“Müziksiz hayat hatadır,” diyen Friedrich Wilhelm Nietzsche’ın, “Müzik, belirli bir kültürün toprağında yeşermesini bilen tüm sanatlardan kaynaklanır, toprağın derinliklerinde olduğundan da geç boy atar ve bitkilerin sonuncusu olarak çıkar gün ışığına,” notunu da kulağıma küpe ettim.
ESKİ(MEYEN) SESLER, TINILAR
TEMEL DEMİRER / Yazarın tüm yazıları için tıklayın
“Asıl müzik gerçeğin kendisidir.”[1]
Evveliyle Ruhi Su’dan, sonrasıyla Sezen Aksu’ya birçok sesi dinlemekle kalmayıp; tınılarını da terennüm ettim.
“Müziksiz hayat hatadır,” diyen Friedrich Wilhelm Nietzsche’ın, “Müzik, belirli bir kültürün toprağında yeşermesini bilen tüm sanatlardan kaynaklanır, toprağın derinliklerinde olduğundan da geç boy atar ve bitkilerin sonuncusu olarak çıkar gün ışığına,” notunu da kulağıma küpe ettim.
Milattan önce 551’de doğan Çinli filozof Konfüçyüs’ün, “Eğer birisi, bir krallığın iyi yönetilip yönetilmediğini, ahlâkının iyi olup olmadığını bilmek isterse, cevabı o krallığın müziğini dinlemekle bulacaktır,” sözlerini de hiç mi hiç unutmadım.
Daha birçok şey sıralayabilirim. Ama uzatmadan diyeceğimi diyeyim: Müzik yalnızca bir haz aracı değildir. Müzik, elbette haz yaratır; ama sonuçlarından biri de -ve bana göre en önemlisi- zorunlu olarak toplumsal olmasıdır.[2]
Evet, evet müzik, insanı ve toplumları geliştiren en önemli etkenlerden birisiyken; ‘Titanik’ filmindeki, gemi batmakta ve herkes bir yere koşuşturmaktayken müzisyenler hâlâ çalmaya devam ettikleri sahne müziğin ne olduğunu yeterince net anlatır.
“Müzik insanı geliştirir,” demek yetmez. Eksiktir. Müzik insanı yeniden yaratır.
Örneğin Volga mahkûmları müziğin gücünü anlamışlardı. Onlar küreklere asılırken haykırdıkları türkülerden güç alıyorlardı.
New Orleanslı siyahi köleler pazara toplandıklarında ayaklarını vurarak yarattıkları ritimle cazı yaratıyorlardı. Memphis’te hüznün depresyonu blues’la dile getiriliyordu. Aynı yerde Elvis Presley rock and roll ile yeni bir tarz yaratıyordu.
“Burası M(H)uş’tur,/ yolu yokuştur,/ giden gelmiyor,/ acep ne iştir,” türküsü de uzun seferberliklerin sıradan insanlara yarattığı acıyı yansıtıp, resmediyordu.
Doğası gereği yaşamdan, sokaktan beslenen müziğin yer yer, zaman zaman müzik olmaktan çıkıp bir gürültü olabildiği de ayrı bir vakıadır;” “Bizde kötü müzik baskın çıkıyor, kötü müzik egemen ve başat!”[3] diyen Cenk Özbay’ın saptamasındaki üzere… Ya da alaturcada Ahmet Özhan, teknoda Habibe, popta İsmail YK’nın favori olması gibi… Veya William Shakespeare’in, “Bu türkü tacirlerini dinlemektense, kedi yavrusu gibi miyavlarım, daha iyi,” sözlerinin anlattığı üzere…
Kötüye mahkûm değiliz; daha iyisini yapabiliriz; yeter ki eski(meyen)leri unutmayıp, unutturmayalım…
* * * * *
Mesela… Salzburg denince akla ilk gelen Wolfgang Amadeus Mozart…
Salzburg, Onun 35 yıllık yaşamına 600’den fazla eser sığdıran kenttir.
Albert Schweizer’in, “Bütün dâhîler göklere uzanır; Mozart ise gökten inmiştir”; müzikbilimci Curt Sachs’ın, “Anlam, doğallık ve nitelik uğruna biçim güzelliği bir yana itilmediği gibi, doğaya yakınlık ve içerik de boş bir göz boyamacılık ya da seçkinlik uğruna harcanmamıştır. Güzellikle niteliği, hüzün ile gülmeceyi, sahneyle müziği, çalgılarla insan seslerini, ezgiyle çokseslilik tekniklerini birleştirmiş olan Mozart, müzik tarihinin mutlu çağında deyiş terazisinin kefelerini dengede tutmak için yaratılmıştır sanki,” diye tanımladıkları O; Fransız Devrimi’nden 33 yıl önce doğdu ve devrimden iki yıl sonra da öldü; XVII. yüzyıl Aydınlanması’nın Avrupa’yı saran toplumsal/ siyasal havasını soludu…
Fransız Aydınlanması’nın ürettiği devrime giden yolun rüzgârını sevinerek karşılayan, ayrıca “Alman Aydınlanması”nın düşünürü Kant’ın “Aydınlanma Nedir?” başlıklı makalesinin etkisinde kalan Mozart, 1781’de yıllardır hizmetinde müzikçi olarak çalıştığı Salzburg Başpiskoposu Colloredo ile çatışıp, ona “Pis papaz!” diyerek saraydan ayrılmıştı. Böylelikle de Mozart, Avrupa kültür tarihinde soyluların egemenliğini hiçe sayarak bağımsızlığını ilân eden ilk müzikçi olmuştu.
Olayın bu yönü önemliydi. Çünkü XVIII. yüzyılda feodal efendilerin gözünde müzikçi, bir “saray hizmetlisi”ydi. Finkelstein’ın nitelemesine göre, “Mozart’ın Salzburg Başpiskoposu’nun hizmetinden çekilmesi, tarihsel bir ‘sanatta bağımsızlık bildirisi’dir.” Bu olay, iki kültür dünyasının çatışmasında, bir sanatçının feodal aristokrasiye ilk kez sırtını dönmesini örnekler.
Mozart’ın müziğinde Alman ulusal stili ağırlıkta değildi. O, dönemin Alman, İtalyan ve Fransız stillerinden yararlanarak “uluslararası bireşim”e ulaşmıştı.[4]
Ya “İnsanlar arasında iyilikten başka hiçbir üstünlük kabul etmem. Karakterin olmadığı yerde, ne büyük sanatçı, ne de büyük mücadele insanları vardır. Orada var olan, zamanın yok ettiği, içleri boş yaratıklardır. Bütün mesele, büyük görünmek değil, gerçekten büyük olmaktır,” diyen Ludwig von Beethoven…
1770’de doğan O, 1827’de ölümüne kadarki kesitte yarattıklarıyla hayatımızda önemli bir yer edinmiştir.
Kolay mı? Onun müziğini klasik müzik dinlemeyen hatta müzikle ilgilenmeyenler dahi duymuştur. Okul zilinde, bir müzik kutusunda ya da bir filmde…
Klasik müzik denildiğinde, Bach ve Mozart’la birlikte ilk akla gelen üç isimden birisi olan Beethoven müzisyen bir aileden gelir. Dedesi, babası müzikle geçimini sağlıyordu. Müzik yeteneği küçük yaşlarda keşfedilirken; sekiz yaşındayken ilk konserini vermişti.
Beethoven, siyasi açıdan çok çalkantılı bir dönemde yaşadı: 1789 Fransız Devrimi yaşanırken; imparatorluklar dağılıyor, yeni devletler kuruluyor ve en önemlisi Napoleon tarih sahnesine giriyordu.
Beethoven tüm bu gelişmeleri yakından izliyordu; zafere ilgisiz kalması mümkün değildi. Kolay mı? Savaş gelip kapıya dayanıyor, bombalar tepesinde patlıyor ve Beethoven’in yaşamının büyük bir bölümünü geçirdiği Viyana’yı Fransızlar işgal ediyordu. Beethoven önceleri Napoleon’u beğenip takdir ederken imparatorluğunu ilan edip giderek despotlaşması ile ondan nefret etmeye başlıyordu.[5]
Ve tüm bunlar, ateşli dışavurumculuğuyla Onun yapıtlarına yansıdı.
Böylelikle de Beethoven, müzik tarihinde Haydn- Mozart’ın Klasizm’ini sonraki dönemin Romantizm akımına aktarmış bir besteci oldu. Klasik dönemin ve Aydınlanma akımının değerleriyle beslenmiş, ama kendi dehasıyla yeni bir döneme, romantizme kapıları açmıştı… Beethoven’ın müziğindeki güçlü dinamizm, ateşli dışavurum ve duygusal yoğunluk, hiçbir çağda, hiçbir besteciyle kıyaslanamazdı.[6]
O çok verimli ve yenilikçi bir besteciydi… Beste yapma hızı ve bestelerindeki yenilikler dinleyicilerini olduğu kadar eserlerini icra edenler için de şaşırtıcı. Duyma yeteneğini yitirene kadar çok başarılı bir piyanist olarak tanınan ve belki de o nedenle besteciliği iyi değerlendirilemeyen Beethoven çalınamaz denilen kendi bestelerini etkileyici bir biçimde seslendirmesi ve doğaçlama yeteneği ile dikkati çekiyordu.[7]
Her ânı müzikle dolu Beethoven’ın, başına gelen en büyük talihsizlik duyma yeteneğini yitirmesiydi. O, duyma yetisinin her an azaldığını hissetmiş, bunun önüne geçebilmek için doktorlara başvurmuş ama kaçınılmaz son yine de müzisyenin kapısını çalmıştı. Beethoven duymuyordu. Viyana’daki evinde piyanosunun başına geçip yeni eserler besteliyor ama yarattığı ezgileri kulaklarıyla algılayamıyordu.
Müzik, Beethoven’in hayal dünyasının verimli bahçelerinde hiç durmadan koşan yaramaz çocuklar gibiydi. Yorulmak nedir bilmeyen, kâh ağaçların dallarına tırmanan, kâh çimenlerin üzerinde yuvarlanan çocuklar… Bestecinin onları durdurması, susturması mümkün değildi. Bir müddet sonra sesleri sadece aklında duymaya alıştı Beethoven. Kızgınlık ve hayal kırıklığı bâki kaldı ama bestelemeye, aklının bahçelerinde oyunlar oynayan sesleri biraraya getirip onlardan yeni eserler yaratmaya devam etti.[8] Ve durmadan yarattı…
Aksi ve inatçı biri olarak bilinen devrimci Beethoven en güvenilir hami ve destekçilerinden biri olan Prens Karl Lichnowsky’ye, “Prens, siz doğumunuzdaki rastlantıyla bugünkü siz olmuşsunuz. Bense kendimin içinden geçerek bugünkü ben oldum. Binlerce prens olmuştur ve olacaktır. Oysa yalnızca bir tek Beethoven vardır,”[9] diyebilecek kadar dik duran birisiydi.
Ve nihayet Bertlot Brecht’in, “Beethoven’in müziği bana her zaman bir savaş resmini hatırlatır,” demesi de elbette boşuna değildi.
* * * * *
“Arka sıradakiler ellerinizi çırpabilir misiniz? Siz ön sırada oturanlar, sadece mücevherlerinizi şıngırdırtsanız yeter,” diyen John Lennon’ın, “Şu an İsa’dan daha popüleriz. Rock’n Roll mu daha önde, Hıristiyanlık mı bilmiyorum,” yolundaki 29 Temmuz 1966 tarihli saptaması Beatles’ı yeterince net tanımlar.
Beatles ismi her tür müzik dinleyicisi için ayrı bir şey ifade eder. Geçtiğimiz yüzyılın neredeyse bir fenomeni olan Beatles, bir müzik grubunu da aşarak, yıkılması imkânsız bir gerçeklik hâlini almıştır.
Grubun elemanları arasında hiç kuşku yoktur ki ilk akla gelen isim: John Lennon’dur. Beatles sonrası da yaptığı solo çalışmalar ve eylemci kişiliğiyle müzik dünyasında kalıcılaşmıştır. “Savaşsız ve sömürüsüz” bir dünya ideali için müziğiyle mücadele bayrağını açan John Lennon’u, 1980’in Aralık ayında bir suikast sonucu yitirdik. John Lennon, bu dünyadan ayrı kalsa da yaptıkları hâlâ günümüze ışık tutuyor.
Beatles denilince akla gelen ikinci isim ise George Harrison’dır. Grubun dağılışından sonra yaptıkları da dahil edilirse Harrison ismi gitarcılar arasındaki mahareti ile öne çıkar. Lennon’dan sonra akla gelen ismi sadece Harrison değildir, hatta davulcu Ringo Starr bir çok kişiye göre hatırlanma bakımından Harrison’u da geçer. Grubun ABD’ye gidişinde kadroya katılan Ringo Starr, her ne kadar “Beatle” sayılmasa da öne çıkar. Starr’ın müzisyenliğinden çok sempatik kişiliği akılda kalmasını sağlayacaktır.
Bütün bu elemanlar arasında en son akla gelen Paul McCartney’dir. Diğer üç elemana göre o soğuk görüntülü, kibirli, samimiyetsiz gibi tanımlarla anılır, daha çok. Beatles dağılırken Lennon’la didişmeleri belki bu yargıya sebep olmuştu. McCartney’in, Lennon kadar politik bakışı olmasa da söz yazarlığı ve besteciliği hiç de yabana atılamaz. Beatles klasiği “Yesterday”i ona borçluyuz.[10]
Ve Jimmy Hendrix…
Onun imzası taşıyan şarkıları kontrol edin. Bunları farklı konserlerde nasıl birbirinden farklı biçimlerde icra ettiğine tanık olursunuz. Kendisi de bunu şu sözlerle ifade ediyordu O: “Bir plak kaydederken pek çok şeyden söz ederiz, fakat plağın kendisinden asla söz etmeyiz. Fıkra anlatırız, içki ve sigara içeriz. Kendimizi hazır hissettiğimizde başlarız. Bu kolay bir süreç değil. Seyirciye çalmayı yeğlerim. Verdikleri tepkiden, seyircinin duygusundan nasıl çalmam gerektiğini anlarım. Beni doğru havaya sokar. Fakat stüdyoda bu yok.”[11]
Kolay mı? “Müzik ve sanat öğrenimi görürken aynanın karşısına geçer Jimi Hendrix’in sahnedeki hâlini taklit ederdim. Ondan çok şey öğrendim, sadece şu lanet gitarı onun gibi çalamıyorum, aslında hiç çalamıyorum.” Bu sözler Queen’in efsane solisti Freddie Mercury’e ait. Bir efsane, kendinden sonra gelen bir başka efsaneyi etkilemiş…[12]
Hendrix’in “başarılı olacağım,” diyerek sırtında gitarıyla yola koyuluşu, emir almaktan nefret ettiği için ve yaklaşan Vietnam savaşı yüzünden tam zamanında askerlikten ayrılışına denk düşüyor. Kafeler, kulüpler ve sokaklar onun gitarını “tıngırdattığı” ilk mekânlar: “Ben her zaman doğru yaklaşım içinde olursam bir gün yırtacağımı düşündüm. Çok uzun zaman aldı, zor koşullarda yaşıyordum, üç kuruş için bir yerlerde çalıyordum fakat bence değerdi. Ah, moruk! Başkalarının arkasında çalmaya bir yıl daha katlanamazdım.” Zaten o noktadan sonra kendi müziğini yazmaya ve çalmaya başlar. Müziği hakkında herhangi bir sınıflandırma yapılmasını da istemez. Her ne kadar rock’ın ve blues’un babalarından olsa da “kendi varlığımı yaratmaya çalışıyorum” dediği müziğini oluşturmaya koyulur: “Güzel bir notaya ulaşmak için bütün gece uğraşırım fakat şarkıcıdan çok bir gösteri ve performans sanatçısı olduğum söylenebilir. Benim için asıl önemli olan gitardır”…
Bu hâli, o dönem pek çok insan tarafından eleştiriliyor, “plastik parmaklı muhafazakârlar” dediği kitle Hendrix’i bir ucube gibi görüyor, çoğunlukla da iğrenç buluyor: “Bizi iğrenç bulan bu insanlar aynı zamanda Joan Baez’in konserlerinde savaş karşıtı şarkılar söylemesini engellemeye çalışanlar. Ben hissettiğim gibi çalar ve hareket ederim. Bu bir gösteri değil, var oluş biçimi. Müziğim, aletim, sesim, bedenim, zihnimde tek bir eyleme dönüşür.” Ne de olsa Hendrix için her yerde şarkı yapılabilir ve şarkı her yerden gelebilir. O, bunu kâğıda (bazen bir kibrit kutusuna ya da peçeteye) döküp yeryüzüne indirir.
“Benim evim dünya” diyen Hendrix, aynı yerde fazla kalamayışını, bitki gibi yaşamaktan hoşlanmayışını ve elinden geldiğince çok seyahat edişini hep bu cümle altında topluyor. “Hiçbir yerde gerçek evim yok” sözüyle yukarıdaki cümleyi daha da anlamlı kılıyor. Gittiği her yerde yeni insanlarla tanışıyor ve müzik yapabileceği birilerini buluyor. Bir sürü soruyla karşılaşmasına rağmen herkes aslında onun nerede olduğunu ve ne yapmaya çalıştığını müziğinden biliyor: “Müzik çok ciddi bir iş benim için. Söylemek istediğimi söyleme biçimim. Sesler duyuyorum ve onları bir araya getiremezsem kimse getiremeyecek.”[13]
Sonra, “Eylem umutsuzluğun panzehiridir,” diye haykıran Joan Baez…
Zülal Kalkandelen’in, “Baskıya ve zulme müzikle direnenlerin özgür vicdanıdır”;[14] Refik Durbaş’ın, “Dünya kardeşliğinin simgesi”;[15] Zeynep Oral’ın, “Yıllara meydan okuyan o muhteşem soprano ses,”[16] biçiminde betimledikleri O ciddi bir dik duruştur![17]
Ve kendisini şöyle anlatır Joan Baez: “Diktatörlük döneminde Latin Amerika’da konserlerim yasaklanmıştı. 2014 yılında orada ‘Gracias a la Vida’ turnemde Arjantin’de baktım herkes şarkıları biliyor. Gençler bile… Sonra konuştukça ortaya çıktı, o çocuklar, gençler için benim şarkılar toplumsal bellek görevi görüyor. Ailelerinin yaşadıklarını, ödedikleri bedelleri anımsatıyor… Tarihi ve toplumsal bellek gibi…’
‘Ben çok şanslı bir insanım. Sesim var. Sesim, benim özgürlüğüm. Sesim, benim bilincim… Bu armağanı, bu yeteneği, nasıl kullanacağım benim seçimim. Seçim yapabilmek, düşüncelerimi açıklayabilmek, bunlar benim şansım! Bu sesi nasıl kullanacağımı bilmem de bir başka şansım… Birçok insanda bu yetenek yok. Birçoğunda var ama kullanmıyor. Onların bileceği şey…’
‘Ben sesimi, ezilenler için, sömürülenler için, haksızlığa uğrayanlar için, baskı görenler için, tehdit altında olanlar için ve şiddet içermeyen, kesinlikle şiddeti dışlayan dayanışmalar için kullanmaya karar verdim. Yaşamım ve uzun meslek yıllarım boyunca tek ölçütüm bu oldu: Şiddet dışılık’.
‘Benim en büyük zenginliğim, dayanışmadır. Kalbim sizlerle.”[18]
Bir de yaşamı boyunca emekten, adaletten, eşitlikten yana olan, 12 Eylül darbesine karşı New York’ta düzenlenen dayanışma konserine de katılan Amerikan folk efsanesi Pete Seeger.
O, “Dava adamıydı. Hayatı boyunca emekten, adaletten, eşitlikten yana oldu. Hep sosyalist kaldı, yalpalamadı.”[19]
“Which side are you on/ Hangi taraftasın?” diye soran sesi, hâlâ ve hep kulaklarımızda…
* * * * *
Eski(meyen)lerde söz edip de Onu anımsamamak mümkün mü?
Kurt Cobain için “Müthiş karmaşık bir kişilik ve dahi bir yeteneğin neresinden başlanır, nasıl geliştirilir ve neden sonlandırılır ki?” sorusuyla ekler Asya Robins:
“Amerikan alternatif-grunge müziğinin liderlerinden Nirvana grubunun solisti Kurt Cobain’in.. ismi söylendiğinde tüyler ürperir ve dikkatler kesilir. Peki bu grunge kültürü nereden geldi… Grunge akımı, 70’lerin rock müziğinin gösterişliğine karşı bir tepki olarak çıkan punk-metal etkileşimli bir akımdı. Grunge’ın ayırt edici özellikleri; çarpıtılmış elektro gitar tınıları, endişe dolu sözler, şarkı boyunca ciddi iniş çıkışlar ve gürleyen sesler… Grunge yapanlar, yırtık fanilamsı tişörtler ve yırtık jean’ler giyen birkaç tanınmayan gençten ibaretti… Kurt Cobain de X jenerasyonunun temsilcisi hâline gelmişti. The Guardian’ın isabetli tanımına başvurursak; “Kurt Cobain o dönemlerde Oz Büyücüsü gibiydi”…
Yaşadığı depresyon ve uyuşturucu bağımlılığı yüzünden gördüğü ilgiden ve oluşturduğu sansasyondan bir türlü zevk alamayan Cobain, 5 Nisan 1994 yılında, daha 27 yaşındayken intihar etti… Seattle Grunge’ın merkezi olma misyonunu az da olsa devam ettirdi. Nirvana’nın bitimiyle 1999’da Napster’la online müzik devri başladı.[20]
Bir de “Gökyüzünün çökmesine engel olan, sağlamasız yaşayan,”[21] 11 Ocak 2016’de, 69 yaşında kanserden kaybettiğimiz David Bowie var…
Bowie, David Robert Jones ismiyle 8 Ocak 1947’de Brixton’da doğdu. Küçük yaşta parlak zekâsı dikkat çekiyordu. Katıldığı müzik kulübündeki arkadaşları, Bowie için sıklıkla şöyle diyorlardı: “Başka bir gezegendenmiş gibi baş döndürücü.”
“Müziğin bukalemunu” diye anılan Bowie, “Sahne dışında bir robotum, sahnede ise duyguyu yakalıyorum,” derdi.[22]
8 Ocak 2016’da, 69. yaş gününde cazın öne çıktığı ‘Blackstar’ başlıklı son albümüne adını veren şarkıda, “Ben bir siyah yıldızım, pop yıldızı değil” diyen Bowie sevenleri için asla sadece bir pop yıldızı olmadı. Cinsiyet rollerini altüst eden, uzaydan, yıldızlardan bahseden şarkılarındaki hayal gücü evrenin sınırlarını zorlayan, farklı imajlarını maskeler gibi giyip çıkarsa da müzikteki kalitesini hep koruyan O, 50 yıldır kabuk değiştiriyordu ve şüphesiz ki müziğin zirvesindeydi.
Evet, “David Bowie bir şarkıcıdan, besteciden, şairden öte, değişen bir dünyanın öncü karakteriydi.”[23]
* * * * *
Yalnız olar mı? Ya ezgilerin ve öfkenin Fransızca’sı? ‘Ne Me Quitte Pas’ ile yüreklerimize kazınan Jacques Brel bir ozandı, besteci ve yorumcuydu. Sözlerini kendi yazdığı, kendi bestelediği şarkıları, sahnede olağanüstü bir biçimde yorumlarken, yüreğinden kopan her sözcüğün, her notanın bedelini fazlasıyla öderdi. Her gözyaşının, her kahkahanın, alnında biriken her ter damlasının da…
Brüksel’de doğmuştu. O engebesiz dümdüz ülkeyi, Flamanları, limanları, o alçak gökyüzünü çok sevdi… Sevdiklerini eleştirmekten geri kalmadı: Flamanları ya da Parislileri…
Şarkıcı olmaya hiç niyeti yoktu. Bestelerini, şarkılarını kimse söylemeyince para kazanabilmek için kendi söylemeye başladı ve soluğu Paris’te aldı. “Şarkı söylemesem olurdu. Ama yazmasam ölürdüm” diye fısıldıyor.
Sevmediklerine karşı eleştirisi acımasızdı: Savaş bezirgânlarına “yaşlandıkça daha çirkinleşen burjuvalara”; “asla” ve “sonsuza dek” sözcüklerini ağızlarından düşürmeyen yalancı âşıklara; “Kahraman” olabilmek için savaşı gözleyenlere, “uygarlık” adına gaz odalarını, idam sehpalarını, elektrikli sandalyeyi, atom bombasını keşfeden arsızlara, hep öfkesini kustu.
Kolayı seçenlere, yani “bağışlamak için gözlerini kapayan din adamlarına”; savaş bittikten sonra geçmiş ve gelecekteki ölümleri görmezden gelip ahkâm kesenlere; ellerindeki nimeti bilmeyip, “aşklarını habire hırpalayanlara”; özetle “sanki… gibi” yapanlara “kendinize gelin” diye haykırıyordu.
Yeryüzünü tümden değiştirmek isteyenlere ve yeryüzünde hiç ama hiçbir şeyin değişmemesini isteyenlere, “hiçbir düş, savaşı, bombaları, cinayetleri haklı kılmaz” diyordu.
“Serüvene koşmak için trenler bekliyorsan, güneşi yakalayıp gözlerine yerleştirmek için, beyaz yelkenlilerin seni gelip almasını bekliyorsan… Yarına inanmak için günbatımını görmen, gerekiyorsa… Umudu, yaşatmak için yarınları bilmen gerekiyorsa… Derin görünmek için can sıkıntısına, iyi kalpli görünmek için zayıflığa ve güçlü görünmek için öfkeye ihtiyacın varsa… Demek ki hiç bir şey anlamadın” diyordu.
Neyse ki; tüm kötülüklere, çirkinliklere, yozluklara, öfke ve kine karşı aşk vardı. “Birbirimize sunabileceğimiz, paylaşabileceğimiz, yalnız aşksa…
Sevmenin gücü sonsuzdur Brel’de. O, sevdiğine “yağmur yağmayan ülkelerden topladığı, inci damlaları sunacaktır”, “ölümden sonra bile toprağı kazıp sevgilisinin vücudunu ışıkla ve altını kaplayacaktır”, yeter ki onu terk etmesin… Sevdiğine, yepyeni sözcükler icat edecektir… Ona rastlamadığı için üzüntüsünden ölen kralın öyküsünü ya da artık sönmüş bir volkanın yeniden nasıl ateş püskürdüğünü anlatacaktır… Ama o isterse, hiç konuşmayacak, artık hiç ağlamayacak, yalnızca, gizlenip; onu seyredecektir. Yeter ki, sevdiği onu terk etmesin… Sevgilisinin gölgesi, elinin gölgesi, hatta köpeğinin gölgesi olmaya razıdır, yeter ki onu terketmesin…
1978’de ölen, artık şarkı söylemeyen Jacques Brel hâlâ en popüler ozanıdır…[24]
Sonra da, “Müziğini hep yanında taşı… Hiç beklemediğin anda, ‘hayat’ seni dansa kaldıracaktır,” diyen Leonard Cohen…
Dünya üzerindeki en iyi şarkı yazarlarından biri olarak değerlendirilen Leonard Cohen, nam-ı diğer Karanlıklar Prensi, müzisyenliği kadar şair kimliğiyle de önemlidir. Özellikle şarkı yazarlığındaki başarısı edebiyatla kurduğu bağda yatıyor demek abartı olmaz. Bundandır her şarkısı bir şiir, her şiiri de aynı zamanda bir şarkıdır onun. Hatta müzikten önce şiire bulaşır.
O, “Gücün, kasın ve paranın kıskacına sıkışmış” insanları “boka batmış acizler” olarak değerlendirirdi.[25]
* * * * *
Ölümünden önce yazdığı “Dostlar beni hatırlasın” şiirindeki temennisi gerçekleşti Veysel’in. Kaygılanmasına hiç gerek yoktu büyük ozanın.
21 Mart 1973’te yitirdiğimiz Âşık Veysel, bu kırk yıl süresince unutulmadıysa daha nice kırk yıllar devrilse de hatırlanır.
Kolay mı? “Güzelliğin on para etmez/ Bu bendeki aşk olmasa/ Eğlenecek yer bulamam/ Gönlümdeki köşk olmasa// Senden aldım bu feryadı/ Bu imiş dünyanın tadı/ Anılmazdı Veysel adı/ O sana âşık olmasa,” derdi O…
Ve canana duyulan aşk, bundan daha yalın ve etkili nasıl anlatılabilir ki?
Hayatın sırrını bulmuş, bize de fısıldamış gibidir: “Kim okurdu kim yazardı/ Bu düğümü kim çözerdi/ Koyun kurt ile gezerdi/ Fikir başka başka olmasa,” derken…
Âşık Nesimî Çimen de Onun yolundaydı…
Bir an hatırlayın: Tasavvuf şairi Nesimî XIV. yüzyılda inançları yüzünden derisi yüzülerek öldürülmüştü. Mahlasını ondan alan Kul Nesimî’nin XVII. yüzyılda öldürüldüğü söylenir. Yüzyıllar sonra Âşık Nesimî’nin de onlarca aydınla birlikte Sivas’ta yakılması bir rastlantı mıdır? Değil elbette…
Devrimci gecelerde, başında kasketi, kocaman göğsünde ufacık kalan curasıyla, kibirsiz, abartısız, vakur Nesimî Çimen, pek çok şair, yazar ve aydınımızla birlikte, “Halep uleması”nın, ham sofuların torunları tarafından Sivas’ta yakılarak katledildi.[26]
Geçerken anımsatalım: Halk Oyuncuları’nın 1967’de Tunceli’de oynamaya çalıştığı ‘Pir Sultan Abdal’ oyununa düzenlenen polis baskınıyla başlayan olaylarda, oyunda Pir Sultan’dan deyişler söyleyen Nesimî’nin gözaltında bıyığının yarısının tek tek yolunmuştu…
Ve, “Ben sosyalist bir sanatçıyım, amacım sosyalist mücadeledir. Öyle devrimciyim, solcuyum demekle olmaz, yetmez. Evet, kimsenin askeri değilim. Şimdi yüzde yüz destek verdiğim, Türkiye’nin önüne müthiş bir ufuk açtığına inandığım Gezi Direnişi’ni böyle kullanmaya çalışanlar da var. Ben bunu yapmam. Gezi’nin rüzgârına yamanmadım, yamanmam,” diyen ‘Tanrı Baba’, ‘Dağlarına Bahar Gelmiş Memleketimin’, ‘Acıyı Bal Eyledik’, ‘Terk Etmedi Sevdan Beni’, ‘Haydi Gülümse’ gibi dillere düşmeyen besteleriyle halk ozanı Rahmi Saltuk…[27]
Sonra aynı kesitten; “Sesim dünyadaki, Türkiye’deki adaletsizliğe isyan, içim dolup taşıyor ve böyle fışkırıyor,” diye haykıran Selda Bağcan…[28]
Bir de, besteleri, müzikleriyle yıllarca hayatımıza dokunan Zülfü Livaneli… Yaşamı ve sanatıyla uzun ve zorlu bir yolculuktu Livaneli’ninki… O da bu yıllar içinde milyonlarca yol arkadaşı buldu kendisine; dinletti, izletti, seyrettirdi, okuttu, etkiledi, yol gösterdi. Müzikle başladı yolculuğuna… Radyolara giremeyen Alevî türkülerini kulağımıza aktardı. Dışarı çıkamayan hapishane ezgilerini derledi. Mırıldananların mahpushanelere tıkıldığı ağıtlar yaktı… Ülkenin yarım asırlık tarihine, her hâline tanıklık etti, bizi de tanık olmaya davet etti. Kimi zaman umutlar saçarak… Kimi zaman acılardan bir türkü tutturarak…
Kimi zaman bir nehir gibi akıp giderek… Bazen duvarları yıkalım diyerek, bazen kan çiçeklerini hatırlatarak… Bazen yalan dünyayı işaret ederek… Bazen uzak bir mezrada “memik oğlan”ın mezarı başında durarak. Aşkı da eksik etmedi. Teri ilaç olanların, nefes nefese sevdalananların, ölümüne bir çift güvercin olarak göğe yükselenlerin hikâyesini notalara dönüştürdü…[29]
Bir de “Şair ceketli çocuk” denilip; “Ölümsüzler mahallesi”nin yürekli çocuğu olarak anılan Kazım Koyuncu…
Şairin dediği gibi “her ölüm erken ölüm”dü de, Kazım’ın ölümü çok erkendi. En yakışıklı zamanında kaybettik, en devrimci, en üretken döneminde göçüp gidiverdi önümüzden. “İşte gidiyorum, bir şeyler istemeden…” diye diye… Bir söyleşisinde “Bizde duygular radikal” diyordu…[30]
Bugün daha iyi anlaşılıyor ki, Kazım Koyuncu, cesur bir insandı; kardeşleşmenin köprüsüydü. Aşağıdaki sözleri O’nun duruşunu ve felsefesini anlamak açısından önemli ipuçları içeriyor zaten: “Hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Don Kişotlar’a, Ateş Hırsızları’na, Ernesto ‘çe’ Guevara’ya, yollara-yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya.”[31]
Nihayet Victor Jara… Şili’de 1973’deki ABD destekli darbe sırasında katledildi O…[32]
Devrimci müzisyen Victor Jara müziğine kaynak olarak, Latin Amerika’nın geleneksel müziğini ve folklorik öğelerini aldı ve bunları çoksesli hâle getirdi Yeni Türkü adında bir grup kurarak müziğe devam etti. Yeni Türkü kısa zamanda emperyalizmin ve sömürgeciliğin karşısında bir simge hâline geldi. Artık Jara’nın şarkıları fabrikalarda, okullarda, sokaklardaydı. İçten coşkulu hüzün bulanık dirençli sesi Şili sınırlarını aşarak dünyanın dört bir yanına ulaştı.
Jara, 1970 seçimlerinde Şili’deki sol muhalefetin sesi Halkın Birliği (Unidad Popular)’ni ve Salvador Allende’yi destekledi. 11 Eylül 1973’teki Augosto Pinochet’nin düzenlediği faşist darbenin hemen ertesinde Santiago Üniversitesi’nde gözaltına alındı ve binlerce kişiyle birlikte -bugün adı verilen- Şili Santiago Stadyumu’na getirildi. Yüreğinde, postallarla çiğnenen ülkesinin ve katledilen yoldaşı Allende’nin acısı vardı. 16 Eylül 1973’de acımasızca katledildi. Hem de önce, bir daha gitar çalamasın diye parmakları kırılmıştı.
Şili’deki Pravda muhabiri Vladimir Çernisev, Jara’nın son anlarını şöyle anlatıyordu:
“Víctor Jara dudaklarında şarkıyla öldü. Onu yanından hiç ayırmadığı yoldaşı, gitarıyla birlikte stadyuma getirdiler. Ve şarkı söylemeye başladı. Öbür tutuklular, gardiyanların ateş açma tehdidine rağmen melodiye eşlik etmeye başladılar. Sonra bir subayın emri ile askerler Víctor’un ellerini kırdılar. Artık gitar çalmıyordu, ama zayıf bir sesle şarkı söylemeyi sürdürdü. Bir dipçikle kafasını parçaladılar ve diğer tutuklulara ibret olsun diye ellerini kesip tribünlerin önüne astılar.”[33]
3 Ağustos 2016 11:13:13, Ankara.
N O T L A R
[1] Ludwig von Beethoven.
[2] Serdar Türkmen, “Şarkıların İdeolojisi (6)”, http://www.haberfabrikasi.org/s/?p=20688
[3] Cenk Özbay, “Bitti Diyorsam Laf Değil”, Radikal İki, 13 Eylül 2009, s.11.
[4] Ahmet Say, “Tarihsel Bir Bağımsızlık Bildirisi”, Evrensel, 28 Nisan 2015, s.16.
[5] Aydın Büke, Beethoven-Müziğin Dönüm Noktası, Can Yay., 2014.
[6] Evin İlyasoğlu, “Beethoven 245 Yaşında”, Cumhuriyet, 23 Aralık 2015, s.16.
[7] Metin Celal, “Beethoven”, Cumhuriyet Kitap, No:1289, 30 Ekim 2014, s.12.
[8] Özlem Ertan, “Beethoven ve Fazıl Say”, Taraf, 28 Nisan 2014, s.13.
[9] Lewis Lockwood, Beethoven, Çev: Ebru Kılıç İş Bankası Kültür Yay., 2014.
[10] “Beatles’ın En ‘Kibirlisi’ mi?”, Aydınlık, 10 Ocak 2015, s.16.
[11] Çağlayan Çevik, “Bir Jimi Hendrix ‘Deneyimi’…”, Radikal Kitap, Yıl:13, No:680, 28 Mart 2014, s.20.
[12] Ali Bulunmaz, “Jimi Hendrix’in Hayatı: ‘Sıfırdan Başlamak!’…”, Cumhuriyet Kitap, No:1261, 17 Nisan 2014, s.6.
[13] Jimi Hendrix, Sıfırdan Başlamak: Benim Hikâyem, Çev: Avi Pardo, Domingo Yay., 2014.
[14] Zülal Kalkandelen, “Baskıya Müzikle Direnenlerin Özgür Vicdanı”, Cumhuriyet, 3 Temmuz 2015, s.17.
[15] Refik Durbaş, “Yüreğin Sesi: Joan Baez”, Birgün, 2 Temmuz 2015, s.2.
[16] Zeynep Oral, “Her Yer Direniş Her Yer Joan Baez”, Cumhuriyet, 3 Temmuz 2015, s.17.
[17] “Tansu Çiller-Erbakan koalisyon dönemi. Çiller başbakan. Efes konseri öncesi Kuşadası’nda, denizde yüzüyoruz. Kıyıdan feryat figan çağırıyorlar. Başbakanlık’tan aranıyor. Telefonun ucundaki elçi, bir “rica” iletiyor. “Acaba Joan Baez bu akşam konserde, Bulgaristan’da dilleri yasaklanan, adları değiştirilen soydaşlarımız için birkaç cümle söyler mi?” Aracılık yapıyorum. Hiç duraksamadan anında yanıtlıyor: “Elbet, ama bir şartla söylerim: Bulgaristan’daki Türkler için konuştuğum kadar, Türkiye’deki Kürtler için de konuşursam…” Ahizenin öte yanındaki kibar ses haykırıyor: “Aaaa! Terbiyesiz kadın!” Küt telefon kapanıyor. (Zeynep Oral, “Türkiye’den Joan Baez Anekdotları”, Cumhuriyet, 5 Temmuz 2015, s.20.)
[18] Zeynep Oral, “Bizim Ülkemizde Ne Oluyor?”, Cumhuriyet, 4 Haziran 2015, s.21.
[19] E. Ahmet Tonak, “Darbeye Karşı Konser Vermişti”, Radikal, 6 Şubat 2014, s.26-27.
[20] Asya Robins, “Sonrasında Her Şey Değişti”, Radikal, 5 Nisan 2014, s.10.
[21] Kahraman Çayırlı, “Gökyüzünün Çökmesine Engel Olan Adam: David Bowie”, Taraf, 14 Ocak 2016, s.10.
[22] Nil Kural, “O Bir Siyah Yıldızdı!”, Milliyet, 12 Ocak 2016, s.4.
[23] Mehmet Tez, “David Bowie’nin Ardından”, Milliyet, 12 Ocak 2016, s.4.
[24] Zeynep Oral, “İyi ki Aşk Var…”, Cumhuriyet, 21 Kasım 2014, s.15.
[25] Leonard Cohen, Sevda Kitabı, Çev: Gökçen Ezber, Aylak Kitap, 2015.
[26] Babası Nesimi Çimen’i Madımak’ta yakanlar idamla yargılanırken idamın kaldırılması için imza veren Mazlum Çimen, “Bütün Madımak yakılıyor, insanlar öldürüldü. O günden bu yana camı, kapısı kırılan bir camii, Kur’an kursu gördünüz mü? Alevîlerin böyle bir terbiyesi de var. Biz hiç kimseye saldırmadık. Düşünün ki babamları yakanlar idamdan yargılanıyor ama o dönemde idama karşı çıkan dördüncü imza benimdi. Madımak sanıkları idam talebiyle yargılanırken biz idam yasasını kaldırdık. Ben idama karşı çıktım,” (Ceren Çıplak, “Mazlum Çimen: Adı Darbeyse İyisi Olmaz”, Cumhuriyet Sokak, 24 Temmuz 2016, s.16.) der…
[27] Gamze Akdemir, “Tüm Türkülerim Kaptan Yoldaş, Oğlum Baran İçin”, Cumhuriyet Pazar, No:1437, 6 Ekim 2013, s.3.
[28] Nazan Özcan, “İsyanın 40 Yıllık Sesi”, Radikal, 30 Eylül 2013, s.25-27.
[29] Nebil Özgentürk, “İyi ki ‘Sanat’ Diye Bir Liman Var”, Cumhuriyet, 26 Haziran 2016, s.20.
[30] Nebil Özgentürk, “Karadeniz’in Saygın Çocuğu”, Cumhuriyet, 25 Haziran 2015, s.17.
[31] A. Hicri İzgören, “Şair Ceketli Çocuk”, Gündem, 25 Haziran 2015, s.15.
[32] “Victor Jara’nın Namuslu Gitarı”, Kızıl Bayrak, No:2015/35, 11 Eylül 2015, s.32.
[33] “Victor Jara’nın Katili Yargılandı”, 20 Haziran 2016… http://direnisteyiz3.org/victor-jaranin-katili-yargilandi/