürü, kâr, daha fazla zenginleşme olan, hiçbir insanî-etik kaygı taşımayan bir kapitalist işletmenin, üniversite sayılması artık mümkün değildir. Bu yüzden, doğası ve misyonu gereği üniversite ancak kamusal bir faaliyet alanı olarak var olabilir.”

Aslında “Bilimin üretildiği yer”dir tanımı normal koşullar üniversitenin… Oraya resmi ideoloji, din ve sermaye giremez… Çünkü düşünme, sorgulama, itiraz ve özgürleşmedir üniversite…

Bir üniversitenin olmazsa olmaz üç bileşeni “bilim üretme”, “eğitim-öğretim” ve “topluma sorumluluk”tur; bir de özgürlük ortamı.

Herhangi bir iradenin etkisi ve baskısı altında olmayan, bilim yapan özgür ve özerk, hayatın pratik, mesleğin teorik olarak öğretildiği kurum.

Amacı ufuk açmak, sorgulayıp düşünmeyi öğretmektir. Evrensel bakış ile yerel bakışı anlayabilmeyi, mantığıyla seçim yapabilmeyi de kavramaktır.

Ancak bunlar kapitalizm koşullarında mümkün değildir…

III.1) ÜNİVERSİTE(LERİ) 

Ahmet Cemal’in, “Vurdumduymaz üniversitelerimiz,”[64] diye betimlediği gerçeğe ilişkin somut verilerden birkaçını aktarırsak…

Temelli, KHK ile kendilerine hukuk yolunun da kapandığını ifade ederek, “Hukuken şuanda bizim yapacak bir şeyimiz yok. Mağduruz, haklı olduğumuzun farkındayız ama bununla ilgili yargıya başvurma yolları kapatılmış. Bu 12 Eylül’den daha kötü bir tablo karşımıza çıkarıyor,” dedi.[73]

 

EĞİTİM SEN YÜKSEKÖĞRETİM BÜROSU’NUN AÇIKLAMASI (7 KASIM 2016’YA KADAR)[74]
• Darbe girişiminin hemen ardından, on binlerce kamu emekçisiyle birlikte üniversitelerden de 5 bin 342 kişi görevden uzaklaştırıldı.
• Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı, Türkiye’deki üniversitelerde görev yapan 1577 Fakülte Dekanının, yani tüm dekanların istifasını istedi. Üniversitelerin kurumsal özerkliği, 35 yıl sonra bir kez daha yok sayıldı.
• 667 sayılı KHK ile hükümet, YÖK’e ve üniversite yönetimlerine soruşturma yapmaksızın işten atma yetkisi verildi ve iki üyemiz hukuksuzca işten atıldı.
• 667 sayılı KHK ile 15 vakıf üniversitesi kapatıldı, bu üniversitelerde çalışan binlerce kişi bir gecede işsiz bırakıldı.
• 1 Eylül 2016 tarihli 672 sayılı KHK ile 2 bin 346 akademisyen, haklarında hiçbir hukuki ve somut delil gösterilmeksizin ihraç edildi. 38 akademisyen üyemiz haklarında hiçbir hukuki ve somut delil gösterilmeksizin ihraç edildi.
• 674 sayılı KHK ile 13 bin 179 ÖYP’li araştırma görevlisi, bir gecede iş güvencesi ellerinden alınarak kadroları, güvencesizliğin cisimleşmiş hâli olan 50/d statüsüne dönüştürüldü. Bu kişilerin bir kısmı hızla işten atıldı.
• 18 Ekim 2016 tarihinde 2016-2017 akademik yıl açılışı Sarayda yapılarak, rektörler cübbelerine iktidar iliği açtı, üniversitelerin kurumsal özerkliği ayaklar altına alındı.
• 29 Ekim 2016 tarihinde yayınlanan 675 sayılı KHK ile 1267 akademisyen yine haklarında hiçbir hukuki ve somut delil gösterilmeksizin ihraç edildi. 26 akademisyen üyemiz haklarında hiçbir hukuki ve somut delil gösterilmeksizin ihraç edildi.
• 676 sayılı KHK ile antidemokratik olduğu için eleştirilen rektörlük seçimleri demokratikleştirilmek yerine tamamen ortadan kaldırıldı. Böylelikle rektörler ve üniversitelerin tüm birimleri doğrudan saraya bağlandı.
• “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzaladıkları gerekçesiyle 32 akademisyen üyemiz görevden uzaklaştırıldı, yirmiden fazla akademisyen üyemiz ise sözleşmeleri yenilenmeyerek işten atıldı.”

 

 

IV. AYRIM: GENÇLİK GERÇEĞİ

Genç kelimesi Farsça’dır ve mânâsı “hazine” demektir.

“Toplumsal kuşak”, Karl Mannheim’ın deyimiyle “ortak sorunlar, değerler ve deneyimlerle oluşur”ken; aynı yaşta olanlarla, aynı deneyimi paylaşanları kapsarken; gençlik “Gökyüzü” ya da “Fişek” gibidir…

İnsanların çok büyük bir kısmının özlemle andığı zaman dilimine verilen ad. Bittikten sonra ölene kadar özlenen süreçtir. O dönem yaşananlar ki, “o gençlik günlerimiz dönmez asla geriye,” diye anılır.

Albert Camus’nün, “Anısı insanı umutsuzluğa düşüren gençlik!”[77] notunu düştüğü hâle ilişkin olarak insan(lar) gençken olası hayatların hepsini yaşayabilir.

William Ewart Gladstone’un işaret ettiği üzere: “Gençlik bir hayat devresi değil, bir akıl hâlidir.

Yıllar cildi buruşturabilir, ancak heyecanların bitişiyle ruh buruşur.

İnsan kendine olan güveni kadar genç, kuşkusu kadar yaşlı, cesareti kadar genç, korkuları kadar yaşlı, umudu kadar genç, bezginliği kadar yaşlıdır.

Hiç kimse fazla yaşamış olmakla yaşlanmaz. İnsanları yaşlandıran, ideallerinin bitmesidir.

Kalbi sevdikçe, neşe duydukça, güzellikleri fark ettikçe, beyni yeni şeyler keşfettikçe, herkes gençtir.

İnsanlar yaşadıkça yaşlandıklarını sanırlar, hâlbuki yaşamadıkça yaşlanırlar. İnsan, yaşlı olmaya karar verdiği gün yaşlanır.”

O hâlde -genel bir söylemle- gençlik umudun öznesidir. Her nasıl sunulursa sunulsun, sosyolojik açıdan gençlik heyecan, risk alma ve yüreğinde dünyayı değiştirme cesaretini taşıma dönemidir.

Genç insanların düşleri vardır, topluma ve düzene kafa tutma cesaretine sahiptirler.

Dünyanın değiştirilmesi gereğine ya da değiştirilebileceğine inanırlar. Onlar için her şey hayalle başlar.

Kolay mı? “Gelecektir” diye nitelendirilen insan ömrünün en verimli çağıdır; kesinlikle aşık olunması gereken dönemdir…

V. AYRIM: AKLI ÖZGÜRLEŞTİREN (LAİK) EĞİTİM

Dediklerimizi toparlarsak bugün ihtiyacımız olan aklı özgürleştiren alternatif (laik) eğitimdir.

Laiklik demokrasinin ve özgürlüğün vazgeçilmezi, olmazsa olmazıdır. Bir rejim laik değilse, orada demokrasiden, özgürlükten söz etmek abestir.[78]

Çünkü laiklik; insanların yaşam biçimine müdahale edilerek, dini-mezhepsel farklar kaşınarak iktidar tarafından geliştirilen ötekileştirmenin panzehiridir; halklar arası kardeşliğin gereğidir. Marksizm, dini bir yabancılaşma biçimi olarak tanımlar. Bu, laiklik mücadelesinin aynı zamanda neden bir özgürleşme mücadelesi olduğunun yanıtıdır.[79]

Aydınlanma’nın eserlerinden olan laikliğe anlamını kazandıran, 1871 yılında Paris’i yetmiş küsur gün boyunca insanlığa muhteşem bir “doğrudan demokrasi” deneyimi armağan eden Paris Komünü oldu.

O zamanlar henüz hiçbir ülkede tam olarak tesis edilmiş olmayan genel oy hakkı tüm halka tanındı. Yasamaya gönderilen isimler ya işçi ya da işçi temsilcisiydiler ve yine işçiler tarafından her an geri çağrılabilirler, yani görevden alınabilirlerdi.

Komün, tüm kamu görevlilerinin de benzer bir şekilde görevden alınabileceği esası üzerine kurulmuştu ve memur maaşları ile işçi maaşları eşitlenmişti. İşçi sınıfı iktidarı, süreklileşmiş polis ve ordu aygıtlarını dağıttı ve yerine silahlanmış halkı koydu. Yargıç ve hâkimlerin tüm kamu görevlileri gibi seçimle gelmesi ve halk tarafından görevden alınabilmesi ilkelerini benimsedi.

İşçi sınıfı iktidarı, siyasallaşmış ve kurumsallaşmış dine, yani Kilise’ye karşı büyük bir savaş başlattı ve Karl Marx’ın dediği gibi “Rahiplerin iktidarını kırma” işine girişti. Kilise lağvedildi ve mal varlığı kamulaştırıldı. Eğitim kurumları parasız olarak tüm halka açıldı ve hem devletten hem de kiliseden kurtarıldı, yani laikleştirildi.

Ancak mesele sadece Kilise’ye ve rahiplere karşı mücadele ile kalmadı; Komün, yıktığının yerine hızla yenisini inşa etmeye, yeni bir toplum ve insan yaratma faaliyetine girişti ve bunun için de eldeki en iyi araç eğitimdi…

Komün bunun için Kilise’nin eğitimle bağını kesti, bütün çocuklar için zorunlu, kamusal ve laik eğitim kuralını getirdi. Kilise okulları kapatıldı ve okullardan bütün haçlar, dini heykeller ve ikonlar kaldırıldı. Tüm bu düzenlemelerde Enternasyonal’in üyeleri büyük rol oynadı, zaten Enternasyonal daha 1867’deki Lozan Kongresi’nde laik eğitim çağrısında bulunmuştu.[80]

Karl Marx’ın, “Zincirlerin her yanını örten imgesel çiçeklerden eleştiri, insanın süssüz ve umut kırıcı zincirler taşıması için değil, ama onları atması ve canlı çiçeği devşirmesi için zincirleri arındırdı. Dinin eleştirisi insanın yanılsamalarını, insanın kendi gerçekliğini akıl çağına erişen ve yanılsamadan kurtulmuş bir insan olarak düşünmesi, etkilemesi ve biçimlendirmesi için, kendi dininin, yani kendi gerçek güneşinin çevresinde dönmesi için ortadan kaldırır,”[81] uyarısına sırt dönen kimileri büyük bir aymazlıkla “Marksizm’de laiklik ilkesi yoktur,” deseler de; laiklik konusunda akla gelebilecek ilk öğretici pratiklerden birisi Paris Komünü’dür. Friedrich Engels, Komün’ün bu konudaki kararını, “Kilise ile devletin ayrılması ve din işleri bütçesinin kaldırılması, bütün kilise mallarının ulusal mülkiyete dönüştürülmesi kararlaştırıldı… Bütün dinsel simge, dua ve dogmaların, kısaca ‘herkesin bireysel vicdanı ile ilgili her şeyin’ okullardan uzaklaştırılması buyruldu ve bu buyruk yavaş yavaş gerçekleşti,” biçiminde aktarır.

Benzer şekilde, 1917 Ekim Devrimi’yle birlikte kurulan sosyalist devletin de ilk kararnamelerinden biri, “kilise ile devletin ayrılması” olmuş, kilisenin elindeki bütün sermaye kamulaştırılmıştır. Böylece din, her Sovyet vatandaşının “özel meselesi” hâline getirilir, “okulların kiliseden ayrılması” kararı alınır ve “seçmeli” bile olsa dinsel konuları içeren derslerin okutulmasına izin verilmez.

Marksizm’de din ve laiklik, sanıldığının veya kimilerince yakıştırıldığının aksine, döneme uygun örnek ve değerlendirmeler eşliğinde kapsamlı biçimde ele alınmıştır. Örneğin, Paris Komünü’nün, dini, kararnamelerle yasaklamayı öneren anarşist üyelerini eleştirirken Friedrich Engels, “Kesinlikle söylenebilir ki bugün Tanrı’ya yapılacak en büyük yardım, tanrısızlığı bir inanç maddesi hâline sokmak ve dini genel olarak yasaklamaktır,” demişti.

Laikliği, “Kilisenin devletten tamamen ayrılması. Hiçbir ayrım olmaksızın tüm dinsel toplulukların devlet tarafından özel kurumlar olarak görülmesi. Kamu fonlarından hiçbir şekilde yararlanmamaları ve kamu okullarındaki tüm etkilerinin silinmesi,” biçiminde tanımlayan Friedrich Engels, işçi partisinin aynı zamanda dinin etkisini ortadan kaldırmak için ideolojik olarak da mücadele etmesi gerektiğine dikkat çeker.

“Din Üzerine” adlı eserinde kapsamlı bir çalışma ortaya koyan V. İ. Lenin ise, Friedrich Engels’in “devlete ilişkin olarak, din bütünüyle kişisel bir sorundur” ifadesini yorumlar ve “Devlet dinle ilgilenmemelidir; dinsel kurumlar devlete bağlı olmamalıdır. Herkes istediği dini savunmakta ya da dinsiz, yani genelde her sosyalist gibi ateist olduğunu açıklamakta özgür olmalıdır” değerlendirmesini yapar.[82]

Özetle devletin dini kişisel bir sorun olarak görmesi ve tüm inanç kesimlerine eşit mesafede durması ile proletarya partisinin duruşu özdeş/paralel değildir. Parti, inanca saygılı davranır ancak dinin propaganda edilmesine ve hurafelerin yaygınlaştırılmasına karşı çıkar. Bu bağlamda laiklik nasıl din düşmanlığı değilse, inanç özgürlüğü de batıl inançları yayma özgürlüğü değildir.

V.1) “SONUÇ YERİNE”

Zor günlerden geçerken; Prometheus’un hatırlamalı/ hatırlatmalıyız…

Prometheus titan soyundan ölümsüz bir tanrıdır. Sonsuz, akıl gücüne sahiptir. Bu yüzden Zeus onu pek sevmez, çünkü akıl gücü tanrıların başı Zeus’un tekelindedir. Adı önceden gören anlamına gelen Prometheus kahindir ve Gaia, Kronos’a nasıl devrileceğini haber verdiyse, Prometheus da Zeus’un bir gün devrileceğini bilir. Prometheus, Zeus’u sürekli bir kuşkunun boyundurluğu altında tutar. Prometheus başından beri insanlardan yana taraf olmuştur. Olymposluların egemenliğini devirmek ve insanların egemenliğini getirmek ister. Zeus’u aldatmakla onu insanlara karşı kışkırtır ve Zeus ateşi insanların elinden alır. Zeus’un insanlardan aldığı ateşi geri kazanmak için Prometheus, Olympos’a çıkar ve ateşi çalar. Evet, Prometheus ateşi tanrılardan çalmış ve insanlara verdiği ve tanrıların kurmuş olduğu düzene karşı geldiği için de zincire vurulmuş yaman bir ceza çekmektedir. Hesiodos’un pek üzerinde durmadığı bu mitolojik olaya Aiskhylos’un tragedyasından bakacağız şimdi. Bu tragedyada Prometheus bir mahkemededir ve kendisini savunur. Savunmasında değer olarak benimsediği iki kavram üzerine direnir: Bilinç ve özgürlük.

Koronun “Sözünü sakınmıyorsun. Başına gelen boyun eğdirmiyor sana” sözüne karşılık Prometheus “Ne yaptımsa” diyor: “Bile bile yaptım”…

Zeus’un etrafı buyruklarını isteyerek ya da istemeyerek yerine getiren tanrılar ve dalkavuklarla doludur. Ona tek başkaldıran Prometheus’tur. Evreni yöneten tanrıların ve insanların egemeni Zeus özgürdür. Prangaya vurulmuş sonsuza dek işkencelere mahkûm ölümsüz olduğu için canına kıyma özgürlüğünden de yoksun Prometheus köledir. Ama bakalım gerçekten öyle mi? Evren Zeus’un kurbanları ve dalkavuklarıyla dolmuştur. Zeus bugünü ve yarını da yasalarının tekeline geçirmişe benzer. Oysa gerçekte tam tersidir; Zeus köle Prometheus özgürdür. Zeus’un devrileceğini öngören Prometheus özgürdür çünkü Zeus bütün kurbanları, uşakları ve dalkavukları karşısında çaresizdir. Prometheus ateşi Zeus’tan çalıp insanlara vermiştir ve tanrıların babası, bulutları devşiren Zeus ona engel olamamıştır. Savaş Zeus ve Promehteus arasındadır. Bir özgürlük ve kölelik savaşıdır.

Köle olmak istemeyenler başlarını kaldırıp, ayaklanmalıdırlar…

Vazgeçmişliğin, teslimiyetin, sinikliğin insan(lık)a katacağı hiçbir şey yoktur…

Siniklik; uyumluluk, kabullenme, pasiflik, boyun eğme, teslim olma, dikkate almama, kendine yönelme, hatta kendine yönelememe kısaca insanı, örneğin, şaşırmaktan ya da öfkelenmekten feragat ettirir ve sonunda kayıtsızlığa teslim eder. Kayıtsızlık hayatın anlamını yitirmesi, insanın psikolojik ölümüdür. Şiddete kayıtsızlık, yaşananlara kayıtsızlık, memleket meselelerine kayıtsızlık, emeğe kayıtsızlık, sevgiye kayıtsızlık… “Hiçbir şeyi etkileyemem ve değiştiremem” düşüncesinin ürünüdür. Anlamlandırma duygumuzu kaybedersek yalnızlık, boşluk ve hiçlik duygumuz da büyür. Yabancılaşma ve sonrası duygulanımsızlık… Hissetmediğimiz yaraları iyileştiremeyiz.

“Kayıtsızlık dili geçersiz kılıyor, işaretleri anlaşılmaz hâle getiriyor. Sabırlısın ama beklemiyorsun, özgürsün ama seçmiyorsun, müsaitsin ama hiçbir şey seni harekete geçirmiyor. Hiçbir şey istemiyor, hiçbir şey talep etmiyor, hiçbir şeyi dayatmıyorsun. Hiç dinlemeden duyuyor, hiç bakmadan görüyorsun…”[83]

Nihayetinde “Filozoflar gerçek âlimlerin her şeye kayıtsız olduğunu söylerler. Yalan; kayıtsızlık bir ruh felci, zamansız ölümdür,” der Anton Çehov.[84]

Bu durumda Immanuel Kant, ‘Aydınlanma Nedir?’ başlıklı makalesinde yıllar önce, “İnsan ne çekiyorsa aklını kullanma cesaretini göstermemekten çekiyor; bu düşkünlüğünden dolayı da hiç kimseyi suçlamasın, sorumlusu kendisidir, artık aklınızı kullanma cesareti gösterin,” diyordu.

Erdemin üç asgari özelliği; i) Bilgi, ii) Adalet, ölçü, eşitlik ve iii) Cesaret’ten oluşurken; düşünme için bilgi, yeni bilgi üretimi için de düşünme cesareti temel bir şartı oluşturur.

Unutulmasın: Bilgi ve akıl, düşünme cesareti ile mümkün oluyor (Görmeden düşünmeden bilgi üretmek imkânsız)…

Gözünüzü aklınızı kuma da gömmeyin, kimseye de teslim etmeyin. Özgürlük emek ve cesarettir, birileri tarafından bahşedilmez. Hayat denileni, dayatılanı sorgulayıp tartışmıyorsak, haklarımıza sahip çıkmıyorsak özgürlüğü hak etmiyoruz demektir. Bakiyesi cehalet, zorbalık ve köleliktir.

Evet Derviş Zaim’in deyişiyle, “Ütopya yoksa felaket var”ken;[85] özgürlük ve değişimin dinamosu bilgi üretim, adalet ve cesaretten (irade) geçmektedir.[86]

İşte tam da bunun için Karl Marx’ın, Eleştiri silahı hiç kuşku yok ki silahların eleştirisinin yerini alamaz; maddi bir güç, ancak başka bir maddi güçle alt edilebilir. Ama bir kuram da kitleleri kavradığında… radikalleştiğinde maddi bir güce dönüşür. Radikal olmak şeyleri kökünden kavrayabilmektir. Ama insan için kök, insanın kendisidir,”[87] uyarısını kulağımıza küpe edip, hayata geçirmekten başka açarımız kalmamıştır; Friedrich Engels’in, “Eğer yenilmişsek, yapmamız gereken tek şey, baştan başlamaktır,” uyarısı eşliğinde…

11 Kasım 2016 14:43:35, Ankara.

N O T L A R

[*]19 Kasım 2016 tarihinde Mersin Cafe Rail’deki kültürel etkinlikte yapılan konuşma… 3 Aralık 2016 tarihinde Antalya’da Genç-Sen’in düzenlediği etkinlikte yapılan konuşma… 3 Aralık 2016 tarihinde Antalya GENÇ SEN’in konferansta yapılan yapılan konuşma… Kaldıraç, No:185, Aralık 2016…

[1] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011.

[2] Geçerken “iktidar” kavramını iktisadi-siyasal bağlamın dışına taşıyan post-yapısalcı bir zırvayı da aktarmalı: “İktidar bir töz değildir. İktidar, kökeni uzun uzadıya araştırılması gereken esrarengiz bir şey de değildir. İktidar yalnızca bireyler arasındaki bir tür ilişkidir. Bu tür ilişkiler spesifik ilişkilerdir; yani mübadeleyle, üretimle, iletişimle hiçbir ilgileri yoktur; ama onlarla birleştirilebilirler. İktidarın karakteristik özelliği, bazı insanların başka insanların davranışını az çok bütünüyle (ama asla tamamen ya da zorlamayla değil) belirleyebilmeleridir. Zincire vurulup dövülen bir adam kendisi üzerinde güç uygulanmasına maruz kalmaktadır. Ama bu iktidar değildir. Ne var ki, ölümü tercih ederek ağzını açmamakla ısrar etmek gibi kesin bir tavır koyabileceği bir durumda konuşmaya kışkırtılabilmişse eğer, o takdirde belli bir şekilde davranmaya itilmiş demektir. Bu durumda o insanın özgürlüğü iktidara tabi olmuştur. Yönetime boyun eğmiştir. Eğer birey özgür kalabilecek hâldeyse, bu özgürlük ne kadar dar kapsamlı olursa olsun, iktidar onu yönetime tabi kılmayı başarabilir. Potansiyel bir reddetme ve başkaldırı olmadan iktidardan söz edilemez.” (Michel Foucault, Özne ve İktidar, Çev: Işık Ergüden-Osman Akınhay, Ayrıntı Yay., 5. baskı, 2016.)

[3] Hannah Arendt, Şiddet Üzerine, Çev: Bülent Peker, İletişim Yay., 8. baskı, 2016, s.57.

[4] “Nasıl oluyor da iktidar sahibi insanlar, hangi alanda olursa olsunlar, bizi kederli bir tarzda duygulandırmaya, etkilemeye ihtiyaç duyuyorlar? Neden kederli tutkular gereksiniyorlar? Evet, kederli tutkular tattırmak iktidarın işleyişi için zorunludur… Eyleme geçme gücünüzü azaltan kederde hiçbir şey üzüntünüz içinde sizi kederle etkileyen bedenlerle sizin aranızda ortak olan herhangi bir şeyin ortak mefhumunu oluşturmanıza el vermeyecektir. Çok basit bir nedenle, çünkü sizi kederle duygulandıran beden sizinkine uygun olmayan bir ilişki çerçevesinde duygulandırdığı ölçüde kederle duygulandırmaktadır. Spinoza çok çok basit bir şey söylemek istemektedir: keder insanı zeki kılmaz. Kederlenince hapı yutmuşsunuz demektir. İşte bu yüzdendir ki iktidarların yönetilenlerin üzüntülerine ihtiyaçları vardır. Endişe hiçbir zaman zekânın ya da bir hayatın kültürel oyunu hâline gelememiştir. Ne zaman ne sürece kederli bir duygunuz varsa, bunun nedeni sizin bedeniniz üzerinde bir bedenin, sizin ruhunuz üzerinde bir ruhun, sizinkine uygun olmayan bir ilişkiler ve koşullar çerçevesinde sizi etkilemesidir. O andan itibaren kederde hiçbir şey sizi ortak bir mefhuma götürmeyecektir. Yani, iki beden ve ruh arasında ortak olan herhangi bir şeyin fikrini oluşturamayacaksınız.” (Gilles Deleuze, Spinoza Üzerine On Bir Ders, Çev: Ulus Baker, Kabalcı Yay., 2008.)

[5] “İşçi sınıfı, kendi gelişim hareketi içinde, eski uygar toplumun yerine, sınıfları ve onların uzlaşmaz karşıtlıklarını dıştalayacak bir birlik koyacaktır ve bu anlamıyla, siyasi iktidar diye bir şey artık kalmayacaktır, çünkü siyasi iktidar, uygar toplumdaki uzlaşmaz karşıtlığın resmi dışa vurumundan başka bir şey değildir.” (Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011.)

[6] Ergin Yıldızoğlu, “Artık Sizin Çocuklarınız Yönetmeyecek”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2016, s.9.

[7] “Bence okullarda yapılan en büyük yanlış, çocukları korkuyla motive ederek bir şey öğretmeye çalışmaktır. Not alma korkusu, sınıfta kalma korkusu gibi. Bir konuya ilgi duyarak öğrenmek ile korku ile bir şeyi öğrenmek arasında nükleer bir patlama ile bir kıvılcım kadar fark vardır.” (Stanley Kubrick.)

[8] Cumhuriyet, 31 Temmuz 2012.

[9] “Düşünceli ve kendini bir amaç uğruna adamış küçük bir grup vatandaşın dünyayı değiştirebileceğinden şüphe etmeyin. Aslında elimizde olan tek şey bu.” (Margaret Mead.)

[10] “Ali Koç: Eğitim Sistemi Değişmeli”, Cumhuriyet, 8 Kasım 2015, s.9.

[11] Özlem Yüzak, “Eşitsiz, İşsiz, Eğitimsiz, Borçlu…”, Cumhuriyet, 23 Eylül 2016, s.9.

[12] Özlem Yüzak, “Proje Okulları… 10 yıl Sonrası…”, Cumhuriyet, 14 Ekim 2016, s.9.

[13] Melis Alphan, “Toplum Dinci Eğitimle Dindarlaşmayacak”, Hürriyet, 16 Kasım 2015, s.5.

[14] İhsan Çaralan, “Müfredattan ‘Proje Okullar’a Laik-Bilimsel Eğitim Mücadelesi”, Evrensel, 24 Ekim 2016, s.3.

[15] 2010 KPSS’de “FETÖ terör örgütü”nün amaçları doğrultusunda kopya çekildiği iddiasıyla 230 şüpheli hakkında açılan davanın Ankara Cumhuriyet Savcısı Yücel Erkman tarafından hazırlanan iddianamede ilginç bilgiler yer aldı. KPSS’de kopya davasıyla ilgili iddianamede, sınavda yüksek puan alanların, “Allah zihnimi açtı” ifadeleri yer aldı. İddianamede Eski ÖSYM başkanları Ünal Yarımağan’ın 30, Ali Demir’in 7.5 yıl hapsi istendi. (Türker Karapınar, “Allah Zihnimi Açtı Tıkır Tıkır Yaptım”, Milliyet, 13 Aralık 2015, s.23.)

2010 KPSS’nin ardından 2012 KPDS ve ALES’le ilgili başlatılan soruşturmada, cemaatten ayrılan M.Y.Ö. şu çarpıcı ifadeler verdi.

Onların yöntemi: İzmir’de akademik kariyer yapmayı düşünen lisans mezunlarının abisi Yusuf isimli kişiydi. Sohbetlerde Türkan Saylan gibi kişilerin din düşmanı olduğu, bölücü olduğu, bunlarla mücadele edilmesi gerektiği şeklinde konuşmalar yapılırdı. Bölücü, sosyalist, sol, ateist düşünceye mensup kişilerin sınav sorularını ÖSYM’den çaldıklarını, onlarla onların yöntemleriyle mücadele edilmesi gerektiğini söylüyorlardı.

Herkes aldı, biz de aldık: Yusuf ve İsmet cemaate mensup öğrencileri üçerli gruplar hâlinde farklı zamanlarda kalmakta olduğumuz yurtta bir odaya alıyorlardı. İsmet bize, ‘Burada duyduklarını, gördüklerini kimseye söylemeyeceğine namusun ve şerefin üzerine yemin ederim’ şeklinde yemin ettirerek, Kur’an’a el bastırdı. Bunda kul hakkı olduğunu söylediğimde Yusuf abi bize herkesin soruları aldığını, bu nedenle kendilerinin de aldığını söyledi.

70 soru gösterdi: 2012 yılı KPDS sınav sorularıyla cevaplarını bir word belgesi hâlinde bize veren kişiler Yusuf ve yardımcısı İsmet G’dir. Sınavda 80 soru soruluyordu. Bize 70 soruyu ve cevabını gösterdi. Cevap anahtarını bir belge olarak bize vermedi. Bize gösterilen soruların aynısı sınavda çıktı.

Akademisyenler yardım ediyordu: 2012 yılı ALES sorularını ise bana cemaatin evinde Yusuf’un bilgisi dahilinde İsmet verdi. Sınavda 50-50-50 olmak üzere 150 soru soruluyordu. İsmet bize 120 soruyu ve cevabını gösterdi. Ben bu sınavdan 81,00 puan aldım. Araştırma görevlisi olarak başladıktan sonra üniversitede akademisyenlerin abisi Doç. Dr. C.H. idi.

Hiyerarşik yapı: Cemaatte hücresel bir yapılanma vardır. Aşağıda küçük gruplar ve o gruplardan sorumlu bir abi vardır. Benim mensup olduğum grubun abisi C.A’dır. O da yukarıda bir başka abiye bağlı. Ben bu kişinin kim olduğunu bilmiyorum. En üstte ise cemaat lideri Fethullah Gülen bulunmaktadır. Burs, himmet, yardım şeklinde toplanan paraları en küçük grubun abisi bağlı olduğu abiye iletir ve cemaatin parasal faaliyetleri bu şekilde devam eder. (Alican Uludağ, “Kur’an’a El Bastırıp Soru Sızdırmışlar”, Cumhuriyet, 9 Mart 2016, s.4.)

[16] Bülent Falakaoğlu, “Eğitim Cenderesi: Para, Kalitesizlik, Göç”, Evrensel, 19 Eylül 2016, s.5.

[17] Deniz Ülkütekin, “Yoksula Üniversite Yolu Kapalı”, Cumhuriyet, 29 Mayıs 2015, s.20.

[18] “Eğitim Sistemi Yazboz Tahtası”, Özgürlükçü Demokrasi, 3 Kasım 2016, s.2.

[19] Işık Kansu, “1 Milyon İmam Hatipli Eğitim”, Cumhuriyet, 17 Eylül 2016, s.12.

[20] Sinan Tartanoğlu, “194 Bin Kız Öğrenci Eve Hapsoldu”, Cumhuriyet, 23 Mart 2016, s.16.

[21] Figen Atalay, “İlkokul 2’ye Arapça”, Cumhuriyet, 23 Ekim 2015, s.7.

[22] Sinan Tartanoğlu, “Hafızlara TEOG’suz İHL Yolu”, Cumhuriyet, 29 Ekim 2016, s.2.

[23] “TÜBİTAK Yine Bir ‘Bilimsel’ Projeye İmza Attı: Tillo Evliyalarının Kerametleri”, Cumhuriyet, 18 Nisan 2016, s.8.

[24] Mahmut Lıcalı, “10 Öğrenciden Biri Taşınıyor”, Cumhuriyet, 23 Mart 2013, s.10.

[25] Rabia Yılmaz, “Din Kültürü Öğretmeni Sordu: FETÖ’nün Akıl Hocaları Kimdir?”, Birgün, 6 Kasım 2016, s.3.

[26] İklim Öngel, “Çocuklar Kimsesiz”, Cumhuriyet, 27 Aralık 2014, s.3.

[27] Figen Atalay, “Cismi Yok, İsmi Var”, Cumhuriyet, 26 Şubat 2013, s.8.

[28] Fehim Işık, “… ‘Dindar ve Kindar Nesil’ Geliyor”, Evrensel, 21 Eylül 2016, s.8.

[29] Gamze Kolcu, “Öğretmen Mutsuz ve Umutsuz”, Hürriyet, 20 Kasım 2015, s.8.

[30] Burcu Cansu, “Yüzde 90.6’sı Umutsuz”, Birgün, 24 Kasım 2015, s.6.

[31] Figen Atalay, “Tacize Uğrayan Çocukları Koruması Gerekenler de Dertli… Öğretmen İstismara Tanık”, Cumhuriyet, 19 Nisan 2016, s.6.

[32] “Mutsuz, ümitsiz, borçlu öğretmenin eğitimsel sorunlarla ilgilenmediğini, çöküş hâlindeki öğretmenin eğitim sistemini de çökerteceğini herkesin bilmesi gerek.” (Ünal Özmen, “Mutsuz, Umutsuz, Borçlu”, Birgün, 27 Kasım 2015, s.7.)

[33] Ayşe Sorucu, “Yüzde 5’inin Evine Haciz Geldi”, Milliyet, 25 Kasım 2012, s.25.

[34] Sinan Tartanoğlu, “Eğitimde Uçurum”, Cumhuriyet, 12 Eylül 2016, s.8.

[35] UNESCO’nun 8 Eylül Dünya Okuma-Yazma Günü öncesi yaptığı açıklamaya göre, küresel çapta 15 yaş üzeri 758 milyon kişi okuma-yazma bilmiyor. Türkiye’de ise bu sayı 7 milyonun üzerinde. Çoğu da kız çocukları. (Esra Ülkar, “7 Milyon Türk ‘Okuyamıyor’…”, Hürriyet, 8 Eylül 2016, s.8.)

BM, dünya çapında temel eğitimi sağlama konusunda, pek çok hükümetin sınıfta kaldığını açıkladı. “2000 yılında, 164 ülke, Dünya Ekonomi Forumu’nda 2015’te ‘herkes için temel eğitim’ ilkesinde uzlaşmıştı. Ancak bu bunu gerçekleştirmeyi, çok az ülke başardı. 58 milyon çocuk eğitimden yoksun, 100 milyon çocuk da ilkokulu bitiremiyor. Türkiye ise 207 ülke arasında eğitim hedeflerini gerçekleştirmede 65. sırada yer aldı. (“Dünya İlkokulu Geçemedi”, Cumhuriyet, 10 Nisan 2015, s.10.)

BM Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF), Ortadoğu’daki savaşların 13 milyon fazla çocuğu eğitimden yoksun bıraktığını duyurdu. (“UNICEF: Ortadoğu’da 13 Milyondan Fazla Çocuk Eğitimden Yoksun”, Cumhuriyet, 4 Eylül 2015, s.10.)

UNESCO’nun raporuna göre dünyada 6-17 yaş arası 263 milyon çocuk ve genç okula gidemiyor. 2000’den 2014’e ilk, orta ve lisede okul dışı çocuk sayısı 111 milyon azalsa da, birçok bölgede cinsiyet eşitsizliği ve gelir adaletsizliği gibi konular büyük bir problem olmayı sürdürüyor.

UNESCO’nun 2014 verilerine göre dünyada ilk, orta ve lise düzeyinde 263 milyon çocuk ve ergen okul dışı. 2000’de 374.7 milyon çocuk ve genç okula gitmiyorken, bu sayı 2014’te 263 milyon oldu. Sorunlara rağmen 2000’den 2014’e okul dışı çocuk ve genç sayısında azalma var.

Üç kademe arasında en yüksek oran ise lisede. 2014 verilerine göre 141.8 milyon ergen liseye gitmiyor. Bu sayı, 2000’de 176.3 milyonken birçok ülkede lisenin zorunlu tutulması ile önemli ölçüde geriledi. 2000 yılı verilerine göre 100 milyon ilkokul çağındaki çocuk okula gidemezken, 2014’te bu sayı 61 milyona düştü. Ortaokulda ise 15 yılda 98.3 milyondan 60.2 milyona geriledi.

Raporun değerlendirildiği yıllar arasında kızlar, erkeklere göre ortaokul hariç daha fazla mağduriyet yaşıyor. 2014 verilerine göre ilkokulda 32.1, ortaokulda 29.1 ve lisede 69.1 milyon kız okul dışı. Erkeklerin ise ilkokulda 28.9, ortaokulda 31.1 ve lisede 72.7 milyonu eğitim almıyor. 2000’den 2014’e ortaokulda kızlar, erkeklere göre daha büyük oranda okullaştı. (Önder Öndeş, “263 Milyon Hâlâ Okulsuz”, Hürriyet, 19 Eylül 2016, s.28.)

[36] ABD’nin en eski üçüncü yüksek öğrenim kurumu, akademik araştırma anlamında dünyanın önde gelen üniversitelerinden Yale’in Singapur’da Ulusal Singapur Üniversitesi’yle (NUS) kuracağı ortak kampüs ifade özgürlüğü tartışması başlattı. Siyasi muhalefete tahammülsüzlüğüyle bilinen baskıcı şehir devleti Singapur yönetimi, Yale’den Ağustos 2013’te açılacak kampüsünde siyasi protestolara izin vermemesini talep etti. 1701’de kurulan Yale’in yönetimi de kârlı anlaşmayı riske atmamak adına akademik ve bireysel özgürlükler adına büyük önem taşıyan siyasi protestolar ve öğrenci birliklerin yasaklanmasına göz yumdu. (“Yale Ruhuna İhanet mi Etti?”, Milliyet, 21 Temmuz 2012, s.21.)

[37] Hüseyin Yolcu, “Öğretmenliğin Dönüşümü ve Sınava Hazırlayıcı Öğretmen”, Birgün, 5 Ekim 2016, s.2.

[38] Abbas Güçlü, “Her Şeye Para Var Ama Eğitime Yok!”, Milliyet, 20 Aralık 2015, s.26.

[39] Deniz Ülkütekin, “Özel Okulların Yarısı Üniversiteye Giremedi”, Cumhuriyet, 28 Temmuz 2015, s.7.

[40] Ergin Yıldızoğlu, “Artık Sizin Çocuklarınız Yönetmeyecek”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2016, s.9.

[41] MEB, sorunlarını diğer okullara göre nispeten çözmüş okulların yapısını “proje okul” denilen fanteziyle bozarak, yeni sorunlar doğmasına yol açmak yerine, eğitimin artık kronikleşen okulu terk, sınıf tekrarı ve devamsızlık gibi çok ciddi sorunlarını çözmeye yönelse daha doğru bir iş yapmış olacak. (Alaaddin Dinçer, “MEB’in Fantezisi ve Gerçekler”, Cumhuriyet, 26 Ekim 2016, s.13.)

[42] Figen Atalay, “… ‘Proje Okul’ İhanet Projesi”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2016, s.3.

[43] Bu cümle, iktidarın yaşadığımız tüm eğitim politikasını, tüm okulları imam hatibe çevirmenin arka planındaki fikri deşifre ediyor. Bunu biliyoruz, bize yabancı değil, çünkü bu olayı yaşıyoruz. Fakat bu kişinin fikri yapısı ve söyledikleri bunun çok daha ötesinde. Şimdi konuşmasının kısa versiyonunu dinleyelim: “Evet şimdi oradan çok daha öte noktalara gelindi. Artık bu memlekette neyi bekliyoruz neyi ümit ediyoruz, diyoruz ki artık bütün okullarımızın imam hatip okulu olması zamanı geldi. Bunu söyleyebiliyoruz değil mi.. Hâlbuki bir zamanlar imam hatip okulu diye bir şey yoktu yani. Açtılar bir tane, insanlar korkudan gidip kayıt yaptıramıyordu. Şimdi elhamdülillah dağı taşı dolduracağız. Bunu kim yapacak, hükümetten de beklemeyelim, imam hatiplere sahip çıkmak yine bizim görevimiz. Bir tane açmamız bir şey ifade etmiyor, imam hatip öğretmeniyim ben yani, içerisinde okutulanlar yine aynı kitaplar, yani yanına bir tane Kur’an-ı Kerim dersi koyulmuş. Onun içerisindeki şuuru vermek, okul saatinde yetmiyor; yani bu vakıflar ile oluyor yine. Her imam hatibin kapısında Anadolu Gençlik çalışması olacak. Burada bakıyorum çocuklarımıza Anadolu Gençlik teşkilâtımızı kurduk elhamdülillah, o teşkilâttaki çocuklar…” (Orhan Bursalı, “Yeni Kabataşlı, İmam Hatipçi Şakir Voyvot Tam Ne Dedi?”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2016, s.6.)

[44] Özgür Mumcu, “Proje Okullar”, Cumhuriyet, 12 Ekim 2016, s.3.

[45] Gözde Bedeloğlu, “Kuşatılmış Eğitim”, Birgün, 28 Ekim 2016, s.2.

[46] Nihal Kemaloğlu, “… ‘Ortak’ Değerimiz, Paralı Sınıf!”, Birgün, 5 Ekim 2016, s.9.

[47] “Milli Eğitim Şube Müdüründen Talimat: Her Okul En Az Bir Hatim İndirsin!”, 29 Ekim 2016… http://haber.sol.org.tr/toplum/milli-egitim-sube-mudurunden-talimat-her-okul-en-az-bir-hatim-indirsin-173965

[48] Turan Eser, “Diyanet, Cami Gençlik Kolu (CGK) Kurarsa…”, Birgün, 25 Ekim 2016… http://www.birgun.net/ haber-detay/diyanet-cami- genclik-kolu-cgk-kurarsa- 132834.html

[49] “AKP’den Diyanet Eliyle Gençliğe Din Tuzağı”… http://www.halkinbirligi.net/akpden-diyanet-eliyle-genclige-din-tuzagi/

[50] Ergin Yıldızoğlu, “Disiplin Gerekiyor. Eğitim Şart!”, Cumhuriyet, 11 Temmuz 2016, s.9.

[51] Eylem Nazlıer, “Okul Panoları Şiddet Sarmalında”, Evrensel, 7 Kasım 2016, s.3.

[52] Deniz Ülkütekin, “Lisede Taciz ve Tövbe Eğitimi”, Cumhuriyet, 25 Ekim 2016, s.4.

[53] Sinan Tartanoğlu, “İmam Hatipte Ayrımcılık Üzerine Ayrımcılık: Önce Başını Ört”, Cumhuriyet, 27 Ekim 2016, s.2.

[54] Uğur Şahin, “Kız ve Erkek Öğrencilerin Yan Yana Oturması Yasak!”, Birgün, 31 Ekim 2016, s.3.

[55] Sinan Tartanoğlu, “Din Dersine ‘Evet’ İngilizceye ‘Hayır’…”, Cumhuriyet, 31 Ekim 2016, s.3.

[56] Serbay Mansuroğlu, “Esnafa, ‘Öğrenciye Etek Satmayın’ Uyarısı”, Birgün, 28 Ekim 2016, s.3.

[57] “Doğubayazıt’ta Yine Öğrenciler Sandviçten Zehirlendi”, Cumhuriyet, 13 Ekim 2016, s.3.

[58] Rahmi Öğdül, “Yüreklerin Vuruşu Ölçüye Sığar mı?”, Birgün, 4 Kasım 2016, s.15.

[59] “Milli Eğitim Bakanı Yılmaz: 28 Bin 163 Personel İhraç Edildi”, Cumhuriyet, 25 Ekim 2016, s.14.

[60] Serbay Mansuroğlu, “Muğla’da 259 Öğretmen İl Dışına Sürgün Edildi!”, Birgün, 6 Kasım 2016, s.3.

[61] “Eğitmenden Folklor Ekibine ‘Tokatlı’ Motivasyon”, Cumhuriyet, 21 Nisan 2015, s.6.

[62] “Müdür Gay Öğrenciyi Kız Lisesine Sürdü İddiası”, Birgün, 14 Ekim 2016, s.3.

[63] Mehmet Çınar, “Okulda Böyle Ceza Olur mu? Tembeller, Terbiyesizler, Yuh…”, Hürriyet, 21 Ekim 2016… http://www.hurriyet.com.tr/okulda-boyle-ceza-olur-mu-tembeller-terbiyesizler-yuh-40254841

[64] Ahmet Cemal, “… ‘Üniversite’yi Savunan Akademisyenler Kaldı mı?”, Cumhuriyet, 27 Haziran 2016, s.14.

[65] Figen Atalay, “Sıfır Oy Alan mı Rektör Olsun?”, Cumhuriyet, 22 Ekim 2016, s.14.

[66] İlk kez olmadı, ama beklendiği gibi, yine oldu. İstanbul Üniversitesi Rektörlük seçiminde en çok oyu alan Prof. Raşit Tükel değil, ikinci sıradaki aday Prof. Mahmut Ak, önce YÖK listesinde birinci sıraya çekildi, sonra da Cumhurbaşkanı tarafından rektör olarak atandı. (Nuray Mert, “İstanbul Üniversitesi Rektörlük Atamasına Dair”, Cumhuriyet, 6 Nisan 2015, s.5.)

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın rektörlük koltuğuna Prof. Dr. Mahmut Ak’ı atamasına ilişkin olarak, Prof. Dr. Raşit Tükel, ‘Seçim niye yapıldı?’ diye sordu… (Aysel Bozan, “Sonuca Uyulmayacaksa Neden Seçim Yapıldı?”, Milliyet, 4 Nisan 2015, s.22.)

[67] Zehra Özdilek, “Rektörlük Akademisyen İçin Hapis Cezası Önerdi”, Cumhuriyet, 30 Ağustos 2016, s.4.

[68] Uğur Şahin, “Ülke Yönetiminin Bir Örneği; Gümüşhane Üniversitesi”, Birgün, 13 Ekim 2016, s.3.

[69] İnanç Yıldız, “AKP’li Dekandan İntihal Rekoru: 58 Yayında 45 İntihal”, Evrensel, 16 Nisan 2016… https://www.evrensel.net/haber/277695/akpli-dekandan-intihal-rekoru-58-yayinda-45-intihal

[70] Dilara Kan, “Kocaeli Üniversitesi’nde OHAL İlan Edildi!”, Birgün, 16 Ekim 2016, s.4.

[71] Hüseyin Şimşek, “SDÜ’de Katmerli Hukuksuzluk”, Birgün, 4 Kasım 2016, s.3.

[72] TBMM Milli Eğitim Komisyonu’nun gündeminde bulunan Milli Eğitim Bakanlığı’nın Teşkilât ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı ile kurulması öngörülen beş devlet üniversitesinin arasında Van Zehra Üniversitesi de yer alıyor.

Aynı zamanda AKP Van Milletvekili olan TBMM Milli Eğitim Komisyonu Başkanı Beşir Atalay’ın gayretleri ile kurulma aşamasına gelen üniversite ile ilgili olarak AKP Van Milletvekili Burhan Kayatürk de yerel basın organlarına verdiği demeçte, bu konuda bugüne kadar derinde yapılan bir çalışma olduğunu söyledi.

Kayatürk, “Heyecan verici bir olay Van için. Bu Van için 100 yıllık bir rüya. Güzel bir proje… Bugün Mısır’da, Malezya’da ve daha birçok yerde böyle üniversiteler var. Türkiye’de de bu üniversite bir ilk olacak. İslâm alemindeki birçok devletlerden de buraya ilgi alâkâ olacaktır. Bu tam anlamıyla bir düşünce merkezi de olacak” dedi.

Van’da kurulması için çalışmaların uzun zamandır yürütüldüğü üniversite için 2012 yılında Van Valiliği, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörlüğü, Risale Akademi ve Akademik Araştırmalar Vakfı bir sempozyum düzenledi.

Sempozyumun sonuç bildirgesinde, Said Nursi’nin eğitim felsefesine uygun eğitim kurumlarının kurulması, Medresetüzzehra eğitim kurumlarının Uluslararası Medresetüzzehra Üniversitesi olarak öncelikle Van’da kurulması gerektiği yer aldı. Dönemin Van Valisi Münir Karaloğlu da yaptığı konuşmada, “Said Nursi’nin bu topraklardaki kardeşliğin bekâsı için projelendirdiği Medresetüzzehra Üniversitesi artık kurulmalı. Van’dan bu topraklardan çıkan irfan, çok daha görünür kılınmalı. Bediüzzaman’ın eğitim modeli tüm İslâm coğrafyasında en üst düzeyde tartışılmalı” ifadelerini kullandı. (Nurcan Gökdemir, “Said Nursi’nin Hayalini AKP Gerçekleştiriyor”, Birgün, 2 Haziran 2016, s.3.)

[73] “Akademide 12 Eylül’e Dönüş”, Evrensel, 31 Ekim 2016, s.8.

[74] “Eğitim Sen: Üniversitelerimizi YÖK’e, OHAL’e ve Diktatörlüğe Teslim Etmeyeceğiz!”, Birgün, 7 Kasım 2016, s.3.

[75] Cansu Pişkin, “Yaşananlar YÖK ile Başlayan Yok Etme Sürecinin Son Aşaması”, Evrensel, 6 Mayıs 2016, s.3.

[76] Dilek Şen, “Yoldaşlarımızla Birlikte Atıldık”, Cumhuriyet, 31 Ekim 2016, s.10.

[77] Albert Camus, Düşüş, Çev: Hüseyin Demirhan, Can Yay, 2000.

[78] Fikret Başkaya, “Laikliği Nasıl Bilirsiniz?”, Birgün Pazar, 30 Ekim 2016… http://www.birgun.net/haber-detay/laikligi-nasil-bilirsiniz-133499.html

[79] Mehmet Yeşiltepe, “Marksizmde Laiklik”, Birgün Kitap, Yıl:13, No:501, 16 Ekim 2016, s.8-9.

[80] Fatih Yaşlı, “Paris Komünü, Laiklik, Cumhuriyet”, Birgün, 25 Mayıs 2016, s.3.

[81] Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., Ekim 1997, s.192.

[82] V. İ. Lenin, Din Üzerine, Çev: İsmail Yarkın-Süheyla Kaya, İnter Yay., 1998.

[83] Georges Perec, Uyuyan Adam, Çev: Sosi Dolanoğlu, Metis Yay., 2016.

[84] Murat Yaykın, “Şaka ve Kayıtsızlık”, Birgün, 27 Ekim 2016, s.15.

[85] Canan Aydın, “Derviş Zaim: Ütopya Yoksa Felaket Var”, Birgün, 28 Ekim 2016, s.15.

[86] Adnan Gümüş, “Üniversite Gençliğine Çağrı: Aklın Gücü ve Uzgörüsü Özgürlüğündedir, Cesur Olmayan Erişemez”, Evrensel, 4 Kasım 2016, s.2.

[87] Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., Ekim 1997, s.201.

 

Exit mobile version