Site icon Rojnameya Newroz

Ceberut devlete hükümet olunur…

CEBERUT DEVLETE HÜKÜMET OLUNUR, İKTİDAR OLUNMAZ

Hüsnü GÜRBEY

Üretim güçlerinin devasa ihtiyaçları, Doğu’da, Batı feodalizmden farklı olarak toprak mülkiyetinin devlete ait olmasını gerektirmiş, oda kutsal ceberut/baba devleti doğurmuştu. Kutsal devlet, daha sonra yayılan İslam inanışıyla uyuşarak iyice pekişti. Kutsal devletin başındaki kutsal kişi, yani halife, peygamberin vekili ve Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olarak kabul edildi. Devletin tüm uygulamaları katı kuralı şeriat yasalarına uyduruldu. Şeriat toplumsal yaşamın her alanına hem müdahale etti hem de düzenledi. Sisteme karşı çıkan, aynı zamanda tanrısal nizama da karşı çıkmakla itham edildi ve zındık ilan edildi. Böylece, Batı’da Hıristiyanlığın köleci sistemin ömrünü uzatmasına benzer bir misyonu Doğu’da İslam üstlendi ve kutsal devletin ömrünü uzattı.

İslam’ın ilk yüzyılında, Arap-İslam güçlerinin işgal ettiği ülkelerdeki halkları İslamlaştırmasına rağmen onlara Araplarla eşit haklar tanımadı ve onları Mevali olarak adlandırdı. İslam’ın felsefesine aykırı olan bu uygulama, Arap-Mevali çatışmasına neden oldu ve mevalilerin kazanmasıyla, Arap Emevi devletinin yerine mevali ağırlıklı Abbasi halifeliği kuruldu. Böylece daha sonra kul diye tanımlayacağımız bir kesim devlete yerleşti, devletle özdeşleşti ve devleti yönetmeye başladı. Peygamberin vekili, Tanrının yeryüzündeki gölgesi halife bile kulların vesayeti altına girdi ve onların maskarası oldu.

Çok az değişiklikle kulluk sistemi Osmanlı toplumunda da uygulandı. Osmanlı hâkim sınıfı Saray; sultan, asker (seyfiye) ve ulema (ilmiye) sınıfından oluşuyordu. Bunlardan asker yani seyfiye sınıfı kullardan oluşurken ulema yani ilmiye sınıfı Müslümanlardan ve genellikle de Türklerden oluşurdu. Osmanlı toplum sisteminde dokunulmazlığı olan tek sınıf ulemaydı. Şayet ulemaya dokunulacaksa önce sınıf değiştirilir, sonra hal edilirdi. Devletin en güçlü kadısı durumundaki şeyhülislam, önce vezir ilan edilir sonra kellesi uçurulurdu.

Kullarla yönetilen kutsal devlette, devletin bekası esastır. Devletin bekası için baba, oğul, kardeşkanı dökmenin ne önemi olabilirdi ki. Sultanın tahtı garanti altında olmadığı gibi varisi de belli değildi. Sultan ailesinden olmak şartı ile tüm aile erkeklerin sultanlık üzerinde hakkı vardı ve kullarla en iyi ittifak kuran veya kulların çıkarlarını en iyi koruyacağına dair söz veren şehzade sultan olurdu. Sultan olan kişi, devletin bekası için kendi çocuklarının dışında, büyük, küçük demeden ailenin tüm erkeklerini öldürtürdü. Hatta bazen sultan olan babanın birden fazla oğlu varsa, onlarla çekişir, güçlü ittifaklar kurmuş olan ya sultan olur ya da varis olarak bekletilirdi, diğerleri ise öldürülürdü. Burada tek bir şeye dikkat edilirdi, birisi tahtta diğeri gözaltında mutlaka iki erkeğin bulunması şarttı. Aksi halde imparatorluk vârissiz kalırdı, vârissiz imparatorluk da dağılırdı.

Kullarla yönetilen ve varlıkları devletle özdeşleşen bu topluluk için devletin bekası şarttı. Kutsal devlet olmazsa onu yönetecek kullarda olmayacaktı. Bundan dolayı kullar devletin bekasına çok özen göstermişler ve etkilerine alacakları en güçsüz şehzadeyi padişah seçtirmişlerdir. Yalçın Küçük’ün yazdığı gibi “Osmanlı İmparatorluğu bir kullar cumhuriyetidir.” Güçlü sultanların, zaman zaman güçlenen sadrazamları idam ettikleri olmuştur. Sistem güçlü sultan istemediği gibi, güçlü sadrazam da istememiştir. Vesayet rejimi altında kullar ülkeyi istedikleri gibi yönetmişler ve halkı alabildiğine ezerek sömürmüşlerdir. Kul Himmet’in şu dizeleri bu sömürüyü çok güzel özetlemektedir. “Şalvarı şaltak Osmanlı/Eyeri kaltak Osmanlı/Ekende yok, biçende yok/ Yiyende ortak Osmanlı”

Kulluk sistemi, 1826 yıllında “Vakayı Hayriye” adıyla kanlı bir şekilde resmen sonlandırılırsa da varlığını korumuştur. Vesayet rejimi önce güçlü paşaların elinde ardından Ordu eliyle uygulanmış ve günümüze ulaştırılmıştır. Kapıkullarından gelen geleneği miras alan ordu-bürokrat kliği, devleti kutsayarak, kendisini devletle özdeşleştirmiştir. Bunlara göre, esas olan devlettir, halk, devlet için vardır ve devlete karşı sorumludur, halkın sorumluluğuna karşı, hakları yoktur. Kendi kendini yönetmesini beceremeyen, güvenilmeyen cahil bir kitleden oluşur. Bu yüzden tüm iktidar gücü emin ellerde, yani devletin elinde bulunması gerekir. Türkiye Cumhuriyeti her ne kadar bir parlamentoya ve bu parlamentoda çıkan bir hükümet tarafından yönetiliyor gözükse de esas güç odağı ordu olmuştur. Ordu her on yılda bir sarsılan devlet otoritesini yeniden güçlendirmek için yönetime el koymuş, gerekli düzenlemeleri yaptıktan sonra yönetimi görünürde sivil yönetime yeniden devretmiştir. Ama iktidar gücünü hep elinde bulundurmuştur, anayasal bir kurum haline dönüştürdüğü Milli Güvenlik Kurulu (MGK) eliyle iktidarı yönetmiş, yönlendirmiş ve her istediğini hükümete dikte ettirmiştir. Türkiye’de öyle zamanlar yaşanmıştır ki hükümetler Milli Güvenlik Kurulu’nun memurları, mecliste kuruldan çıkan her şeyi onaylayan noterlere dönüşmüşlerdir. Asker adeta iktidar içinde iktidar olmuştur ki buna eskiden “Derin devlet”, şimdilerde ise “Paralel devlet” denilmektedir. Kulların piyonu olan Sultan gibi, meclis ve hükümette son yıllara kadar ordunun piyonu olmuşlardı. Başbakanın da belirttiği gibi, “ hükümet olduk ama iktidar olamadık” şeklinde tepkisini göstermiştir. Şu husus unutulmamalıdır ki kutsal-ceberut devlet geleneğinden gelen ülkelerde hükümet olunur ama iktidar olunmaz, iktidar her zaman muktedir atanmışların denetim ve gözetiminde olması gereken ve baldırı çıplak halka bırakılamayacak kadar kutsal ve ciddi bir kurum olarak görülmüştür.

Türkiye’de hükümet olan her başbakan iktidar olmak istemiştir. Kurdukları ittifaklar güçlüyse ve arkasından biraz halk desteği varsa bu istek daha açık hale gelmiştir. Fakat sistem Osmanlı’da olduğu gibi güçlü başbakan istememektedir. Bunda ısrar edenler olursa da canlarını ortaya koymaları gerekir. Menderes idam edilerek, Özal “zehirletilerek” bedelini ödemiştir, bunun bilincinde olan Demirel, etliye sütlüye karışmamıştır. Bugün kendisini güçlü hisseden Erdoğan da iktidar olmak istemektedir. Dinci-ulusalcı cepheye dayanarak yalnız Türkiye’de değil, İslam dünyasının da lideri olmak istemekte ve kendisini buna hazırlamış görünmektedir. Bunun için demokratları, solcuları, Alevileri ve laikçileri dışlamakta ve şeriatı savunur duruma gelmiştir. Mısır’daki Esma için gözyaşı döken Erdoğan’ın, Gezi’de öldürülen Alevi gençler için üzüntü duyması mümkün değildir. II. Abdülhamit rolünü oynamaya kalkan Erdoğan’ın yanılgısı kurduğu ittifaklarda yatmaktadır, arkasında güçlü bir halk desteği varsa da kurduğu ittifaklar yanlıştır. Askeri vesayetten kurtulmak isterken, Amerikan kontrollündeki dinci-ulusalcı kesimin kucağına düşmüştür. Amerika’dan icazet almadan İslam dünyasında emperyal oyuncu olunamayacağı gerçeğini kendisine hatırlatılmıştır. Konjonktürün zorlamasıyla devlet, Kürt sorununda çözüm arayışına girmişken, hiç ummadığı anda ve yerde karşısında ittifak kurduğu bu dinci-ulusalcı kesimi görmüştür ve afallamıştır. Türkiye tarihinde ilk kez dini referans alan bir iktidar içten vurulmuştur. Afallaşan hükümet halka değil, daha önce bertaraf etmeye çalıştığı güçlere yanaşmaktadır. Orduya yanaşmak Türkiye’ye bir şey kazandıramayacağı gibi hükümeti de kurtaramayacaktır. Kürt sorununu çözemeyen bir başbakanın bırakınız İslam dünyasının lideri olması, Türkiye’de dahi iktidar olma şansı yoktur. Erdoğan’ın diktatörlük hevesleri olabilir ama kalıcı olma ihtimali çok zayıftır, karizma çizilmiştir.

Bugün Türkiye’de demokrasi ve evrensel hukuk normları yerleşmediği için, milliyetçilik ve din hortlatılan ve sarılan ideolojiler olmuştur. Rejimin her an diktatörlüğe kayması mümkündür. Çünkü rejim kuvvetler ayrılığına değil, kuvvetler birliğine inanmakta ve her şeyi kontrollü altına almak istemektedir. Türkiye’de hiçbir zaman yargı bağımsız ve tarafsız olmamıştır, bağımsız yargının olmadığı yerde hukukun üstünlüğünden elbette ki bahsedilemez, hukukun üstünlüğü değil, üstünlerin hukuku hep geçerli olmuştur. Yargıçlarda ideolojik davranarak, evrensel hukuku değil, devletin bekasını savunmuşlardır. Kendilerini devletin silahsız güçleri olarak görmektedirler ve bir siyasal kurumun davranışlarını gösteriyorlar. İleri sürülen aykırı her fikri veya demokratik her eylemi devletin bekasına yönelik bir tehdit olarak görmekte ve anında cezai yaptırım ile önlemeye çalışıyorlar. Siyasi bir kurum davranışı gösteren yargı, hükümetin keyfi yönetimini ve yolsuzluklarını yeterince denetleyememektedir, denetlemeye kalkıştığı anda da hükümet yetki gaspı olarak görmektedir ve kendisine yönelik bir komplo olarak değerlendirmektedir. Bugün yaşanan kriz bunun sonucundur, hükümet, yargıyı bir siyasal kurum olmaktan çıkarıp, evrensel hukuk normlarına bağlı bağımsız bir kuruma dönüştüreceğine daha da müdahale ederek kendisine bağımlı bir kuruma dönüştürmeye çalışmaktadır. Bu bir çıkmaz yoldur ve ülkeyi götüreceği yer ya polis devletidir ya da diktatörlüktür. Bunun emareleri 2013 Mayıs ayından itibaren Gezi olaylarında görülmüştür. Halkın en masumane özgürlük ve halk taleplerini hükümet kendi iktidarına karşı bir ayaklanma olarak görmüş ve en şiddetli tepkiyi göstermiştir. Toplum gerilmiş, ceberut devlet geleneği yeniden hortlatılmıştır. Halka, sorumluluğu olan ama hakları olmayan sürü gözüyle bakılmaktadır. Halkın, haklardan bahsedenler toplumsal düzene nifak tohumları sokmak isteyen bozguncu kişiler gözüyle bakılmıştır. Suçlu-suçsuz olduklarına bakılmaksızın olaya katılan veya katılmayan herkes gaz yemiş, anında gözetim ve denetim altına alınmıştır. Devlet vatandaşına güvenmemektedir ve bundan dolayı herkes dinlenilmekte, gözetilmekte ve fişletilmektedir. Rejim, dün olduğu gibi bu günde kendisine kayıtsız şartsız itaat edecek bir kitleyi arzulamaktadır. Bundan dolayı basın denetim altına alınmış, keyfi tutuklamalar ayyuka çıkmıştır ve cezaevleri suçsuz insanlarla doldurulmuştur. Dikta rejimlerinde dahi görülmemiştir, kitaplar daha baskıdayken toplatılmış, yazarları derdest edilmişlerdir. Türkiye fikir suçundan dolayı hapse attığı gazeteci ve aydın bakımında dünyada birincilik ve ikinciliğe oynamaktadır. Polis şiddeti kabullenilmez düzeyi çoktan aşmıştır ve ülke hızla polis devletine doğru sürüklenmektedir. Bütün bunlar 12 Eylül askeri rejiminin eseridir ve daha bir süre bu rejimle idare olunacağı da gözükmektedir.

Sonuç olarak, bugünkü çatışma ittifak içi bir çatışma gözükse de kökleri derinlere uzanmakta ve bir ucu da Amerika’ya dayanmaktadır. Amerika, Erdoğan’ın kendi başına emperyal oyun oynamasından rahatsızdır ve buna izin vermeyecektir. Erdoğan’ın şaşkınlığını üstünden atıp bir an evvel orduya değil, halka yönelmesi gerekir. Türkiye’nin birbirine bağlı devasa sorunları çözüm beklemektedir. Kırılgan yapısından kurtulamayan Türk ekonomisinin her an bir krize girmesi mümkündür. Gelir dağılımı adaletsizliği almış başını gitmiştir. Gelirden en az pay alan ilk %20 kesim ile en fazla pay alan ilk %20 arasında ki uçurum dünyada birinciliğe oynamaktadır. Hantallaşan merkezi yönetimle Türkiye’nin idare edilmesi artık mümkün değildir. Bir an önce yerel yönetimlere yetki devredilmesi bir zorunluluk olmuştur. Bütün bunların dışında Kürt sorunu dondurulduğu yerde durmaktadır ama havalar da hızla ısınmaktadır. Kulluk sisteminin geleneğinden gelen Türk vesayet rejimi iflas etmiştir ve ülke yönetilmez haldedir. Daha özgür, adil ve eşitlikçi bir demokrasiye acil ihtiyaç vardır. “Derin” veya “Paralel devlet” ancak geniş halk kitlelerinin isteğiyle sorgulanır. Bu da ancak herkesin üstünde uzlaştığı demokratik sivil yeni bir anayasanın kabulü ile mümkündür. O güne kadar derin/paralel devlet kutsal ve dokunulmaz olarak kalacaktır. Yaşanan krizi bir fırsata dönüştürmek de mümkündür, bu da ancak halka yönelmek, halkın istemleri doğrultusunda hareket etmekle mümkündür. Demokrasilerde hiç kimse vazgeçilmez değildir, Başbakan’ın Dimyat’ın pirincine gitmesi misali, diktatör olmaya çalışırken, iktidarını yitirmesi de olanak dâhilindedir. Unutulmasın ki bizim bilmediğimiz devletin derin dehlizlerde zinde güçler halk adına iktidar hesapları yapmaktadırlar…

Exit mobile version