Site icon Rojnameya Newroz

ÇİNGENELER

İnsanın, insan olabilmesi için toplumsallaşması kaçınılmazdır. Toplumsallaşmanın gelişimi ve sonucu olan üretim ve üretim ilişkileri, insanların yaşam içerisinde; etnik kökenlerini, dillerini, inançlarını ve sınıfsal konumlarını belirler. İnsanlar varlığını sürdürebilmesi için, üretime ihtiyaç duyarlar. İnsanın üretimle olan bağı, akıl ve kol gücüyle bütünleşip, emek kavramını yaşamın canlı hücresi haline getirir.

Heybet Akdoğan / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız

İnsanın soyunu ve yaşam biçimini sürdürebilmesi için aklı ve emeği zamanla yeterli olmadığından üretim yapısının diyalektiğinden dolayı toplumsallaşması da elzem olmuştur. İnsan topluluklarına baktığımızda birbirlerinden üretim ve yaşam biçimi bakımından farklı olduklarını görürüz. Bunun sebebi mutlak olan üretim ve üretim ilişkilerinden kaynaklanmaktadır.

Ayrıca toplumların yerleştikleri alan ve bulundukları coğrafi konumun iklim özellikleri toplumların hem üretim içeriklerini hem de toplumların karakteristik özelliklerini belirginleştirir.

Göçebe yaşam biçimi, toplumların geçmişinde ilk yaşam biçimi olarak oluşmuştur. İnsanlık tarihimizin ilkel komünal yaşam biçimi bu şekilde yaşanmıştır. Yerleşik yaşama insanlık tarihimizde, hayvancılık ve tarımla başlamış olduğumuzu yaşam arşivlerimizden biliyoruz. Göçebe insanlar yaşadığımız yüzyıl içerisinde halen de varlığını sürdürmektedirler.

Göçebe hayat yaşayan insanlar, tenha yerlerde yaşarlar. Bu yüzden kalabalık toplumlarla irtibatları pek azdır. Göçebe yaşayan toplulukların karakterlerine baktığımızda sert mizaçlı, onurlu, gururlu, yalan söylemeyi pek beceremeyen, ahlaki seviyeleri daha yüksek olan insanlar olduklarını görürüz.

Göçebe yaşam biçiminin en tanınan topluluklarından biri olan Çingeneler, insanlık ailemizin bir parçası olan insanlardır. Çingeneler, zanaatçı ailelerin çocuklarıdırlar. Çingeneler; sepet, elek, metal eşya, kalay vs. gibi ürünleri yaparak bunları tarım ve hayvancılıkla geçinen diğer toplumlara satarak hayatlarının devamı için maddi imkanlarını sağlamışlardır. Çingeneler göçebe bir yaşam şekline sahip oldukları için çoğunlukla zanaatçılık en önemli meslekleri olmuştur.

Çingenelerin yerleşik topluluklarla yabancılaşma ve ayrışma sürecine girmesi, göçebe yaşam şeklinden kaynaklanmaktadır. Binlerce yıl önceki insanlık ailemizde avcılık ve toplayıcılık yaparak göçebe yaşam tarzını yaşarlardı. Kadın ve erkek üretim ilişkilerinde aktif görevdeydiler. Bunun için ataerkil bir düzen yoktu. Anaerkil bir yaşam ve inanç biçimi hakimdi. Kadın ikinci sınıf olarak görülmeyen, erkekle eş değere sahip bir roldeydi. Kadınlar da ekonomik hayatın içerisindeydi.

Çingenelerdeki kadınların konumlarına baktığımızda, kadının hala ikinci sınıf da olmadığını, bir erkek kadar söz hakkına sahip olduğunu görebilmekteyiz. Göçebe yaşamı yaşayan toplulukları incelediğimizde kadınların, yerleşik yaşayan toplumların kadınlarına göre değer olarak daha fazla önemsendiğini inkar edemeyiz. Sürü besleyerek yaşamlarını idame ettiren toplumlara baktığımızda, genelde erkekler ağırlıklı olarak ön plandadır.

Göçebe toplumlarda, kadınların eşit olarak görülmesi, sürü besleyen toplumlar tarafından hoş karşılanmamış bu yüzden çoğu zaman göçebe yaşayan toplumlar ağır hakaret ve iftiralara maruz kalmışlardır. Tarihten bugüne yaşam şekilleri ve koşulları bu şekilde devam ederken, kimi kabileler göçebe yaşamlarına devam etmek zorunda kalmışlardır.

Sürü besleme yaşamına ve yerleşik yaşama sahip olan toplumlar, kendi yaşam alanlarını genişletmek için ve daha çok maddi imkanlara sahip olmak için; göçebe hayatı yaşayan toplulukları devamlı olarak çadır kurdukları alanlardan baskılarla sürmüşlerdir. Güçsüz ve azınlık olan Çingene toplumları bu yüzden hep göçebe yaşamına ve zanaatçılık üretimine devam etmişlerdir.

Zanaatçılıkla üretilen ürünler, yerleşik yaşayan ve sürü besleyen kabilelere takas ve satım yoluyla verilerek karşılıklı olarak toplumların yaşamı sağlanmıştır.

Göçebe yaşam sürerek, gelişmiş üretim imkanlarından yoksun kalan topluluklar, siyasal ve ekonomik bakımından sınıfsal güç elde edememişlerdir. Göçebelerin bu gerçeği, ezilmiş bir millet olduklarının önemli bir ifadesidir. Göçebe toplumlar bu yüzden devlet içerisinde haklarını arayamayan ve mülk edinemeyen insanlar olup, devlet sistemi içerisinde de yurttaşlık vasfını kazanamamışlardır.

Kapitalizmin ilerlemesiyle Çingeneler tarafından yapılan; sepetçilik, diş çekme, doğal ilaç yapımcılığı, halk hekimliği, seyyar berberlik, müzisyenlik, cambazlık gibi çoğu meslekler ortadan kalkmış ve büyük şehirlerde yaşamak zorunda kalan Çingeneler, yerleşik toplumlar gibi sömürülen düşük ücretli işçiler olmuşlardır.

Çingeneler, Hint-Avrupa topluluklarından olup, dilleri Hint-Avrupa kökenlidir. Çingene sözcüğünün kelime kökü dilbilimcilerine göre; ‘’Çıngany’’ kelime kökeninden türemiştir. Çıngany kelime anlamı olarak; yoksul demektir. Romanes Çingene dili, Almanca, Fransızca, İngilizce dilleri gibi bir Hint-Avrupa dilidir. Romanes dili Hint dilleri ile akraba olmasına rağmen Hindistan’da konuşulmaz. Çünkü Romanların ataları Hindistan’dan göçmüş ve bu dili dokuz yüz yılından sonra, Balkanlar ve Ege’de geliştirmişlerdir. Çingenelerin genelde siyah tenli oldukları bilinir. Bu bilgi yanlış olmakla beraber, bilimsel de değildir. İnsan yaşadığı iklimin koşullarına göre bir dış görünüm kazanır. Çingeneler arasında beyaz tenli olanlarda vardır. Çingeneler farklı farklı bölgelerde yaşadıkları için, bulundukları farklı yerleşim yerlerinden dolayı değişik isimlerle anılırlar. Örneğin Roman Çingeneleri bunlara bir örnektir. Roman Çingeneleri bazı tarihçilere göre, Gazneli Mahmut’un, Sindh ve Penjap’ı işgali sırasında beş yüz bin Hint’i esir aldığı bilinmekte olup Hindistan’ı fetheden Müslümanların, Romanları köle olarak alıp ülkelerine götürmesi tarihçiler arasında en yaygın teoridir.

Çingeneler milattan sonra onuncu yüzyılda Hindistan’dan İstanbul’a gelmişlerdir. Topkapı’da, ‘’kara surları’’ denilen bölgeye yerleştirilmişlerdir.

Osmanlı döneminde ise İstanbul’un fethi ile birlikte şehrin ilgi alanlarının artması ve canlanması için, Romanlar Sulukule vb. yerlere yerleştirilmiş böylece kentte gelişen; dans, müzik ve eğlence gibi aktiviteler kentin tanınmasında önemli bir görev üstlenmiştir. Yakın tarihimizde, Sulukule’nin en görkemli yılları: 1950 ile 1960’lı yıllar arasında olmuştur.

Sulukule’de ticarete üç adet eğlence eviyle başlanmış, dönemin en ünlü siyaset ve sanat insanları buraya yoğun ilgi göstermişlerdir. Osmanlı ve yakın dönem devlet sistemi içinde Roman Çingenelere yönelik yapılan bu yatırımlar kapitalist sistemin çürümüş ahlakının en büyük ispatıdır. Yılmaz Güney’in ‘’Arkadaş’’ isimli filmini izlersek bu konuyla ilgili çarpıcı bir sahneyi görürüz.

Devletin Roman Çingeneleri bu kadar yozlaştırması yetmezmiş gibi Türk Dil Kurumu sözlüklerinde de Çingene kelimesinin açıklamasını: Cimri, çığırtkan olarak tanımlaması ve Türk İslam Ansiklopedilerinde yine Çingeneleri; inançları zayıf, dilenci, tefeci, uyuşturucu satıcıları olarak belirtmesi, devlet sisteminin ne kadar faşist-sömürgeci bir zihniyete sahip olduğunu bir kez daha bizlere gösteriyor. Roman Çingeneleri ve diğer Çingene halklarının günlük yaşamlarına şahit olursak bilakis; bu insanların cömert ve paylaşımcı olduklarını birebir görebiliriz. Çingeneler, Türk İslam Ansiklopedilerinde bu kadar acımasızca kötüleştirilip, anlatılıyorsa bunun en büyük sebebinin, Türk İslam ideolojisinin bu toplumu kendi iktidarı ve egemenliği için bilinçlice, sistemlice bu hale getirdiğini siyasi ve sosyolojik olarak, sınıf bilimi metoduyla ispatlayabiliriz.

Emperyalist sistemlerde varoş halkları ve buna Çingene halkları da dahil olmak üzere, yozlaştırılır ve suç işlemeye teşvik edilirler. Sömürge sistemleri tarafından ilk başta imha edilmek istenen de her zamanki gibi egemen sistemin kullandığı, sömürdüğü kitleler ve topluluklar olmuştur. Faşist ideolojilerin iktidarlaşmış tarihine baktığımızda, Nazi katliamlarında, beş yüz bin Romanın katledildiğini arşivlerden okuyabiliriz. Almanya’da ‘’Porrajmos Sinti Roman’’ anıtı yaşanılmış bu katliamın elle dokunulan bir belgesidir.

Çingeneler, Türkiye’de genellikle: Adana, Çanakkale, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Düzce, İstanbul ve İzmir bölgeleri başta olmak üzere, Anadolu’nun birçok kesimlerinde de yaşamaktadırlar. Çingenelerin Türkiye’de kurmuş oldukları birçok dernekleri ziyaret ederek bu insanların sıcaklığıyla kucaklaşabiliriz.

Çingenelerin yaşam biçimlerini ve günlük hayatlarını Çingene yazarların (Mustafa Aksu, Ali Mezarcıoğlu) yazmış oldukları kitaplardan okuyup, öğrenebiliriz.

Çocukluk yıllarımda mahallemizde de Çingene komşularım ve Çingene asıllı çocukluk arkadaşlarım oldu. Okul yıllarımızda çocukluğun sahip olduğu ilkel komünal insan karakteri, Çingene çocukluk arkadaşlarımla çok güzel günler yaşamamı sağladı. Yıllar geçtikçe ben ve Çingene arkadaşlarım büyüdükçe aramıza mesafeler girmeye başladı. Büyüklerimiz tarafından bilinçaltımıza yerleştirilen sınıf sorunu tabii olarak mesafelerin büyümesine neden oldu. Dikkat çekici bir konu; Çingene olmayan arkadaşlarımızla olan ilişkilerimizde de büyüdükçe mesafeler çoğaldı. Bunun sınıf sorunuyla yine bağlantılı olduğunu düşünüyorum.

Kapitalist sistemin insanlar arası ilişkileri ‘’her açıdan’’ körelttiği, yaşanılan güncel bir gerçektir. Üretim ve üretim ilişkilerimiz, her çağda toplumsal konumumuzu ve ilişkilerimizi belirleyen ana etken olmuştur.

İnsanlık ailesi olarak, kendimizi mevcut koşullardan soyutlayıp, yeniden evrensel, sınıfsız, toplumsal bir dünya kurmamız; geleceğimizin endişelerini azaltmada tek çözüm yolu olacaktır.

Exit mobile version