Emek hareketi uzunca bir süredir örgütsüzlük koşulları nedeniyle yoğun saldırılarla karşı karşıya. Emek hareketinin maruz kaldığı başlıca saldırılar olarak sıralayabileceklerimizin başında; sendikasızlaştırma, reel ücretlerin düşmesi, çalışma koşullarının giderek kötüleşmesi, iş saatlerinin artması (teknolojinin geliştiği bu koşullarda çalışma saatlerinin 3-4 saat olması gerekirken 12-14 saat çalışmanın olması) her alanda yaygınlaştırılan taşeronlaştırma ve güvencesiz çalışma geliyor. Emek hareketi ise yeteri düzeyde örgütlü olmadığı, örgütsüzlüğü yaşadığı için topyekûn bu saldırılara yanıt veremiyor. Öyle ki önceki yıllarda mücadele sonucu elde ettiği kazanımları bir bir kaybetti/ediyor Emek hareketinin 12 Eylül faşizmi tarafından gasp edilen haklarından son elinde kalanlarda 12 yıllık AKP hükümeti tarafından sistematik şekilde gasp edildi/ediliyor.
Mevcut AKP hükümetinin ilk icraatlarından bir sermayenin talepleri doğrultusunda yeni bir iş yasası hazırlamak olmuştur. Hazırlanan yeni iş yasasıyla birlikte adeta K. Kürdistan ve Türkiye bir taşeron cennetine dönüştürülmüştür. Öyle ki resmi rakamlara göre 3 milyon, DİSK’in rakamlarına göre ise 6 milyon taşeron işçi bulunmaktadır. Oysa bu rakamlar çok daha fazladır. Güvencesiz ve taşeron çalışma hayatın her alanında karşımıza çıkmaktadır. Örneğin birer kamu kuruluşu olan hastane ve belediyelerde birçok hizmet birden fazla taşeron şirkete yaptırılmaktadır. Kısaca son yıllarda güvencesiz çalışma, taşeron, geçici ve esnek çalışma biçimleri yaygınlaştırılmış, artık kadrolu işçilik hayal olmuştur.
Hayata geçirilen bu uygulamalarla sendikalaşma oranları hızla düşmüştür. Aynı iş yerinde birden fazla taşeron firmanın (alt işverenin) bulunması, (ör. kimi hastanelerde temizlik işinin, güvenlik işinin, vb. farklı farklı alt işverenlere yaptırılması gibi) alt işverenlerin çalışanları farklı işyerlerine göndermesi sendikalaşmanın önünde büyük bir engel oluşturmaktadır. Zaten açıklanan rakamlarda sendikalaşma oranının ne kadar düşük olduğunu gözler önüne sermektedir. 2014 Ocak ayında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının açıklamış olduğu resmi rakamlara göre 12 milyon civarında çalışanın olduğu (oysa bu rakam çok daha fazla) bunun 1 milyon 96 bin 540’ının sendikalı olduğudur. Bu rakamları baz aldığımızda dahi sendikalılık oranının %10 bile olmadığı ortadadır.
Mevcut AKP iktidarı, sendikal örgütlülüğü fiili engellerle ortadan kaldırmaya çalışmakla kalmayıp bunu yasal engellerle de desteklemektedir. Sendikalar yasasında yapmış olduğu son değişikliklerle yeni zorluklar çıkarmıştır. Hatırlanacağı gibi yasada yapılan değişikliklerle iş kolu barajı düşürüldü. Bu ise çok önemli bir değişiklikmiş gibi sunuldu. Oysa aynı yasa da işkolları birleştirildi. Böylece iş kolu barajının kaldırılmasının hiçbir anlamı kalmadı. Çünkü bir sendikanın toplu sözleşme yetkisi alabilmesi için eskiye oranla daha fazla üye yapması gerekiyor. (Ör. Deri sektörünün Tekstil ile birleşmesi sonucu bu işkolundaki çalışan sayısının 1 milyonu geçtiği ifade ediliyor. Bu yüzden birleşmeden sonra mevcut sendika barajın altında kalmıştır. Yeniden toplu iş sözleşmesi imzalayabilmesi için, ifade edildiği üzere üye sayısını en az 15 katına çıkarması gerekiyor.) Evet, işkollarının birleştirilmesi uygulaması ve üye sayılarında SGK verilerinin baz alınması sonucu mevcut 115 sendikadan sadece 47’si barajı geçebilmiştir. Üstelik sendikalar yasasında ki son değişiklikle 2018’de baraj %3’e çıkarılacaktır. Bu ise var olan birçok sendikanın da yetki hakkını kaybedeceğini göstermektedir. Her ne kadar yukarıda belirttiğimiz üzere sendikalı işçi sayısı 1 milyon 96 bin 540 ise de bugün için bunun ancak 650 bini toplu sözleşmeden yararlanabiliyor. Uygulamalarla bu sayı daha da azalacaktır.
Mevcut sendikal anlayış değişmeli!
Kuşkusuz rakamlar önemli. Ama sorun salt ne kadar işçinin sendikalı olduğu ya da kaç sendikanın yetkili olduğuyla sınırlı değil. Bir de madalyonun diğer yüzü var. Bu da bugünkü mevcut sendikal anlayışla ilintilidir. Her şeyden önce bugünkü mevcut sendikal anlayış emek hareketinin sorunlarını çözmeye yönelik bir anlayışa sahip değildir. Tabii ki bu anlayış bugün ortaya çıkmış ve bugünle sınırlı değil. Son 25-30 yıldır durum budur. Zaten Türk- İş kuruluş itibariyle böyleyken, DİSK ise 12 Eylül 1980 sonrası yeniden açılışıyla birlikte gerçekleştirdiği Ören toplantısı ve Ören tezleriyle bu yola girmiştir. Ören tezlerinin ana yaklaşımı “çağdaş” uzlaşmacı sendikal anlayıştır. Bu anlayış devam etmektedir.
Newroz gazetesinde çeşitli defalar yazdık. Sendikalar bu coğrafyada ta baştan beri, “devletin ideolojik aygıtlarıdır”, sendika yöneticileri artık birer işveren konumundadır. Sendika yöneticilerinin bütün derdi kendi koltuklarını ve çıkarlarını korumaktır. Onların, işçi ve emekçilerin talepleri ilgilendirmemekte. Bütün dertleri var olan üye sayısını korumak. İşçi ve emekçileri örgütlemek diye bir dertleri yok.
Yaşanan sendikal krizin bir gerçeklik olduğunu, ama sorunun salt bu olmadığını, asıl sorunun sendikal işleyiş ve anlayıştan kaynaklandığını. Komünistler açısından sorunun salt yönetimleri ele geçirmek olmadığını, sendikalarda tabanda uzun soluklu mücadele ve yeni bir sendikal anlayışı yürütmeleri gerektiğini. Bu söylediklerimiz ve yazdıklarımız bugünde geçerliliğini koruyor. Hem de dünkünden daha fazla.
Kürdistanlı komünistler olarak mevcut sendikacılar konusunda başından beri temkinli davrandık. Hatta mevcut sendikalarla ilgili Manifesto’da şöyle bir tespit yaptık.
“Sendikaların yüz yüze olduğu sorunların başında, yönetim kademesinin kemikleşmiş bürokratik yapısıyla (…) 19.yy sonu ve 20.yy’ın yarısı boyunca genel olarak sendikalar mülkiyet ve para sahibi kurumlar değillerdi. Öyle ki küçük bir kulübeyle sınırlı mekânlarında büyük direniş ve grev hareketlerini örgütleyebiliyorlardı. Günümüzde en zayıf, en küçük sendika bile ciddi denilebilecek menkul ve gayrimenkulün sahibi haline geldi. Artık sendika yöneticisi demek aynı zamanda ciddi bir mülkiyetin de yöneticisi olmak demektir. Mülkiyet sahibi olmak sendikal yozlaşmanın ve bürokratikleşmenin nedenlerinin başında gelir.” (21.yy’da Özgürlük ve Sosyalizm Manifestosu, Gün Yayıncılık, Temmuz 2008, Say; 63-64)
Bu tespitimizle bugün ne kadar haklı olduğumuz bir kez daha ortaya çıkmıştır. Kuşkusuz bu tespitimize gelinen nokta itibariyle, mevcut sendikaların (istisnaları saymazsak) büyük bir bölümünün gangster ve “devletin ideolojik aygıtı” ve bugün artık sendika yöneticilerinin birer işveren konumunda olduklarını, sendikaların başına çöreklenen bürokratların burjuva partilerinden birinin kanatları altında kendi koltuklarını korumanın derdine düştüklerini, kimi sendikaların mevcut AKP’nin “işçi kolları” gibi çalıştığını da ilave etmeliyiz. Hal böyle olunca da onlar açısından emek hareketinin yaşadığı sorunların bir kıymeti harbiyesi olmuyor. Zaman zaman tabandan gelen dayatmalara karşı kimi göstermelik açıklamalar yaparak sorunu geçiştirmeye çalışıyorlar.
Artan direniş ve grevler
Kuşkusuz sendikaların mevcut durumu ve sermayenin saldırıları karşısında emek hareketi sessiz ve pasif bir biçimde durmuyor. Tabii ki bugünkü koşullarda emek hareketinin örgütlü ve kitlesel mücadelesinden bahsedemeyiz. Yine de kimi işyerlerindeki, işyeri temelli mücadele örneklerini görmezden gelemeyiz. Ağır çalışma koşullarına, düşük ücretlere, esnek çalışmaya ve taşeronlaşmaya karşı kimi fabrikalarda, işyerlerinde sendikal örgütlülüğü yaratmaya çalışıyorlar. Salt sendikalaşmak için değil, var olan haklarını koruma, işten atılmalara vb. saldırılara karşı direnişlerle, grevlerle yanıt veriyorlar. 2012’de Antep’te tekstil işçilerinin birkaç fabrikada başlattığı direniş, Darphane, Camiş, Punto Deri, Leroy Merlin, Feniş, THY, Mersin Limanı, DHL, Hacetepe, Cerrahpaşa, Greif ve Yatağan’ı son dönemlerde gerçekleşen grev ve direnişlerde öne çıkanlar olarak sayabiliriz.
Sendikal hareketin genel bir gerileme ve tıkanıklık yaşadığı bu dönemde, emek hareketinin sınırlı da olsa bu tür mücadele örnekleri sergilemesi son derece önemlidir. Bu örneklerin ortaklaştırılması, başarılı örneklerin yaratılması gelecek acısından önem taşıyor. Çünkü yaratılan bu örnekler mevcut sendikalardaki tıkanıklığı aşmada bir kaldıraç işlevi görebilir. Ne var ki, son yıllarda yaşanan grev ve direnişlerin ezici bir çoğunluğu benzer ama kilit önemde eksikliklerle doludur. Bu durumda kaldıraç olma özelliği kazanmasının önüne geçmiştir. Bu süreçte sendikaların mevcut anlayışlarından kaynaklı olarak grev ve direnişlere yeterince sahip çıkmamış ve sorunlu davranmamışlardır. Oysa pek çok örnek göstermiştir ki, mülksüzler bir kez inandıklarında her şeyi yapabilecek ve her zorluğu göğüsleyecek kadar kararlı ve cesur davranabilmektedirler. Son dönemde yaşanan direniş ve grevlerin hepsinde bunu görmek mümkün. Bunun son örneği Greif işçilerinin yaşadıklarıdır. Ve görünen o ki emek hareketinde ki bu gelişmeler devam edecek.
Biz Kürdistanlı Komünistler olarak ; “İşçi sınıfı, emekçi halk kitleleri ve genel olarak mülksüzler, 21.yy devrimci değişiminin esas dinamikleridir. İşçi sınıfı ve sendikalar bu yeni uygulamalara karşı yeni araç ve yöntemlerin arayışı içerisindedir. İşçi sınıfının dünya çapında mücadelesinin yeniden güçlenmesi sendikaların da belirtilen sorunları aşmasında önemli rol oynayacaktır. Dünyada ve Kürdistan’da dipten gelen/geliştirilecek olan yeni emek hareketi karşısında sendikalar ya mevcut yapılarında köklü bir değişimle sınıf mücadelesinin yeniden araçları haline dönüştürülecek ya da belirleyici olarak sermaye düzeninin yedek gücü olma süreçleri derinleşecek.
Sendika yönetimlerine emekçi bir ruh ve komünist militanlıkla, işçi sınıfının kurtuluşunu pratik faaliyetlerinin ve yönelişlerinin odağına yerleştiren bir perspektifi egemen kılmadan, bu kuruluşların işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin geliştirilmesinde yeniden yol almaları beklenemez.
Somutumuzda komünistlerin, sendikalar içerisinde uzun yürüyüşü göğüsleyen bir mücadele çizgisini sabırla geliştirme görev ve sorumlulukları bulunuyor. Ancak sadece sendikalar içerisinde içten yürüyüşle artık yetinemeyiz. Sendikaların dışında fakat sendikalara alternatif olmayan yeni emek örgütlerinin yaratılması yönünde de önemli görev ve sorumluluklarımız bulunuyor. Bu açıdan yakın vadede, sendika dışı ve en dipteki geniş işçi, işsiz kitlesi içerisinde çalışmak ve bu çalışmanın üzerinde yeni emek örgütlerine ulaşmak hedefimiz olmalıdır.” (age. Say;65-66) tespitini yapmıştık. Bu tespitimiz gelişmeler ışığında bugün daha da bir geçerlilik kazanmıştır.
Sonuç olarak; Tüm yaşananlar bize emek hareketinin yakın gelecekte yeni siyasal gelişmelere gebe olduğunu göstermektedir. Gezi direnişini de arkalayarak gelişen grev ve direniş hareketlerinin ileri atacağı her adımı, yeni bir emek hareketinin öne çıkmasına yönelik her gelişmeyi ve sonuçlarını şimdiden görmek ve buna hazırlıklı olmak gerekmektedir.
Ancak, bu tablonun bir diğer yönü ise; ortaya çıkan dinamikleri değerlendirmek anlamında örgütlü-politik güçlerin hali hiç de iç acıcı değil. Gelişmeler ışığında tabloya baktığımızda sosyalist-devrimci hareketin emek hareketinden büyük ölçüde kopuk olduğu göze çarpmaktadır. Sosyalist-devrimci hareketin her biri kendi kabuğuna çekilmiş, kendi ekseninde var olmaya çalışan, birbiriyle tümüyle benzeşmiş bir durumdadır. Emek hareketini etkileyecek ona yön verecek konumda değildir. Kürdistanlı Komünistler de bundan muaf değildir. Bu anlamıyla Kürdistanlı Komünistler emek hareketinde ortaya çıkan dinamikleri ve gelişmeleri iyi değerlendirmek emek hareketiyle kopmaz ve kalıcı bağlar kurmakla yüz yüzedir. 22 Nisan 2014
t.atmaca_@hotmail.com