DEVLET, SİYASAL “SUÇ”, HUKUK(SUZLUK) VE TERÖR(İST)[1]
TEMEL DEMİRER
“İnsanın temel özgürlüğü, yaşamını
daha iyi kılma özgürlüğüdür.”[2]
Hayatımızı doğrudan müdahale ederek, zorbaca biçimlendiren egemenlik kavramlarının pratiğine ilişkin söz etmeden önce, bu konuda “Şeytanın Avukatlığı”na soyunan ve egemen zorbalık karşısında bunu layığı ile yapan ve geçenlerde bizi bırakıp giden Jacques Vergès’i anmadan geçmemeliyim.
‘Savunma Saldırıyor’ başlıklı yapıtında egemen hukuk(suzluk)un çifte standardına, “Devlet güçlü olduğu sürece adalet gerçekten bir devlet meselesidir; ama buhran içine düşmeye görsün, yeniden büyük harfli oluveren Adalet’e hesap vermek zorunda kalır,”[3], saptamasıyla dikkat çeken O, bu sözleriyle adeta değineceklerimizin de çerçevesini çizmiş olur.
İKTİDARIN ADALET(SİZLİĞ)İ VE “SUÇ”
“Suç”, iktidarın bekasına karşı olana atfedilen sıfattır; “düzen”in, “uygunsuz” ilan ettiğidir.
“Olağan”ın bekası için hukuki bağlamda, cezanın öngörüldüğü davranış biçimidir.
Yasa koyucu iktidar, kimi davranış biçimlerine ceza getirerek “raison d’etat”sını meşrulaştırır…
Metin Altıok’un, ‘Hançerin Sapı’ın da, “darasıdır suç oysa/ yaşadığımız dünyanın”; Vittorio Alfiereri’nin de, “Suçu toplum hazırlar birey işler” diye tanımladığı düzlemde iktidarın düzeni açısından “ceza” veya “güvenlik tedbiri” yaptırımına bağlanmış fiildir.
Bu bağlamda ceza hukukunun “olmazsa olmazı” ilan edilen “suç”un tanımlamasındaki zorluk öznel algı ile nesnel durumun birbiriyle çatışmasından kaynaklanır.
Ama bu noktada Karl Marx’ın saptamaları imdadımıza koşar:
“Bir filozof fikirler, bir şair dizeler, bir rahip vaazlar, bir profesör ders kitapları vs. üretir. Bir suçlu suç üretir. Fakat bu son üretim dalı ile toplumun bütün üretici faaliyeti biraz daha yakından incelenirse, insan birçok önyargısını terketmek zorunda kalır. Suçlu yalnızca suç değil, aynı zamanda ceza hukukunu da üretir, ceza hukuku dersleri veren profesörü, hatta ve hatta profesörün içinde derslerini piyasaya bir meta olarak çıkardığı kaçınılmaz ders kitaplarını da üretir. Bizzat yazarın bile kendi ders kitabından aldığı… Zevkten tamamıyla ayrı olarak, maddi servette bir artış meydana gelir.
Ayrıca, suçlu bütün polis ve ceza mahkemesi aygıtını, dedektifleri, yargıçları, cellatları, mahkeme kurullarını (jüri), vs.’yi üretir ve toplumsal işbölümünün bunca kategorisini oluşturan bütün bu meslekler, insan ruhunun farklı farklı yeteneklerini geliştirirler; yeni ihtiyaçlar ve onları giderecek yeni yollar yaratırlar. Bizzat işkence, işkence aletlerinin üretimini çok sayıda dürüst işçi çalıştırarak en zekice mekanik icatların yapılmasına imkân vermiştir.
Suçlu, bazen ahlâki, bazen acıklı bir izlenim yaratarak halkın ahlâki ve estetik duygularını harekete geçirmekle bir ‘hizmet’ görmektedir. O, ceza hukuku üzerine ders kitapları ve bizzat ceza hukukunun kendisini ve böylece kanun koyucuları üretmekle kalmaz, aynı zamanda sanat, edebiyat, roman ve trajik oyunları da üretir. Suçlu, burjuva yaşamının tekdüzeliğini ve güvensizliğini bozar. Böylece onu durgunluktan korur ve yokluğunda bizzat rekabet uyarısının körleneceği o dur durak bilmez gerilimi, ruh hareketliliğini yaratır. Bundan dolayı üretici güçlere yeni bir itilim verir. Suça karşı açılan savaş fazla nüfusun bir parçasını emerken, suç, emek pazarından aynı nüfusun bir başka parçasını çekip alır, işçiler arasında rekabeti azaltır ve bir dereceye kadar da ücretlerin asgarinin altına düşmesini önler. Bundan dolayı suçlu, tam bir denge sağlayan ve bütün bir ‘yararlı’ meslekler perspektifi açan doğal ‘dengeleyici güçler’den biri olarak görünür.”[4]
Karl Marx’ın kapitalist toplumda bir “katalizör” işlevi yüklediği “suç”, bir başka tanımla, bir yerde iktidara/ sosyal düzen(in)e karşı bir protestodur.
Söz konusu çerçevede “ceza”lardan oluşan işleyişe, iktidara karşı direniştir “siyasal suç”…
Mesela, birini hukuka aykırı şekilde hürriyetinden mahrum edersen, devlet, seni hukuka uygun şekilde hürriyetinden mahrum eder ve bunlardan sadece biri suçtur.
Dostoyevski’ye (ya da Raskolnikov’a) göre suç, “Âlâlade bir insanın, kendini fevkâlâde sanması”; Karl Menninger için de “Herkesi cezbeden bir çekim”ken; unutulmamalıdır ki, “suç” diye betimlenen, düşünülen, sunulan veya varsayılan her ne varsa; suçun ortaya çıkmasını sağlayan sebepler yok edilmediği sürece, asla yok edilemeyecektir.
Ali Akay’ın, “Hukuk otoritenin hakikâtini açıkladığı zaman, açıklanan felsefi bir hakikât olmaya başlayacaktır artık; hukuk değil: yani, aranan gerçek: quid juris/yasa nedir?” notunu düştüğü çerçevede “Adalet” kavramı evrensel olmakla birlikte, bu evrenselliğin kapsamı ve içeriği konusunda bir mutabakat gerektiriyor. Bu mutabakat ise bu adalet kavramının dayandığı “hakikât”e (en temel ilkeye) sadakat üzerinden şekilleniyor. Örneğin, liberal demokratik toplumda, hırsızlığı cezalandırmak kolaydır, bir dilim ekmek çaldığı için birkaç yıl yatmaya mahkûm olanların durumu bile açıklanabilir. Bu toplumun adaleti özel mülkiyete sadakate dayanır.
Buna karşılık, devrimi yapmakta olan hareketin adaleti ile devrimi bastırmakta olan iktidarın adaleti birbirine taban tabana zıttır. Her iki kesimin adalet kavramının içeriğini oluşturan sadakatler birbirini dışlarlar. Bu durumda her iki adaleti kıyaslayacak bir üçüncü bakış noktası da bulunamaz.
Modern toplumlarda bir zanlının, suçlamaları dinleyip kendini savunmadan (yargılanmadan) cezalandırılamayacağı, hele idam edilemeyeceği konusunda bir mutabakat olduğu söylenebilir. Buna karşılık, ABD hükümeti, salt bir istihbarat verisi üzerinden bir yerdeki bir grup insana, çoluk çocuk öldürmek pahasına roketli saldırı düzenleyebilmekte, bunu da dünyaya anlatabilmektedir. Böyle durumlarda da “mutabakat” değil, La Fontaine’in Kurt ile Kuzu masalındaki, “zor” ve haklılık ilişkisi geçerlidir.[5]
Evet, evet “suç” ve “adalet” denilen şey iktidar yani devlet gerçeğiyle doğrudan ilintilidir.
DEVLET VE HUKUK(SUZLUĞ)U
Öncelikle anımsatalım: Mihail Aleksandroviç Bakunin’in, “Hukuk iktidarın fahişesidir”; Kropotkin’in, “Yasalar adalet duygusunu geliştirmemiştir, onu mahvetmiştir”; Michel de Montaigne’nin, “Adaletin yasalarında bile mutlaka adaletsiz bir taraf vardır”; Max Stirner’in, “Devlet, kendi şiddetine hukuk; bireyinkine ise suç adını verir,” diye tanımladığı gerçek, son tahlilde sınıflı-sömürücü iktidarın hukuk(suzluk)udur ve devlet gerçeğinin ürünüdür.
Friedrich Nietzsche’nin, “Bütün canavarların en soğuğuna devlet denir… ‘Ben ulusum, milletim ben’ işte böyle bağırır o soğuk canavar…
Devlet, o heybetli eşitliğinde zengine de fakire de ekmek çalmayı ve köprü altında yaşamayı yasaklayan bir kurumdur,”[6] diye tanımlanan baskı aygıtı, egemen(ler)in “tek meşru şiddet uygulayıcısıdır”.
Yerküredeki en kurumsal terörist örgütlenme biçimi olan sınıflı-sömürücü devlet, egemen şiddetin (ve terörün) kaynağıdır.
Katil kavramının vücut bulmuş hâlidir devlet; kendi eliyle, zihniyle canımıza kastedendir.
Arkadaşlarımızı, kardeşlerimizi döverek öldürendir, gözaltında kaybedendir.
Üzerimize bombalar yağdıran, toprağımıza mayınlar döşeyendir.
Münferit diye örtbas edilmeye çalışılan her vahşetin azmettiricisidir.
Canımızı bizden alandır devlet.
Bir an hatırlayın: Milyonlarca insanın gözü önünde Abdullah Cömert’i, Ethem Sarısülük’ü, Ali İsmail Korkmaz’ı, Medeni Yıldırım’ı, Mehmet Ayvalıtaş’ı, Ahmet Atakan’ı, Hasan Ferit Gedik’i katletmiştir o; ama bir tane bile katil yok ortada…
Devlet örgütlü terördür; Thomas Hobbes’a göre, “Ejderha”dır.
Burjuvazinin elinde sömürüsünü meşrulaştıran bir araçtır; bir sınıfın diğerini ezmek için kullandığı aygıttır.
Sınıflı sömürücü devlet, baskı altına alarak mülksüzleri yoksullaştırmakta ve zenginleri daha da ayrıcalıklı hâle getirmektedir.
Egemen sınıfın çıkarlarını koruyan tüzel varlık. Varsa meclisi de egemen sınıfın çıkarını düşünür, anayasası da, hükümeti de, başkanı da…
Devlet bir şeyleri yasaklar; bir şeyleri zorunlu kılarken; insanlık tarihinde; toprağa yerleşme ile mirasın ve özel mülkiyetin korunması için geliştirilmiş kurumdur.
Organize olmuş en büyük silahlı örgütken; yüzyıllar içerisinde işlevleri ve gücü artmıştır.
Marx’ göre, var oluş sebebi özel mülkiyettir. Özel mülkiyet ortadan kalktığında kendisi de ortadan kalkacaktır.
‘Komünist Manifesto’daki pek sade biçimiyle, kapitalist toplumda “Modern devlet iktidarı tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir kuruldan başka bir şey değildir”.
Siz bakmayın Klasik Fransız Kamu Hukuku’ndaki, “Devlet, milletin hukuki kişilik kazanmış biçimidir”; Hans Kelsen’in, “Devlet, etkili olarak yürürlükte bulunan bir hukuki normlar sistemidir”; Hegel’in, “Devlet, tanrı’nın yeryüzündeki yürüyüşüdür”; Habermas’ın, “Devlet ‘kamu erki’dir, bu sıfatını kendi hukukuna tabi olanların ortak selametini sağlama görevine borçludur,” tanımlarına!
Max Weber’in deyişiyle, “Devlet, belli sınırlar içerisinde meşru fiziksel güç kullanma tekelini elinde bulunduran aygıttır.”
Weber’in devlet tanımına göre, “Belli bir kara parçası üzerinde fiziksel gücü meşru olarak kullanma tekeli”nden hareket edendir.
Bu tanımın anlamı kabaca şudur: Bir kanunu ihlâl edersen, polis gelip seni bir güzel coplayabilir. Ama polis kanunu ihlâl ederse sen onu coplayamazsın. En fazla mahkemeye verirsin. Ama mahkemeyi kazansan da yine coplayamazsın. Ama ertesi gün tekrar kusurlu bir iş yaparsan o seni yine coplayabilir. Ama sen onu yine de coplayamazsın…
1918 yılında N. Buharin’in, “Devlet, tıpkı sermaye gibi, bir nesne değil, toplumsal sınıflar arasındaki bir ilişkidir. Devlet, yönetenle yönetilen arasındaki bir ilişkidir. Devletin özü bu ilişkidir,” notunu düştüğü devlet konusunda Proudhon da ekler:
“Yönetilmek, her işlemde kaydedilmek, sicil almak, deftere geçmek, vergilendirilmek, damgalanmak, ölçülmek, sayılmak, değerlendirilmek, yasaklanmak, yola getirilmek, düzeltilmek ve cezalandırılmaktır. Bu kamu yararı bahanesiyle ve genel çıkar adına; tekel altına alınmak, gasp edilmek, aldatılmak, soyulmaktır. En küçük sızlama ve direnme karşısında bastırılmak, cezalandırılmak, aşağılanmak, tacize uğramak, izlenmek, tutuklanmak, yargılanmak, vurulmak, sürülmek, onursuzlaştırılmaktır. İşte devlet budur. Onun adaleti budur. Onun ahlâkı budur,” demiştir.
- İ. Lenin’e göre, “Hâkim sınıfın en örgütlü hâli” olan ve “Kitlelerin gücünü silahlı ve örgütlü bir azınlığın gücüne bağımlı kılan kurum” olarak “Devlet, sınıf karşıtlıklarını dizginleme ihtiyacından, ama aynı zamanda bu sınıflar arasındaki çatışmanın orta yerinde doğduğu için, çoğunlukla, en güçlü, ekonomik açıdan egemen konumda olan, devlet aracılığıyla siyasi açıdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar elde eden sınıfın devletidir.”
Bu çerçevede “Devlet, egemen sınıfın en örgütlü yapısıdır,” diyen V. İ. Lenin ekler: “Devlet varsa özgürlük yoktur. Özgürlük olduğunda devlet olmayacaktır”…
Örgütlenmiş ve sistemli bir zor aygıtı olan ve “Toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve gitgide ona yabancılaşan bir güç” olarak devletin de bir hikâyesi vardır; onu da, “Devlet bir sınıfın bir başka sınıf tarafından ezilmesi için bir makineden başka bir şey değildir, ve bu, krallıkta olduğu denli, demokratik cumhuriyette de böyledir,”[7] diyen Friedrich Engels şöyle anlatır:
“Demek ki, devlet düşünülemeyecek bir zamandan beri varolan bir şey değildir. İşlerini onsuz gören, hiçbir devlet ve devlet erki düşünü bulunmayan toplumlar olmuştur. Toplumun sınıflara bölünmesine zorunlu olarak bağlı bulunan belirli bir iktisadi gelişme aşamasında, bu bölünme, devleti bir zorunluluk durumuna getirdi. Şimdi, üretimde, bu sınıfların varlığının yalnızca bir zorunluluk olmaktan çıkmakla kalmayıp, üretim için gerçek bir engel olduğu bir gelişme aşamasına hızlı adımlarla yaklaşıyoruz. Bu sınıflar, vaktiyle ne kadar kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıktılarsa, o kadar kaçınılmaz bir biçimde ortadan kalkacaklardır. Onlarla birlikte, devlet de kaçınılmaz bir biçimde yok olur. Üreticilerin özgür ve eşitçi bir birlik temeli üzerinde üretimi yeniden düzenleyecek olan toplum, bütün devlet makinesini bundan böyle kendine layık olan yere, bir kenara atacaktır: âsâr-ı atika müzesine, çıkrık ve tunç baltanın yanına.”[8]
O hâlde sınıflı sömürücü devletin “sui genneris” özelliklerinden hareketle, hukuk(suzluğ)unun da onu var eden şiddetten (terörden) bağışık olduğu düşünülemez.
-devam edecek-
19 Kasım 2013, Ankara.
N O T L A R
[1] 22 Kasım 2013 tarihinde Çağdaş Hukukçular Derneği’nin, 24-25-26 Aralık 2013’de Silivri’deki duruşmaya çağrı için Ankara Yüksel Caddesi’ndeki basın açıklamasında yapılan konuşma… İstanbul’da 24 Kasım 2013 tarihinde İstanbul Forumlar Koordinasyonu bünyesindeki ‘Siyasi Tutsaklara Özgürlük Çalışma Grubu’nun “Hepsi Özgürleşene Dek Hepimiz Tutsağız!” başlığıyla düzenlediği forumda “Siyasi Suç Nedir-Siyasi Suçlu Kimdir? Terör Nedir-Terörist Kimdir?” alt başlığında yapılan konuşma…
[2] Bertolt Brecht.
[3] Jacques Vergès, Savunma Saldırıyor, Çev: Vivet Kanetti, Metis Kitap, 4. Basım, Eylül 2013.
[4] Karl Marx, Theories Of Surplus Value, Part 1, s.387-388/ s.189-190.
[5] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Adalet’ Üzerine Notlar”, Cumhuriyet, 14 Ağustos 2013, s.4.
[6] Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, Çev: Mustafa Bahar, İskele Yay., 2009.
[7] F. Engels, K. Marx’ın Fransa’da İç Savaş’ına Önsöz’ünde, Çeviren: Kenan Somer, Sol Yay., 2005.
[8] Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 2010.
[9] Y. Altuğ, Terörizm, T.C. İçişleri Bak. Yay., Ankara 1989, s.14.