Site icon Rojnameya Newroz

Hegemonya veya hegemonyaya sahip olma 

Hegemonya

Enver Şen / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız 

Herhalde hegemonya ya da hegemonyacılık insanlığın yerleşik topluma geçtiği süreçten itibaren vardı. Aile içinde; baba veya anne, köyde köy ileri gelenleri, dini liderler, kabile ya da aşiret reisleri vs. Bu listeyi daha da uzatabiliriz. Devletleşeme süreci ile hegemonyacılığın siyasi, ekonomik ve sınıfsal sınırları daha da genişletilmiş duruma geldi. Kesin verilere ulaşmak zor olmasına rağmen MÖ 18.yy’da eski Mezopotamya, Mısır ve Yunan şehir devletlerinde başlayan en azından yasal olarak kaldırıldığı MS 18.yy’a kadar süren binlerce yıllık kölelik tarihi yaşandı.  Avrupa beyaz sömürgeciliğini 1415’te Portekizlilerin Kuzey Afrika’da Ceuta şehrini işgal etmesiyle başlatmak mümkündür. Günümüzden 500 yıl önce başlayan batı sömürgeciliği hala değişik yöntemlerle devam ediyor. Tarihte genel olarak ilk büyük hegemonyacı güç olarak Akad imparatorluğu gösterilir. Daha sonraları bölgemizde etkili olan hegemonyacı imparatorluk ve devletleri Pers, Roma, Abbasi, Osmanlı, İngiliz ve ABD diye sıralamak mümkündür. Buna bölgesel güçler dahil edilmemiştir. 20/21. yy küresel hegemonya sahipleri ise İngiltere ve ABD’dir. Bugünkü anladığımız haliyle hegemonya deyimini III. Enternasyonal’de bilimsel olarak kullanılmasını sağlayan İtalyan Marksist Antonio Gramsci (1891- 1937) olmuştur. Gramsci hegemonyayı bir sınıfın bir devletin veya bir grubun, başka bir sınıfı, devleti veya grubu zorla ya da gönüllü olarak siyasi, kültürel ve ekonomik baskı altına alması şeklinde belirtir. Aynı zamanda gönüllü gibi görünen çoğu zaman sınıflar üstü daha geniş bir kitleyi kapsan kültürel hegemonyaların altında da maddi ve ekonomik çıkarların olduğunu dile getirmeye çalışır. Örnek olarak İtalya’nın Florenz kentinde ilk kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesi modern İtalyancanın oluşması sürecinde bölge diyalektiğinin hakim olmasını gösterir. Çünkü üretim ilişkilerinden doğan birçok yeni deyim bu bölgede kullanılmış ve geliştirilmiştir. Bu örneğe özellikle 1950’li yıllardan itibaren batı Avrupa’da çok geniş çevrelerin Amerikan müziği ve yaşam tarzını üstlenmeye çalışmasını ekleyebiliriz. Kapitalizm hegemonyasını sürdürmek için örneğin seçim -sen karar veriyorsun, sen de bundan kazanıyorsun- vasıtasıyla kitleyi ve çok önemli oranda işçi sınıfını da arkasına alma yeteneğini göstermiştir. Başka çözüm bulamadığı süreçlerde de 1920’li yıllardan itibaren önce İtalya sonra Almanya’daki faşist hareketleri destekleyerek hegemonyasını sürdürmeyi başardı. 

Ekim Devrimi’nden sonra dünyada yeni bir çağın başlaması ile özel mülkiyete dayalı (bu bireysel veya devletler eliyle olabilir) hegemonyanın karşısına sosyalist hegemonya alternatif olarak çıktı. Sovyetler Birliği’nin II. Paylaşım Savaşı’ndan başarıyla çıkması; sosyalist hareketin beklenenin üstünde prestij kazanmasına yol açtı. Bu olumlu rüzgar dünyadaki sömürgeci hakimiyete ya da hegemonyaya karşı bağımsızlık hareketlerini hızlandırdı. 1960/70 ve /80’li yıllarda Asya, Afrika ve Latin Amerika’da birçok halk ulusal devletlerini kurmayı başardı. Görünürde bağımsızdılar ancak eski sömürgeciler hala oradaydılar. Büyük oranda sömürünün şekli değişmişti. Bağımsızlık savaşı veren ülkelerin çok önemli bir kesimi hem o ülkelerdeki işbirlikçilerin hem de sosyalist sistemin onlara gelişmeleri için gerekli olan maddi ve teknik yardımlardan bulunamaması; yeniden kapitalist siyasi ve ekonomik hegemonyaların sürmesine neden oldu. Sadece siyasal ve ekonomik olarak değil, aynı zamanda kültürel sömürgecilikte devam etti. Göreceli bir bağımsızlığa sahip olan birçok ülkede sömürgecilerin dilleri eğitim dili olarak kullanılmaya devam etti, hala ediyor. Tüm Latin Amerika (Brezilya hariç) İspanyolca konuşuyor. Az sayıda da olsa Asya’da bazı ülkeler (Pakistan ve Bangladeş) ancak on yıllar sonra yeniden kendi dillerine dönebildi.  Ancak Latin Amerika ve Afrika’da sömürge dilleri hala büyük bir hakimiyete sahip. Afrika kıtasındaki hakim diller sırasıyla İngilizce, Fransızca, Arapça, Portekizce ve Swahili dilleridir. Latin Amerika’da ise İspanyolca ve Portekizce hakim diller. Kuzey Amerika ve Avusturalya’da bilindiği gibi İngilizce konuşuluyor. Elbette bu sayılan dillerin yanında daha yüzlerce yerel dil her iki kıtada konuşuluyor. Fakat bu diller çoğunlukla devletlerin resmi eğitim dilleri arasında yer almıyorlar. II. Paylaşım Savaşı’ndan sonra başlayan soğuk savaş süreciyle dünya iki bloklu hale gelmişti.  Bir tarafta Sovyetler Birliği’nin başını çektiği Sosyalist (ya da Varşova Paktı) öte yandan ABD’nin başını çektiği kapitalist (ya da Nato) blokları. Bu yapı on yıllarca dünya politikasına yön verdi. 1990’ların başında Sovyetlerin dağılmasıyla batı ya da küresel kuzey dediğimiz güçler zafer sarhoşluğu ile kendilerini dünyanın sahibi ilan ettiler öyle de davrandılar. 2009-2017 yılları arasında ABD başkanlığı yapan Barak Obama 25.03.2014 Hollanda’nın Den Haag kentinde yatığı konuşmada alaylı bir şekilde” Rusya ancak bölgesel bir güçtür “diyerek Rusya’yla dalga geçiyordu. İspanya kralı 1. Juan Carlos 2007 yılında yapılan İbero – Amerika toplantısında katılımcıların önünde Venezuela cumhurbaşkanı Hugo Chavez’e “sen niye ağzını tutmuyorsun” diyerek hakaret etmekten sakınca görmüyordu. Birkaç örnek bile Batının eski sömürgelere nasıl baktıklarını bize gösteriyor. 11 Eylül 1973’te Şili’deki faşist darbeden (Sosyalist Cumhurbaşkanı Salvador Allende bu darbede hunharca öldürüldü) sonra, Şili neoliberal ekonomik politikanın uygulandığı ilk ülke durumuna getirildi. Emperyalizm için yeni sömürü düzeni belirlenmişti artık. Mümkün olduğu kadar dünyanın her tarafında uygulanıyordu. Buna Türkiye’deki 24 Ocak 1980 ekonomik tedbirler adı altında alınan kararları da ekleyebiliriz. Kararları uygulamak için 12 Eylül 1980 faşist darbesi yapıldı. Elbette darbeciler buna “terör”ü engellemek diyordu! Yukarıda belirtilen yıllarda sosyalist sistem devam ediyordu dolaysıyla bu yeni ekonomik sistemin karşısında yabana atılamayacak bir güç vardı. Fakat Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bütün yollar açılmıştı. En azından küresel kuzey öyle görüyordu. Bütün kötülüklerin (8 Mart 1983’te ABD başkanı Ronald Reagan Sovyetleri “kötüler imparatorluğu” olarak adlandırıyordu) sorumlusu gösterilen Sovyetler artık yoktu. Dünya ebedi barışa doğru gidecekti. Herkes barış ve dostluk içinde olacaktı. Batı dünyası böyle propaganda yapıyordu. Şoka uğrayan, dağılan komünistlerin, sosyalistlerin, demokratik güçlerin hemen hemen hiçbir etkinliği kalmamıştı. Bu propagandalara karşı koyacak durumda değillerdi. Buna rağmen kapitalizmle dünyaya barışın gelemeyeceğini, dünyayı daha çok savaşın, sömürünün ve yoksulluğun beklediğini dile getirmekten de geri durmuyorlardı. Öyle de oldu; savaşlar, yoksulluk, ekolojik kriz her gün daha da büyüyerek milyarlarca insani çok ağır şekilde etkiledi, etkiliyor. Yugoslavya iç savaşı, Nato’nun Sırbistan’a saldırısı, Irak, Afganistan, Somali, Libya, Yemen, 2011/12 yıllarında sözde Arap devrimi. 24 Şubat 2022 Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı. 15 Mart 2011’de Suriye’de başlayan demokratik halk hareketi başta Türkiye olmak üzere Nato devletlerinin desteğiyle iç savaşa dönüştü. Özellikle de Türkiye’nin cihadistleri her türlü desteklemesi savaşın uluslararası hale gelmesini sağladı. Elbette Türkiye’nin 1984’ten bu yana Kürdlere ve Kürdistan’a karşı sürdürdüğü açık kirli savaşı unutmamak lazım. Kürdistan’da devam eden bu soykırım 40 yıldır Nato ve AB ülkelerince kesintisiz desteklendi hala destekleniyor. Almanya Şansölyesi Scholz’un son ziyareti de bu bağlamda değerlendirilmeli. Erdoğan’a yeni savaş uçakları sözü verildi. Tüm bu savaşlarda milyonlarca insan hayatını kaybetti. Sadece insanlar değil, tüm yaşam ve tabiat yok edilmeye devam ediliyor. Bundan küresel kuzey kadar onlarla işbirliği içinde olan küresel Güneydeki ortakları da suçlu. Kendilerini tek hegemonyal güç olarak gören ve her istediklerini yapabileceklerine inan küresel Kuzey ülkelerinin (tümüne yakını ya Nato ya da AB üyesi) sınır tanımazlığına karşı küresel Güneyden itirazlar yükselmeye başlamıştı. Dünyanın tek merkezliliği kabul görmüyordu. Buna karşı çıkan dünya demokratik güçleri aralıksız elinden geleni yapmaya çalışıyor. Demokratik bir dünya için. Bunun dışında kendileri merkez olmak isteyen ve giderek hem ekonomik hem de siyasal hem de askeri olarak büyüyen kimi ülkelerde tek merkeziyetçiliğe karşı bir araya gelip kendi açılarından mücadele veriyorlar. İlk toplantılarını 2001 yılında Rusya’da yapan Brezilya, Rusya, Çin ve Hindistan (BRIC) ile dünyada yeni ekonomik ve siyasal bir gücün doğuşunu haber veriyorlardı. 2010’da Güney Afrika’nın katılması ile 5 ülkeye ulaşan topluluk kendilerini BRICS diye adlandırdılar. Katılan ülkelerin İngilizce baş harflerindan oluşuyor. Bu tek hegemonyacılığa açık itirazı dünyada çok merkezli (hegemonyalı) bir yapının oluşmakta olduğunun habercisi olarak görebiliriz. Bu saydığımız ülkeleri tek tek ele aldığımızda hiç de demokratik yapıya sahip olmadıklarını görürüz. Ancak çok merkezciliğin dünyanın demokratikleşmesinde önemli bir rol oynayacağını düşünüyorum. BRICS ile ilgili birkaç veriye baktım. Kriter- Dış Politika’da Eylül 2023’te yayınlanan bir incelemede şu veriler açıklanıyor: 1995 dünya ekonomisinin % 44,9’unu oluşturan G7 ülkeleri, 2023’te BRICS’in altına düştü %29,9. BRICS ise % 32,1 

BRICS: Küresel ekonomide petrolün % 43, dünya nüfusunun % 46, Küresel imalat sanayisinin de % 30’una sahip durumda. Günümüzün en yakıcı sorunu Ukrayna (Nato)-Rusya savaşı ile başlayan III. Paylaşım Savaşı.  Orta Doğu’da Kürdistan’daki savaşa ek olarak 7 Ekim 2023’ten itibaren dahada genişleyerek Filistin’i, İsrail’i ve Lübnan’ı içine aldı. Nato ve Rusya’nın silahlı çatışmalarının yanında BRICS (Küresel Güney), G7 ile (Nato+AB) ekonomik ve siyasal çatışması artık daha açık bir şekilde yürütülüyor. Bütün gelişmeler vekalet savaşlarının sonuna doğru gelindiğini gösteriyor. Küresel Kuzey için asıl düşman aynı zamanda büyük bir ekonomik güç haline gelen Çin Halk Cumhuriyeti’dir . Orta Doğu daha da karışık. Kürdistan’ın tümü savaş alanına dönüşebilir. I. ve II. Paylaşım Savaşlarından sonra dünya yeniden dizayn edildi. Sürmekte olan savaşın sonunda da başta Orta Doğu olmak üzere birçok sınırın değişeceği nerdeyse açıklık kazanmış durumda. Özellikle Orta Doğu’daki sınırların köklü değişikliğe uğrayacağını 1990’lı yılların başlarından bu yana ABD ve Nato politikacıları defalarca dile getirdi. Bunu gören Türkiye, Kürdistan’a karşı sürdürdüğü kirli savaşa kimi Kürd yapılarını da katmaya çalışarak meydana gelebilecek sınır değişikliklerini kendi eliyle dizayn etmeyi istiyor. Buna müsaade edilmemeli. Kürdistan’ın yeni sınırları Kürdistanlılar tarafından çizilmeli. Türkiye’nin evcilleştirmeye çalıştığı teslimiyetçilere prim verilmemeli. Kürdistanlıların 200 yıla yakındır devam eden bağımsızlık sevdası gelecek nesillere kalmamalı.  

20 Ekim 2024 

Exit mobile version