Site icon Rojnameya Newroz

Evlilik müessesesi

Heybet AKDOĞAN / Sosyalist Mezopotamya, Sayı:11, Aralık 2021

İnsan olduğumuzu anlarken bir sis dağılıverdi bilinçaltımızda. Aynalar yoktu, kendimizi göremiyorduk ve üretmenin başlangıcındaydık. Ne Adem’i ne de Havva’yı tanıyorduk. Kütüğümüz halktı. İçimizi karanlıklar basmıştı. İlkelliğimizin her lahzasında ışığın medeniyetini kuruyorduk. Mağaralarda yaşardık. Yediğimiz yemeği çokluğumuza eş kılardık.

Buğdayı tanıdık sonra. Ambarlar yaptık. Nimetleri var edendik. Ürettikçe kendimizi aşmanın bilinmezliğindeydik bu yüzden hep korktuk. Bir güç aradık. Ürettiklerimize el koyan; kralları, peygamberleri yarattık. İbrahim alınterimiz olan putları yıktı. Tanrı adına boyun eğmez boynumuzu, bezirgân secdesine eğdirdi.

Mülkiyet savaşıydı. Krallar, peygamberlere savaşlar açtılar. Cengaverler olarak bizi seçtiler. Kul olmak vaktiydi. Adem ile Havva’yı bir türlü tanıyamadık. Bir elmaydı sadece dalından koparılan. Kadının bir kadavraya dönüşmesinin ilk öyküsüydü.

Sonra o elmayı kızıl bir renge boyadılar. Ulusları uluslara kırdırdılar. Bizler ‘Kızıl elma’ uğruna; Türk, Kürt, Çerkez ve herkes kardeş kavgasındayken; bir de baktık ki oryantalizm uğruna sömürülen halklar olmuşuz.

Barbarlar harbindeydik. Tarih yazılırken, sınıf kavgasında; sınıftan habersizdik.

***

Müessese (kurum) sözlük anlamıyla; çoğunluğun aynı şekilde ve aynı sıklıkla ortaya koyduğu davranışların tümü demektir. Kelimenin farklı anlamlarını araştırdığımızda; aynı zamanda ortak bir amaç için kurulmuş toplumsal anlaşmaların sağlandığı yer olarak anlatılmaktadır. Bir başka anlamı da toplumda bazı sorunların çözümlenebilmesi için uygulanan yöntem olarak açıklanır. İşin özeti, müessese kelimesini hangi açıdan araştırırsak araştıralım anlamının her zaman aynı adrese çıktığını görüyoruz.

Devletleşen toplumların yazılı ifadelerle birey olan erkeğin egemenliğini ve devletin egemenliğini istikrarlı hale getirmek için oluşturduğu bütünsel işleve kurum denir. Ataerkil sisteme göre kurulmuş dünya devletlerinin tümünde, evlilik kurumlarının evlilikleri resmileştirdiklerini biliyoruz. Erkeğin sömürgeci düzen içerisinde köleleştirilmesi ve bu köleliğin devamı için bilinçlice sistem tarafından erkeğin görevlendirilmesi; yapılan evlilikler sonucu oluşan ailelerde esir kadınların ve esir kız çocuklarının kölecil, ataerkil düzeni için büyütüldüğünü görüyoruz ve yaşıyoruz. Evliliğin resmileştirilmesiyle; nikah şahitleri huzurunda, nikah memuruyla bir saadetin kâğıtlara imzalı bir şekilde kayda geçirilmesi aslında yapılan işlemin özel mülkiyetle belirginleşip anlam kazanmasıdır. Sınıflı toplumların sevgi duygusunu garanti altına alması bireysel çıkarların yazı ile kaydedilmesi demektir. Evliliklerin boşanmayla bitmesi ise evli çiftlerin mal paylaşımını kendi güvenceleri için talep etmesi olarak sevginin menfaatler üzerine kurulduğunu evliliğin neticeleriyle ispatlamaktadır. Burada evlilik sonucu oluşan çocuklarında boşanma işlemlerinde, veliler tarafından; birer meta gibi görülüp paylaşıma tabi tutulduğuna her zaman şahit olmaktayız.

İnsanlığın yazıyı öğrenmesiyle birçok işlerini kayıt altına aldıklarını tarihi kaynaklardan biliyoruz. Evlilik müessesesi de insanlığın yazıyı bulmasından sonra hayat birlikteliklerini belirli niyet ve amaçlar için yazı yoluyla kayda geçirmesidir. Kurum kelimesinin kökenini açıklarken çoğunluğun aynı şekilde, aynı amaçlar için bir araya gelerek oluşturduğu düzen olduğunu vurgulamıştım. İnsanlığın yerleşik hayata geçişinden sonra çoğunluğun ataerkil düzeni temsil etmesi, o günden bugüne evlilik müessesesi hakkında birçok ipucunu bizlere veriyor. Tarihe dönüp baktığımızda, kadınların en çok ezilen çoğunluk olduğuna şahit oluyoruz. Örneğin: Sümerler tarihinde genç kızların tapınaklara adandığını ve tapınaklarda tanrıların temsilcileriyle beraber yaşadığını tarihsel kaynaklardan okuyabilmekteyiz. Sümerlerde kocalarını aldatan kadınların öldürüldüğünü ve çocuk sahibi olmayan kadınların erkek tarafından boşatıldığını duymuşuzdur.

Ortadoğu tarihini okuduğumuzda, toplumsal hayatta kadınların ‘’hakeza’’ ezilen insanlar olduğuna ve söz hakkına sahip olmadığına tanıklık etmekteyiz. Genç kızların diri diri gömülmesi yaşanmış vahşetin en acıklı trajedisidir. Her ne kadar kutsal kitapların kadınları övdüğü söylenilse ve iddia edilse de kutsal kitapların içeriğinde kadını ne kadar dışladığını ve kadını şeytancıl bir varlık olarak tasvir ettiğini kimse inkâr edemez. Sabit ayet ve deliller karşısında bu hakikati kimse çürütemez. Kutsal dinler ve yanısıra yaşanmış medeniyetler kadın haklarını her ne kadar savunsalar da doğanın diyalektik sistemi, kadının ve erkeğin kendi kimliğiyle var olamadığını bilimsel bir şekilde açıkça ispatlıyor. “Sigmund Freud’un: Totem ve Tabu, Uygarlığın Huzursuzluğu” adlı yapıtlarını okuduğumuzda konumuzun özünü teşkil eden detaylı açıklamaları görebiliyoruz.

Sınıflı toplumlarda yaşanan aşk ilişkileri sonucunda yapılan evliliklerin her zaman kadın ve erkek nezdinde sömürülen ilişkiler taşıdığı uygarlık sürecimizin sınıfsal bir olgusudur. Ezen ve ezilen kavgasında, erkeğin de ataerkil düzende kullanılan bir araç olduğu sınıflı toplumun başka bir gerçeğidir. “Tefeci-Bezirgân” saltanatından, emperyalist düzenin gelişimine kadar kadın, erkek ilişkilerinin böylesine içler acısı köleleşmiş yaşantılarını hâlâ görüyoruz ve yaşıyoruz.

Konumuzun içeriği bakımından, aşk kavramının kelime kökenini araştırdığımızda; sınıflı toplumların nasıl bugüne geldiğini biraz daha iyi anlayabiliriz. Aşk kelimesi Frasça bir kelime olup, “Aşekâ” kelimesinden türetilmiştir. Aşekâ; sarmaşık demektir. Sarmaşık bilindiği gibi kuşattığı ağacın suyuna, hayatına ortaktır. Ağaç hem kendisini, hem de sarmaşığı beslemek zorunda olduğu için ömrü kısalmaktadır. Sarmaşığın, kuşattığı ağacın suyunu emmesi ağacı soldurup zayıflatması ve bazen de kurutması gibi sevgi de sevenin sevdiğine ‘’sinerji’’si olmayan tek taraflı çabayla ilgi göstermesi, çaba gösterenin zamanla tükenmesine neden olan sonuçlar doğuruyor. Çünkü sınıflı toplumların aşk ilişkilerinde kadın aktif sorumluluklardan uzaktır. Bu nedenle kadın sadece ‘ritüel’ olarak kendisine biçilmiş pasif görevleri yerine getirerek, beklentiler içinde yaşayan bir birey konumuna sahiptir. Sınıflı toplumların, üretmiş olduğu bu ilişki dünyasına aşk denilmektedir. Dikkat edilirse aşk tek taraflı bir güçtür. Aşırı duygu yoğunluğunun bütün ilgiyi karşısındakine yoğunlaştırması, başlangıçların sonunu hazırlamaktadır.

Evliliklere baktığımızda, kadınların genelde beklentiler içinde olması karakterlerinin bencil ve toplumsal bütünlükten soyutlanmış bir hale girmesine neden olmaktadır. Feodal sistemin bu konuda kadın doğasına ciddi zararlar verdiği inkâr edilemez.

***

Evlenmek, genç yaşlarda hepimizin söz birliği ve inancıydı. Erkeklerin ve kızların genç yaşlarda geleceğe yönelik hayat planlamaları içinde evlilik en önemli hedeflerden birisidir. Hiçbirimiz evlenmeden önce evliliğin ne olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Ebeveynlerimizden ve çevremizden gördüğümüz evlilikler, evliliği tanımak için tek kaynağımız. Etrafımızdaki ailelerin yaşamları ve çocuklarının varoluşu, yarınlara yönelik ailelerin hedefler kurmaları bizlere evliliğin ne olduğunu anlamak için yeterli gelmektedir. Nitekim kadın ve koca arasındaki problemleri ve çocukların bilinçaltlarında oluşan sorunları göremiyoruz. Birçok aile, sorunlarını dışa aksettirmediğinden dolayı, evli çiftlerin güler yüzleri ve yaramaz çocukları bizleri onların mutlu olduklarına ikna ettiriyor. Evliliği çocukken görmeye başlıyoruz. Çocukken aklımız boş bir disket gibidir. Hafızamız her gördüğünü kaydeder. Bizleri koruyan ve büyüten büyüklerimiz bizi mutlu ve güçlü kılıyor. Onlar sayesinde küçük yaşta ayakta durabilip, hayata tutunabiliyoruz. Çocuk yaşımızda anne ve babalarımızın mutsuz yanlarını göremeyişimizin sebebi yanılmıyorsam bunun içindir. Çocuklar, güç aldıkları ve mutluluk duydukları her şeyi yaşamak isterler. Ailelerimizde bizler var olduğumuz için güçlü ve mutlular. Onları da hayata bizler bağlıyoruz.

Büyüklerimiz ezilen toplumun bireyleri. Örflerin, törelerin, geleneklerin, feodalizmin ve şimdide kapitalizmin kurbanları! Onlar birer doktor, mühendis, öğretmen olamadılar. Biz onlar için, onların olamadıkları doktorlar, mühendisler, öğretmenler olacağız. Biraz da bu yüzden bizler onlara güç ve mutluluk veriyoruz. İnsanoğlunun kapitalist sistemde çoğalmak isteyişinin bir kutsal nedeni de bu olsa gerek diye düşünüyorum.

Hayvanlar, düşünemeden; içgüdüleriyle çoğalıyorlar. İçgüdüsel de olsa her canlı kendisi gibi olana bilinçlice ya da bilinçsizce ihtiyaç duyuyor. Kendisine olan muhtaçlığını, kendisi gibi olan canlıları çoğaltarak giderebiliyor. Biz insanlarda kendimiz gibi olanlara, isteyip de yaşayamadığımız hayatı yaşattırabilmek için çoğalmak istiyoruz. Hepimiz ezilmeyi, bizden sonraki nesillerin ezilmemesi için sabrederek dindirmeye çalışıyoruz. Bu yüzden insanlık tarihimizden bugüne eziliyoruz. İnsanlığın totem hayatında, ezilen, sömürülen birey ve topluluklar yoktu. İnsanlar kendi iradeleriyle yönettiği bir hayatı yaşıyorlardı. Bu özgür yaşamın, devamı için çoğalmak istiyorlardı. İnsanlığımız, uygarlık ve kutsal inançlarla tanışmadan önce, aileler bir kaç kişilik çekirdek aileler değildi. İnsanlığımızın bir topluluk ailesi vardı. Bu topluluk ailesinin evrensel insanlık bütünlüğü mevcuttu. Herkes birbirini bir bütünün parçası olarak koruyordu, seviyordu. Bu insanın insanı sevmesi demekti. O zamanlar insanın insanı sömürmesi yoktu. Özel mülkiyet üzerine kurulu aileler de yoktu. İnsanlar yaşamın devamı için çoğalmak istiyorlardı. Üretmek, paylaşmak için yaşıyorlardı.

Tarihin seyri içerisinde; önce parçalandık, evrensel ailemiz bölündü. Gruplara ayrıldık. Tabular en büyüklerimiz oldu. Yetmedi!.. Irklara bölündük, krallar, peygamberler, padişahlar liderlerimiz oldu. Gittikçe küçüldük, küçüldükçe çekirdek aile olduk. Erkeğin ve kadının ezildiği aileler olduk. Yaşamak için amaçlarımız, inançlarımız değişti. Krallar, peygamberler, padişahlar saltanatında ilk önce babalarımız kandırıldı. Liderler yükseldikçe, babalarımız ezildi ve ezildikçe kendilerini ezen liderlere özendiler. Kadınını ve çocuğunu koruyan babalar onları bir meta gibi sahiplenmeye başladılar. Krallarda sevdiler, sahiplendiler. Krallarda ezip döverek halkını sevip sahipleniyorlardı. Ve kralların, peygamberlerin, padişahların taht gücü olan Tanrı da eziyor, sömürüyor ve cezalandırıyor. Babalarımız, Adem babanın temsilcileri, analarımız ise Havva ananın temsilcileri; bizler de ademoğullarının kardeşleriyiz. Var ettiğimiz bu sistemde köleleşen aileleriz. Ne babalarımız erkek olmanın mutluluğunu anlayabiliyorlar ne de analarımız kadın olmanın mutluluğunu tadabiliyorlar. Biz çocuklar da çocukluğumuzu doyasıya yaşayamadan acılar içinde erken büyüyüp çocukluğumuzla erkenden vedalaşıp aile müessesemizi kuruyoruz.

Aile kurumlarımızla birlikte ortak amaçlar için bir araya gelmiş topluluklardan devletler kuruldu. Bezirgânlar zenginleşti. Bizlerden ordular kurdular. Savaşlar yaptılar. Evrensel ailemizin bölünmüş insanları, farklı ırkların insanları olarak birbirlerine yabancılaştılar. Bir ailenin içindeki insanlar kendilerine yabancılaştırılarak kardeş kavgasına katıldılar. Büyüyen savaşlarla sınırlar çizilmeye devam ediliyor; sadece bir tane olan dünyamızın içine. Böylece, suçlar ve suçlular üretiliyor. Bizler öldürülen, hapis yatan, işkence gören, sürgünlere gönderilenler oluyoruz.

İnşa edilen şehirlerde bizler çalıştırılıyoruz. Devasa pazarlarda, emeğimizi bizlere satıyorlar. Okullar inşa ediyorlar; bizleri ücretli, akıl ve kol işçileri olarak çalıştırıyorlar. Bizleri kendilerine sermaye yapıyorlar. Evlilik müessesemizle ve ailelerimizle bizleri kurumlaşmış köleler olarak evlilik müessesesinin birer kadavraları halinde, sınıflı dünyanın koruyucuları olarak görevlendirmeye devam ediyorlar. Böylelikle, çoğunluğun yönetilmekte olduğu ve ortak davranışlarımızın birer parçası niteliğinde, özgür irademizden yoksun bir şekilde bizler; egemenlerin refahı için, tesis edilmiş aile kurumlarının sivil çalışanları olarak yaşamaya (sömürülmeye) devam ediyoruz.

Exit mobile version