25 Eylül 2017 tarihinde Güney Kürdistan’da gerçekleştirilen “Bağımsızlık Referandumu” Kürdistan’ın dört bir köşesinde heyecan yarattı. Kürt halkı derin bir rüyadan uyanır gibiydi ve umutluydu; “bu kez olacak galiba…” diye sevinmişti. Ama sevinç kısa sürede kâbusa dönüştü.
Hüsnü GÜRBEY / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız
YNK içindeki bir güruhun ihanetiyle başta Kerkük olmak üzere Güney Kürdistan’ın kurtarılmış topraklarının %50’si tek mermi atılmadan onursuzca terk edildi. Bu terk, Kürt halkının üstüne karabasan gibi çöktü. “Neden? Nasıl böyle oldu?” diye herkes birbirine sormaya başladı. Kürdistan’ın tarihsel-toplumsal yapısı yeniden değerlendirildi. Acaba neden? Biz tarihimizden niye ders almıyoruz? Neden… Neden… Neden…
Bilindiği gibi Kürdistan’ın aşılmaz dağlık coğrafi yapısı, Kürtleri birbirinden bağımsız sayısız aşiretlere bölmesine neden olmuştur. Bölünmüşlük, Kürdistan’ı işgal etmeye çalışan işgalci güçlerin işini kolaylaştırmış, içimizdeki bazı hainlerde bundan oldukça nemalanmışlardır.
Tarihimizin en yetenekli işbirlikçisi Şeyh İdris-i Bitlisi herkes tarafından bilinir. Kürdistan, Molla İdris-i Bitlisi aracılığıyla, savaşılmadan Osmanlı İmparatorluğu’na ilhak edilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu Kürtlerin bu zaafını ve ülkenin parçalanmışlık durumunu çok iyi kullandı. O kadar iyi kullandı ki, güçlü Mirliklerin (Beyliklerin) güçlerine dokunmadan, güçsüz mirlikleri koruma altına aldı. Aşiretler, “Mir aşiretliği”ne dönüştürülerek, sayısız bağımsız mirlik oluşturuldu. Osmanlılar, Kürdistan’da beylikler ve aşiretler üzerinde öyle bir denge politikası uyguladılar ki, bir beyliğin güçlenmesi ve diğer beylik ve aşiretleri egemenliği altına almasını ve merkezi bir Kürt birliğinin kurulmasını engellediler. Aralarında güç dengesi bulunan feodal beylerin Osmanlı Sarayı ile kurdukları farklı ilişkiler yüzünden birinin egemenliği altında birleşmeyi kendilerine zül saydılar. Her feodal beyin kendini hükümdar saymasıyla birleşme ve merkezileşme fikren yok edilmiştir.
Osmanlı egemenliği, Kürt feodalizminin kendi iç dinamikleriyle gelişimi önlendiği gibi, Kürt yurtseverliğinin oluşumunu da engelledi.
İlki 1636 yılında Osmanlı-İran arasında bölüşülen Kürdistan, 1920’lerde emperyalist güçler ve yerel egemen ülkeler tarafından yeniden paylaşıldı. Böylece Ortadoğu’da Türkiye’ye sınırdaş dört ülkenin her birinde birer Kürdistan oluşturuldu.
Kolay değildir, ana gövdesi dört parçaya bölünen bir ülkenin yeniden ayağa kalkması. Ama Kürtler de özgürlüklerine düşkün bir halk. Kendi iradeleri dışında oluşturulan bu fiili durumu kabul etmediler ve her parçada direndiler. Ama tek başlarına, diğer parçalardaki direnişlerle işbirliğine gidilmeden direndiler ve yenildiler…
Kürdistan’ı aralarından bölüşen sınırdaş dört ülke, Kürtler her ayaklandıklarında, Türkiye’nin öncülüğünde aralarındaki husumetleri bir kenara bırakarak birlikte hareket ettiler. Hatta aralarında Bağdat/CENTO gibi ittifaklar da kurdular. Birlikte hareket etme kararı, eyleme geçen Kürt ulusal hareketlerini çok güç durumda bırakıyordu. Nefessiz kalan Kürt direniş örgütleri, dışarıdan kendilerine uzanan her ele hiç düşünmeden bir kurtarıcı, bir dost eli sanarak sarıldılar. Ulusal dayanışmaları zayıf, liderlik rekabetleri güçlü Kürt örgütlerinin bu zaafını komşu ülkeler çok iyi değerlendiriyorlardı. Oysa aynı ülkelerin bir Kürt sorunu vardı ve fırsatını buldukça içlerindeki Kürtleri eziyorlardı. Kürt örgütleri bunu bilmelerine rağmen yine de gelen yardımları kabul ediyorlardı.
Komşu ülkelerin Kürt örgütlerini kendi çıkarları uğruna kullanmaları Türkiye tarafından hoş karşılanamıyordu. Türkiye, komşu ülkelerin bu onursuz tutumlarını, Kürtleri düşündüğü için tepki vermiyordu, o Kürtlerin varlığını tamamen yok saydığı için tepki veriyordu. Türkiye’ye göre ne Türkiye’de, ne Ortadoğu’da, ne de dünyada Kürt diye bir halk, Kürtçe diye de bir dilin var olmadığını iddia ediyor ve bu iddiasını ispatlamaya çalışıyordu. Oysa komşu diğer üç ülke (İran, Irak ve Suriye) Kürtlerin varlığını inkâr etmiyorlardı; “Kürtler var ama ulusal hakları yok” diyorlardı.
Türkiye haricinde üç ülke hakları olmayan Kürtlerin varlığını kabul edince, bazen aralarındaki sorunları çözmek için komşudaki Kürt sorununu deşmeye, oradaki Kürt parti ve örgütleri desteklemeye çalıştılar. Bunu en fazla İran ve Irak devletleri yaptı. Kürt partileri doğan bu fırsatın sonucunu hiç düşünmeden hemen kabul ettiler. Ama sağlanan her fırsat, hem kendileri hem de Kürt halkı için çok zararlı oldu, toplumsal bünyede kapanmaz yaralar açtı. Bunun en son örneği 16 Ekim 2017 tarihinde Güney Kürdistan’da YNK’nin içindeki bir kliğin öncülük ettiği ihanettir.
Kürdistan tarihi bir kahramanlık tarihi olduğu kadar aynı zamanda bir ihanet tarihidir. Kürt tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur. Burada sadece 1925 Şeyh Said ayaklanmasında yaşanan bir ihaneti okurlarımızla paylaşmak istiyorum.
Cumhuriyet kurulup Kemalist rejim kendisini güvenceye alınca, daha önce Kürtlere verdiği eşitlik ve kardeşlik temeli üzerindeki özerklik vaadini rafa kaldırarak, Kürtleri ret ve inkâr etmeye başladı. Kemalistlerin bu tutarsız hareketi daha önce Kemalistlere destek veren Kürt aydınları arasında derin bir hayal kırıklığı yarattı. İlk tepki, aynı zamanda bir Hamidiye Alay komutanı olan Albay Cibranlı Halid Bey’den geldi. Albay Halid Bey, Kemalist rejimi çok iyi tahlil etmişti, onların Kürtlerin kökünü kurutmadan örgütlenip eyleme geçmenin bilinciyle eyleme geçti. İlkin Erzurum’da kesin tarihi bilinmemekle birlikte 1921 yılında Kürt İstiklal Cemiyeti’ni (AZADİ) kurdu. Cemiyet halk arasında olduğu kadar ordudaki Kürt subayları arasında hızla örgütlendi. Cemiyetin varlığından haberdar olan Kemalist rejim, Cemiyeti adım adım izlemeye başladı ve bir provokasyon sonucu Ağustos 1924 yılında Beytüşşebap’ta isyan eden Kürt subaylarını kışkırttığı gerekçesiyle Albay Halid Bey ile Bitlisi eski mebusu Yusuf Ziya Bey’i tutuklattı.
Aynı dönemde Kürdistan’ın Serhat bölgesinin güçlü aşiretlerinden olan Heyderan aşiretinin lideri Kör Hüseyin Paşa’da bir Hamidiye Alayı komutanıdır ve Albay Halid Bey ile rekabet halindedir. Kör Hüseyin Paşa’nın iki oğlu vardır; Memo ve Nadir Bey’ler. İkisi de yurtsever çocuklardır. Ağrı’da İhsan Nuri Paşa tarafından koordine edilen Ağrı Ayaklanması içinde görev alacaklardır. Yaklaşık dört yıl hareketin içinde çalışarak yüzbaşı rütbesine kadar yükselirler. Hareket yenilgiye uğrayınca, İran üzerinden Suriye’ye geçerler. 1948 yılında çıkarılan afla yeniden vatanlarına dönerler.
Hikâyemiz Cibranlı Halid Bey’in Erzurum’da yakalanmasıyla başlar. Albay Halid Bey, Erzurum’dan Bitlis’e doğru yola çıkarıldığı zaman Kör Hüseyin Paşa’ya bir mektup yazar. Mektubun içeriğini ünlü Kürt dilbilimci Feqî Hüseyin Sağnıç’a Kör Hüseyin Paşa’nın oğlu Nadir Bey şöyle anlatır: “Mektubunda babamdan kırk altın, kırk kaz ve kırk tepsi pilav hazırlamasını, gelip ona misafir olacağını bildirir. Babam o mektubu Memo’ya okutmuştu. Dinledikten sonra mektubu yırtmış ve gülmüş. Memo babama ‘hemen hazırlık yapalım, Halid Bey bize misafirliğe gelecek’ demiş. Hüseyin Paşa ise, ‘oğlum’ demiş ‘Cibranlı Halid Bey yemek istemiyor; kırk yiğidi kırk ata bindirin gelip beni kurtarın diyor’ Halid Bey yakalandı ama ben onu kurtaramam. Bu gibi çirkefler senin babanın seyr-u seferine manidir. Bunlar ortadan kalkmalı ki senin babanın bir ayağı İran’da bir ayağı Sivas’ta olsun”(*1)
Aynı hikâyeyi Hasan Hüseyin Serdê ise şöyle anlatır: “Yolda getirilirken Malazgirt yakınlarında bir grup Heyderanlı yolcu ile karşılaşan Halid Bey Kürtçe olarak; Salih Bey’e selamlarımı götürün. Ben kendisinden ayrı düştüm. O bana 500 adet tek tek temiz ve yeni kâğıt göndersin. Ben şimdi Bitlis’e götürülüyorum.”
Yolcular, Salih Bey’e (Kör Hüseyin Paşa’nın oğludur) geldiklerinde kendisi evde değildi. Heyderanlı olan bu yolcu grubu akşam durumu Hüseyin Paşa’ya iletir. Hüseyin Paşa, akşam eve gelen oğlu Salih Bey’e alaycı bir kahkaha ile ‘Halid Bey, büyük Kürt ve Kürdistan davası güdüyor… Onun yanında 500 beyaz temiz tek tek kâğıt yokmuş da, ihtiyacı varmış. Salih oğlum, arkadaşın Cibranlı Halid Bey, Mazgirt Kalesi’nde Türk askerlerince tutuklu vaziyette Bitlis’e doğru götürülüyormuş.’ Bu alaycı yaklaşıma hiddetlenen Salih Bey, yolcuları çağırarak vaziyeti onlardan öğrenmek istedi. Yolculardan; ‘Cibranlı Halid Bey çok sayıda askerin arasında tutuklu olarak yürütülüyordu’ deyince, başına vurdu, gözleri iki çeşme gibi yaş döktü. ‘Ah… niye zamanında bildirmediniz. Cibranlı Halid Bey’in istediği 500 kâğıt; 500 yiğit Kürt gönder önümüze ve beni bunların elinden kurtar’ mesajıdır. Eğer zamanında Salih Bey’e haber ulaştırılabilseydi belki de onu askerlerin elinden kurtarabilirdi.”(*2)
Ancak Şeyh Said isyanından sonra, Kör Hüseyin Paşa devlet yanlısı olmasına rağmen Batı Anadolu’ya sürgün edilmekten kurtulamaz. Geniş ailesi, Kayseri, Antalya, Uşak, Burdur ve Aydın illerine dağıtılarak aralarındaki iletişim olanakları da engellenir. Kör Hüseyin Paşa, sürgünde Mutkili Hacı Musa Bey ile bir araya gelir. İkili birlikte Suriye’ye kaçarlar. Suriye’de tanınan Kürtlerden Haco Ağa ailesine sığınırlar. Haco, Hüseyin Paşa’yı ilk başta kabul etmek istemez. Hacı Musa Bey’in ısrarı üzerine kalmasına izin verir. Haco Ağa’nın araya girmesiyle ikili Suriye ve Lübnan’da kurulu Kürt Hoybûn (Xoybûn/Özgürlük) Cemiyetine üye olurlar. Kör Hüseyin Paşa’nın oğulları da Suriye’ye kaçmayı başarırlar. Kısa süre sonra Hacı Musa Bey Suriye’de koleradan ölür. Kör Hüseyin Paşa’nın arzusu üzerine Hoybûn, Irak ve İran üzerinde onu Ağrı’ya göndermeye çalışır. Hüseyin Paşa, oğlu Abdullah ve torunu Ahmet ile birlikte Irak’a geçmeyi başarır. İngilizlerin aldıkları istihbarat sonucunda sınır kontrolleri sıklaştırılınca diğer çocuklar Irak yolu üzerinden gitmekten vazgeçerler ve Türkiye üzerinden bölgeye gitmeyi kararlaştırırlar. İçlerinde Memo ve Nadir Beylerin de bulunduğu grup çeşitli badireler atlattıktan sonra ancak Memo ve Nadir Beyler bölgeye ulaşabilir. Diğerleri, işbirlikçi Kürtlerin kurdukları tuzaklarda, Türk askerleriyle girdikleri çatışmalarda can verirler.
Irak’a geçen Kör Hüseyin Paşa burada Nehri Şeyhi Şeyh Mahmud’a misafir olur. Hacı Musa Bey’in kardeşi Nuh Bey de Şeyh Mahmud’a sığınmıştır. Nuh Bey, Kör Hüseyin Paşa’yı, Hacı Musa Bey’in oğlu Medeni Bey’in eşliğinde İran üzerinden Ağrı’ya yolcu eder. Yolda, kimilerine göre uykuda iken, kimilerine göre namaz kılarken ve kimilerine göre de çeşmede eğilip su içerken Medeni tarafından Kör Hüseyin Paşa ve çocukları vurularak öldürülür. Kör Hüseyin Paşa’nın kellesini kesen Medeni, kelleyi Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Tali Bey’e götürür ve affını ister. Medeni af edilir. Bu haberi duyan Şeyh Mahmud, Hüseyin Paşa’nın intikamını almak için Medeni’nin amcası olan Nuh Bey’i Mayıs 1928’de idam ettirir. Devlet ile işbirliği yapan Medeni ise 1960 yılında Kör Hüseyin Paşa’nın torunu tarafından öldürülür.
Kayseri’nin Talas ilçesinde yola çıkan 8 kişiden, bir baba, beş kardeş ve iki yeğenden sadece iki kişi Memo ve Nadir hedefe yani Zilan direnişine ulaşabilirler. Diğerleri yukarıda anlatıldığı gibi Kürtler tarafından ya imha edildiler ya da tuzak kurularak Türk askerlerince öldürtüldüler. Her iki durumda da hain kendi içimizdeydi.
Sonuç olarak: Kürtler, tarihlerini çok iyi okumalı ve dersler çıkarmalıdır. Hiçbir Kürdi örgüt, vaadi ne olursa olsun, kendi içindeki Kürt sorununu çözememiş komşu ülkenin yardımını kabul etmemelidir. Bir yardım bekleniyorsa, o yardım Kürdistan’a komşu olmayan bir ülkeden gelmelidir. Dört bir yanı puşt zulası ile çevrili bir ülkenin dışarıdan gelecek bir yardımı reddetmesinin lüksü yoktur. Kürdistan yardım edecek ülkenin niteliğinden ziyade, o ülkenin bölgesel çıkarları ile Kürt halkının çıkarlarının çakışması yeterlidir. Yok, “bu emperyalist ülkedir, bu sömürgecidir” deyip ayaklarına gelen fırsatı kaçırmamalıdırlar. Kürtler hep şunu göz önünde bulundurmalıdırlar; Kürdistan’ı sömüren, ayaklar altına alan ülkeler çok mu anti-sömürgecidirler veya onlardan çok daha mı medenidirler. Hayır, asla, emperyalist ülkelere dayanarak Kürdistan’ı sadece sömürmediler, toplumsal yapısını, iç dinamiklerini de tarumar ettiler.
Türkiye bugün ABD ile restleşiyorsa, ABD emperyalist bir ülke olduğu için değildir, Kürt sorunu yüzünden Ortadoğu’da çıkarları çeliştiği içindir. Fırsatını yakaladığı an ABD’nin kucağına oturmaya hazırdır. Bu yüzden Kürtler siyaset ve diplomasi sanatını çok iyi öğrenmelidirler. Burada birçoğunuzun bildiği bir hikâye anlatmak istiyorum. Kürdistanlı bir genç fi tarihinde, Şam’a ilim öğrenmeye gider. Uzun yıllar Şam’da kalarak eğitimini tamamlar. Son olarak hocasına çıkar:
–Hocam, ben eğitimimi tamamladım, ilim irfan sahibi oldum. İzin verirseniz ülkeme, Kürdistan’a dönmek istiyorum.
–Eğitimini tamamladığından emin misin? Bence biraz daha kal ve siyaset ilminden de eğitim al.
Öğrenci, “siyaset ilmi de eksik kalsın” der ve Şam’dan ayrılır. Yolda, bir Cuma günü yol üstündeki camide namazını kılmak ister. Cami cemaatle hınca hınç doludur. Hoca’nın verdiği hutbe hep yanlışlıklarla doludur. Bizimkisi dayanamaz, ayağa kalkar ve
–Hocam, yanlış konuşuyorsunuz, anlattıklarınızın ilim-irfanda yeri yoktur, der.
Hiddetlenen hoca:
–Şu meluna bakın ki koskoca hocayı eleştirir. Ey Cemaati Müslim bu zındığa bir ders vermeyecek misiniz?
Üzerine çullanan kitle tarafından iyice haşat edilen bizim öğrenci düşünür; “nerede hata yaptım” diye. Sonra, Şam’daki hocasının sözleri aklına gelir; “siyaset ilmini alırsan iyi edersin”… Demek ki hocası bu sözü boşuna söylememiştir. Hemen Şam’a geri döner ve siyaset ilmini aldıktan sonra yeniden yola koyulur. Cuma namazını kıldığı yerde yine Cuma namazını kılar, Hoca’nın yalan yanlış anlattığı hutbeyi dinler ve sonra ayağa kalkarak cemaate:
–Ey cemaati Müslim hocanızın anlattıklarına bakınca, ermiş olması gerekir. Her kim ki hocanın sakalından bir kıl koparırsa cennete gider, diye seslenir.
Bunun üzerine kitle hocanın üzerine çullanır 15 dakika sonra hoca, kan revan yüzüyle yerde kıvranmaktadır…
Kısadan hisse; Kürtler siyaset ve politik bilimini çok iyi bilmeli ve kullanmalıdırlar. Ortadoğu’da haklı olmak yetmiyor, politik cambaz olmak gerekiyor. Rakipler nasıl top koşturuyorlarsa Kürtler de benzer bir oyun tutturmalı ve oynamalıdırlar. Yoksa oyun dışı kalmak her zaman olasıdır. Bunun da tek yolu hedefi belirlemekten geçer. Kürtler zaman kaybetmeden hedeflerini belirlemelidir. Hedefi belli olmayan bir siyasi oluşuma ne kimse yardımcı olur ne de müttefik. Ancak, kullanabildiği kadar kullanmaya çalışır…
Kürtler bugün emperyalist devletler ile yerel devletler arasındaki çelişkileri iyi değerlendirmek zorundadır. 1920’de emperyalist ülkelerin çıkarları ile yerel devletlerin çıkarları çakıştığı için Kürdistan dörde bölündü, bugün ise tersi bir durum söz konusudur. Kürtler bundan yararlanırlarsa çok kazançlı çıkacakları malumdur. Böyle olmasına rağmen Kürtlerin bu ülkelerle kuracakları ittifaklar stratejik olmayıp, taktiksel olmalıdır. Aksi, bölge ülkelerinin egemenliğinden kurtulayım derken, daha büyük bir belaya çatmak da vardır…
Kürtler bir daha ihanete uğramak istemiyorlarsa, her şeyden önce kendilerine ve kendi öz güçlerine inanmalıdırlar. Bunun da tek bir yolu var; Ulusal Birlikteliği sağlamak. Ulusal birlik yolu ise “Ulusal Kongre”den geçer. Hiçbir Kürdü siyaset dışlanmadan, her kesimi kucaklayacak, her kesimin kendisini rahatlıkla ifade edebilecek bir Ulusal Kongreye acil ihtiyaç vardır. Böyle bir kongrenin toplanması halinde bugün yaşanılan birçok sorunun üstesinden gelineceği muhakkaktır. O nedenle çözüm içimizdedir; Ulusal Kongre’dedir. O halde daha ne bekliyoruz…
.
(*1) Feqî Hüseyin Sağnıç, Portreler, İstanbul Kürt Enstitüsü Yayınları, 2000/İstanbul, s,39
(*2) Serdî, Hasan Hişyar, Görüş ve Anılarım; Med Yayınları, 1994/ İstanbul, s, 187
Sosyalist Mezopotamya / Sayı: 2 / Haziran 2018