Site icon Rojnameya Newroz

CHARLIE HEBDO’YA SALDIRI, TE’VİLLERİ VE TAVRIMIZ / SİBEL ÖZBUDUN – TEMEL DEMİRER

“Bir türkü söylediler, duydunuz mu

Bir kuşu vurdular, gördünüz mü

Böyle neden susuyorsunuz böyle

Güzelliğiniz çoğalıyor, öldünüz mü?”

(Özdemir Asaf.)

 

7 Ocak 2015 günü üç İslâmcı militan, Paris’in 11. mahallesinde bulunan mizah dergisi Charlie Hebdo’nun bürosunu bastılar ve içeridekileri ağır silahlarla taradılar. Katliamın bilançosu feciydi; aralarında Fransa’nın en ünlü çizerlerinin bulunduğu 12 ölü; bir kısmı ağır, 20 kadar yaralı. Katiller, öyle anlaşılıyor ki, Charlie’de yayınlanan İslâm dinini eleştirir mahiyetteki karikatürlerden haz etmemişlerdi!

Ama’sız, fakat’sız, te’vilsiz, tek sözcükle lanetlenmesi, mahkûm edilmesi gereken bir olay…

Oysa katliamın Türkiye’deki yansımalarına bakıldığında, birçok vak’ada te’vil çabalarının (lanetleme, mahkûm etme bir yana) “kınama”nın önüne geçtiğini gördük ve görmekteyiz de! Birkaç başlık altında toplayalım:

  1. i) “Saldırıyı İslâm’a mal etmemek gerek” tavrı: Türkiye’de başta iktidar çevreleri olmak üzere kendini “sağduyulu” olarak tanımlayan Müslümanlarda yaygın tutum bu. Kendini “barışçı” dedikleri İslâm’ın “gerçek” temsilcisi ilan eden bu grup (bu yetkiyi nasıl ve nereden aldıkları belli değildir), buna karşın saldırganları “İslâm-dışı” ilan etmemekte ya da edememektedirler bir türlü… (“Bir Müslüman’ın bir başka Müslüman’ı “tekfir edemeyeceği”/ dindışı ilan edemeyeceği gerekçesiyle…) Bu durumda kendini İslâm (ya da herhangi başka bir din) çerçevesinde tanımlamayanlar açısından söz konusu olan her ikisi de “İslâm adına” davranan iki grup arasında bir yöntem anlaşmazlığıdır. İslâmî referanslarla hareket etmeyen herhangi biri için bu yöntemlerden hangisinin “otantik İslâm”, hangisinin “sahte” olduğunu ayırt etme çabası, anlamsızdır. Dahası, din/ Allah adına girişilen hangi şiddet göstergesinin İslâm’a mal edilip hangilerinin mal edilemeyeceğini ayırt etmek, giderek zorlaşmaktadır: Gayrimüslim kadınların kaçırılarak cariye pazarlarında satılması? Sokak ortasında kellelerin kesilmesi? Köylerin basılıp binlerce kişinin taranarak öldürülmesi? Kadınların zina yaptılar diye recmedilmesi? Kız çocukların 9-10 yaşında evlendirilmesi?
  2. ii) “Bu olay Müslümanlara kara çalmak adına, başka mihraklar (Fransız “derin (denilen) devleti”? Siyonist İsrail?) tarafından kotarılmıştır” tavrı: Müslümanlar arasında küreselleşmeye karşı daha kuşkucu, daha fazla “milli görüş”ten yana duranlar arasında öne çıkan tepki. Psikolojideki karşılığı sanırız “yansıtma” oluyor. Herhangi bir somut kanıt arayışı içine girmeden, hiçbir özgülleştirme çabasına kalkışmadan, ya da bağlantı kurma ihtiyacı hissetmeksizin, “olsa olsa”cı bir kestirmecilikle suçu birilerine yükleyip ellerini yıkamak…

iii) Olay Batı yaygın olan İslâmofobi’nin ve/veya emperyalistlerin İslâm coğrafyasında döktükleri kana tepkidir” tavrı: İslâmofobi’nin Batı coğrafyasında, özellikle de neo-liberal piyasa ekonomisinin yol açtığı istihdam daralması ve güvencesizleşme politikalarından tedirgin, konumlarını giderek yitirmekte olan alt-orta sınıfların tepkisini yöneltecek uygun bir araç olduğu ve bu nedenle de öfke/tepkiyi manipüle ederek ortak bir sınıfsal duruşa yol açmaması amacıyla egemen sınıf politika(cı)ları tarafından manipüle edildiği tartışma götürmez. Kuzey’li “efendiler”in, dünya enerji kaynaklarının, koridorlarının denetimini ele geçirmek üzere başta İslâm coğrafyası olmak üzere yeryüzünün geri kalanı üzerinde kıran kırana bir rekabete giriştikleri ve bu rekabetin halkların boğazlaşmasını tetiklediği de… Bütün bunlar, doğru, doğru olmasına ama, bu durum radikal İslâmcıların eylemleriyle ortalığı kan gölüne çevirmelerini ‘mazur’ gösterecek bir gerekçe, ondan da vazgeçtik, “olayları açıklamada başvurulabilecek sosyolojik-siyasetbilimsel nedensellikler” olarak kullanılabilir mi? Hele ki, katliamların kurbanları büyük ölçüde kadınlar, çocuklar, yaşlılar, silahsız, sıradan insanlar, ya da Charlie Hebdo saldırısında olduğu üzere, İslâmofobi’yi ve dünyanın yoksul coğrafyalarındaki emperyalist müdahaleleri her vesileyle en sert biçimde eleştirmekten kaçınmamış onurlu aydınlar olduğunda?

  1. iv) “Gazze’de, Irak’ta (ya da başka Müslüman coğrafyalarda) o kadar Müslüman kanı dökülürken birkaç karikatüriste ağlayan Batı kamuoyu neredeydi?” tavrı: Yukarıda sayılan gerekçelerin en kaypağı, en çarpığı ve/ fakat Türkiye’de en sık başvurulanı… Bu mantık, yeryüzündeki tüm adaletsizlikleri sorgulanamaz/ eleştirilemez/ karşı çıkılamaz hâle getirmenin sihirli formülü, tipik bir demagoji örneğidir. Bir yandan katilleri “aklarken”, bir yandan da zeytinyağı gibi üste çıkmanızı, karşı tarafı ikiyüzlü/ sahtekâr/ işbirlikçi konumuna düşürmenizi sağlar. Nihayetinde her bir haksızlığı dengeleyecek/ bastıracak bir başkasını bulup çıkarmak mevcuttur.

Bu “apolojiler”, haydi katledilişinin yıldönümü yaklaşmakta olan sevgili ahbariğimiz Hrant’a atfen söyleyelim, Müslümanların “kanını zehirleyen” argümanlardır: “Müslüman hata yapmaz, İslâm dini her türlü kusurdan münezzehtir” tavrı… Hem bir dine, hem de o dinin saliklerine karşı herhangi bir şekilde, eleştirel bir tutum almaktan kaçınma kestirmeciliği. Özeleştirellikten uzak durarak “suç”u sürekli olarak başkalarının (“emperyalistler, Siyonistler, İslâmofoblar, medya, derin (denilen) devlet, İslâm’ın ‘özünü’ bilmeyenler”, vs.!) üstüne atan hırçın yeniyetme sendromu… Bu tutum(lar) kendini “Müslüman” olarak tanımlayanları, dinlerinin ne olup ne olmadığı, neleri va’zettiği, dinsel kaynaklardan ne gibi “vazifeler” türetilebileceği, dinsel umdelerin hangi katliamlara, hangi insanlık suçuna gerekçe yapılabileceği konusunda içtenlikli bir yüzleşmeden alakoyuyor. En çok da, İslâm’ın (kanımızca İslâm kaynaklı şiddetin büyük bölümünün doktriner arka planını teşkil eden) “dünyevî olana hükmeden bir din olma” iddiasını tartışmaya açmanın önüne geçiyor.

Evet, İslâm fundamentalizminin temeli, İslâm’ın (vicdanlara, “öte dünya”ya, ahlâka vb. taalluk eden bir din olmak bir yana) yeryüzüne hükmetmesi gerektiği ilkesidir. Bu ilke, “ılımlı” (denilen) İslâm(cılar) tarafından net bir dille ve kesin bir biçimde reddedilmediği sürece, İslâm’ın “ılımlı” ile “radikal/ fundamentalist vb.” versiyonları arasındaki “sınırlar” muğlak kalacak, geçirgenleşecektir; bu durum, Müslümanların dünyasında (tarihsel-siyasal vb. nedenlerle biçimlenmiş) “mağduriyet” duygusunu, onları kendi inanç sistemleri üzerinde düşünmekten alakoyacak bir perdeye dönüştürmektedir. Bu anlayış hüküm sürdüğü, “İslâm alemi”nin hâkim hissiyatı olmayı sürdürdüğü müddetçe, Müslümanlarla Müslüman-olmayanlar (başka dinlerin salikleri, laikler, ateistler) arasında bir arada yaşama olasılıklarının önünü kapatır…

Bugün şu iki olgu, açıkça kabul ve ilan edilmelidir: İslâm’ın hâkim olduğu coğrafyada, gayrimüslimler bir yana, nüfus kağıdı itibariyle Müslüman da olsa İslâm kurallarına göre yaşamak istemeyen hatırı sayılır bir nüfus yaşamaktadır. Bu bir tercih özgürlüğüdür. Kimsenin, hiçbir merciin başkalarına bir inanç ve yaşam tarzını dayatma yetkisi yoktur.

İkincisi ise, eleştiri özgürlüğü -kutsal sayılan değerlere yönelik olanlar dahil- tartışmasız, “ama”sız, “fakat”sız kabul edilmesi gereken temel bir özgürlüktür. Eleştiri beğenilmeyebilir, “yıkıcı” bulunabilir, ancak eleştiriye sadece kendi düzleminde, yani “fikir”le karşılık verilebilir. Eleştirene karşı (hapsetmek ya da öldürmek gibi) fiziksel “müeyyide” uygulamak”, bir düzeni “tabular” aracılığıyla sürdürme, “tabular”ı düzeni/ iktidarı meşrulaştırma aracı olarak kullanmaktan başka bir şey değildir.

Sonuç olarak, yukarıda sıralanan dört “te’vil”, kısmen medyada, ama çoğunlukla da sosyal medyada karşımıza çıkan, “Peygamber efendimize, mübarek dinimize dil uzatmaya cesaret edenler için bu olay ibret olsun” zorbalığını nakzetmemekte, tersine ona örtülü destek sağlayıp toplumcu laiklik gereksinimini inkâr ve ihmal etmektedir.

Peki “ya sizin tavrınız nedir?” diye sorulacak olursa…

Özkan Mert’in, “Cesurum ey hayat/ Cesurum ey namussuzlar/ Genç bir yürekle/ Karşı çıkıyorum dünyaya/ /Yumruklarım sıkılı/ Türkü söylüyorum haykırarak/ Haykırarak yaşıyorum”; Ataol Behramoğlu’nun, “Yıkılma sakın geçerken günler// Onurlu, güzel geleceklerin/ Biziz habercileri düşün ki/ Ve halkın bağrında bir inci gibi/ Büyüyüp gelişmektedir zafer,” dizelerini gür sesle haykırarak tamamlıyoruz diyeceklerimizi: 2012 yılında “ölüm listesi”ndeyken; “Misilleme yapılmasından korkmuyorum. Karım, çoluk çocuğum, kredi kartım, otomobilim yani özel bir mülkiyetim de yok. Bu beni daha özgür ve kendine güvenli kılıyor. Diz çökmüş yaşamaktansa, ayakta dimdik ölmeyi tercih ederim,” diye haykıran komünist karikatürist Stephane Charbonnier’in yoldaşları olarak, sonuna kadar onların karşındayız!

Kokuşmuş düzen(lerin)e, kurallar(ın)a, dayatmalar(ın)a boyun eğmiyoruz; diz çökmüyoruz;  teslim de olmayacağız!

Bizi kavgaya davet edenlerin davetleri, “ölüm hoş geldin sefa geldin” geleneğiyle kabulümüzdür!

 

8 Ocak 2015, Ankara.

 

Exit mobile version