BU NE ŞİDDET, BU CELÂL? (YA DA “GULYABANİ” KİM?)[*]
SİBEL ÖZBUDUN
“İnsan çıtır ekmeği ısırdığında,
Kırıklar dolar kucağına,
İşte orası umudun tarlasıdır.
Ve orada başaklar ağırlaştığında,
Sayısız ah dökülür toprağa.”[1]
Şiir şöyle:
“gencecik cocuklardık/ milyonlar kadardık/ haykırışlarımızla türkülerimizle/ güle oynaya/ Gezi’deydik/ meydanlardaydık.
Gulyabani!/ annelerimizin masalındaydı/ zifiri karanlıktı/ çıktı geldi/ esti gürledi/ BEŞimizi yuttu/ ONİKİmizin gözünü yedi/ yetmedi organlarımızı yedi/ yetmedi/ YÜZlercemizin kolunu bacağını kafasını kırdı/ sakat bıraktı/ kimimizi komaya/ SEKiZBiNden fazlamızı yaralı kodu.
Gulyabani!/ annelerimizin masalındaydı/ zifiri karanlıktı/ çıktı geldi/ esti gürledi/çocukları yedi yuttu parçaladı/ kanlarını içti, kan revan içinde bıraktı!
Gulyabani!/ unutursam seni/ unutursam seni/ unutursam seni/ elim kırılsın gözüm çıksın/ dilim kopsun/ iğneli beşikler/ yatağım olsun/ irin akan dereler/ nefesimi alsın/ unutursam seni![2]
Ozanı: Zülfü Aşık. Yıllarını insan hakları ve emek mücadelesine, akademik özerklik, düşünce özgürlüğü ve emekten, insandan, hayattan yana bir bilim mücadelesine vermiş bir akademisyen. Ankara protestolarının tanış siması.
Şiirde söz edilen Beş’lerin, Oniki’lerin, Yüz’lerin, Sekizbin’lerin kim olduğu da malûm.
Peki, “Gulyabani” kim?
Eğer “polis” yanıtını veriyorsanız, eksik, dolayısıyla da yanlış cevap.
Haziran kalkışması ile birlikte Fırat’ın bu yakasını da kasıp kavurmaya başlayan terörü salt “polis şiddeti” olarak tanımlamak, olayları “müessif bir münferit”e bağlayıp, “polisin fevri bir kısım yanlışı”yla[3] ilişkilendirmenin, dolayısıyla da siyasal iktidarı ve devleti aklama çabalarının değirmenine su taşımaktır, bilerek ya da bilmeyerek…
“Polis vahşeti”, “Haziran Kalkışması”nın en görünür yönlerinden biridir kuşkusuz:[4] polis kurşunuyla katledilişini kare kare seyrettiğimiz Ethem Sarısülük; Ümraniye 1 Mayıs mahallesinde göstericilerin arasına dalan bir arabanın öldürdüğü Mehmet Ayvalıtaş; Hatay’da önce “gazdan etkilendi” denilen, ardından da ateşli silahla öldürüldüğü belgelenen[5] Abdullah Cömert; İstanbul Avcılar’da katıldığı yürüyüş sırasında kalp krizi geçirerek yaşamını yitiren Zeynep Eryaşar ve Eskişehir’de polis ile polis destekli sivillerin döve döve katlettiği Ali İsmail Korkmaz, bu vahşetin en aşikâr tanıkları.
Ve plastik mermiyle gözlerini yitirenler… cop-sopa darbeleriyle kemikleri unufak olanlar… Protestolarla ilgisi olmasa da, sadece o gün, o saat oradan geçtikleri için polisin saldırısına uğrayıp polis teröründen nasibini alanlar… Eve ekmek almaya giderken kafasına isabet eden gaz bombası nedeniyle hâlâ bilinci kapalı, komada yatmakta olan 14 yaşındaki çocuk, Berkin Elvan…
Ve günler boyu kent meydanlarını, ara sokakları, okulları, hastaneleri, hatta konutların içini[6] saran, ağaçların dallarına, yapraklarına sinen biber/portakal gazı kokusu…
Ve TOMA’lardan sıkılan kimyasal sulardan[7] yanan, kabaran deriler…
Ve polis saldırılarının hedefi direnişçi çadırları, standlar, sahra revirlerine dönüştürülen otel lobileri, kafeler, restoranlar…
Ve sabahın körü evlere düzenlenen operasyonlar… Evlerinden çıkan günlük gazeteler,[8]Che resimleri, toz maskeleri, Talsidli sular, deniz gözlükleri,[9] attıkları tweet’ler nedeniyle gözaltına alınanlar,[10] sırt çantalı olduğu için darp edilenler[11]…
Ve gözaltında sövülenler, dayak yiyenler, tehdit edilenler…
Ve çırılçıplak soyularak ellenen, aşağılanan kadınlar…[12]
Bunların hepsi doğru, daha fazlası, çok daha fazlası da var. TV ekranları pek olmasa da gazeteler sayfaları, tweet akışları, youtube videoları tanık…
Ama tüm bunlar, “polis şiddeti”nden mi ibaret?
Yoksa en beklenmedik bir anda (uluslararası kredi kurumlarından “aferin” üstüne “aferin” alırken; banka/şirket kârları tavan yapmışken; Osmanlı lebensraum’unu yeniden canlandırma hayalleri şaha kalkmışken; Başkanlık, olmadı yarı-Başkanlık sistemini tesis edecek yeni bir anayasaya doğru ağır-aksak da olsa ilerlenirken; Kürt sorunu -içeriğini pek az kişi bilse de- “çözüm”e doğru yelken açmışken…) patlak verip milyonları sokağa döken kalkışmanın içeriğindeki tehditleri anında okuyarak harekete geçen “devlet refleksi”nin yalnızca bir unsuru muydu “polis şiddeti” olarak kodlanan şey?
Hayır, kimse olan biteni “polis şiddeti”, “orantısız güç”, “münferit vak’a”, “yorgun düşmüş polisin fevri hareketleri” olarak kodlayıp, bu şiddetin gerisindeki devlet terörü gerçekliğini gizleyemez. Haziran 2013 kalkışması başlar başlamaz, AKP’nin dümeninde bulunduğu devlet mekanizması, koordine ve şiddete dayalı bir “isyan bastırma” harekâtına girişmiştir.
Bu “isyan bastırma” operasyonunun bir ayağı, yargıdır. “Bağımsız” Türk yargısı, olayları bastırırken zücaciyeci dükkânına girmiş bir fil gibi davranan, çoluk-çocuk, engelli-hasta demeden karşısına çıkanı deviren polisin suçlarının üzerini özenle örter, hafifletir, ya da görmezden gelirken[13] yaka-paça karşısına getirdiği “zanlı”ları tutuklayıp hâkim önüne çıkartıyor, “kes-yapıştır” iddianamelerle[14]… Olaylar sırasında yolu Taksim’e, Kızılay’a düşen yabancı gazeteciler, turistler dahi yargının şerrinden kaçınamıyor.[15]
“Organize devlet terörü”nün üçüncü ayağı ise, ceza infaz kurumlarıdır. CHP Cezaevi İnceleme ve İzleme Komisyonu üyesi milletvekillerinin Sincan Cezaevi’nde yatmakta olan 27 tutukluyu ziyaretlerinin ardından kaleme aldıkları rapor, bu durumu çarpıcı biçimde gözler önüne seriyor:
“Mektuplar tutuklulara geç teslim edilmekte ya da hiç teslim edilmemektedir. Sohbet hakkı sınırlandırılmaktadır. 10 saat olması gereken sohbet süresi 1.5 saat olarak uygulanmaktadır. Sincan 1 No’lu F Tipi cezaevinde esnek kuralların tutuklu ve hükümlülerin aleyhine uygulandığı, idarenin keyfi davranışları yıldırma politikaları, hapis cezasının ‘seyahat ve yer değiştirme özgürlüğünü kısıtlama’ sonucunun dışında pek çok uygulama ile adeta fiziksel tecrit ve psikolojik işkence yöntemlerinin bizzat cezaevi müdür eli ile ve kontrolünde uygulandığı yönündedir. Cezaevi müdürünün sürekli eşi benzeri görülmemiş disiplin cezaları ile mahpusları canından bezdirdiği, hayata küstürdüğü, ayrıca çıplak aramanın uygulandığı tespit edilmiştir.
Gezi olaylarından dolayı tutuklu olan 29 gencin tamamına cezaevi yönetimi tarafından birer suçlu kimliği bastırıldığı, gençlerin tabiri ile Daltonlar’ın boynundaki gibi yaftalarla dolaşmalarının istendiği, bu kimliğin üzerinde büyük harflerle: ‘SUÇU: TERÖR’ yazdığı tarafımıza bildirilmiştir.”[16]
Yalnız Sincan mı? “İzmir’de Gezi eylemlerine katıldıkları için ‘örgüt üyesi olmak’ suçundan tutuklanarak Şakran Kadın Cezaevi’ne gönderilen Elif Kaya, gardiyanlar tarafından çıplak aramaya maruz kaldığını ve bu esnada darp edildiğini iddia etti.”[17]
Ya da:
“Gezi Parkı eylemlerine katıldıkları iddiasıyla İstanbul’da 6 Temmuz Cumartesi günü Taksim’de tutuklanan 8 kişi, cezaevinde adli koğuşa konuldu. Ağır cezalık mahkûmlarla aynı koğuşta kaldıkları için psikolojik baskı gören 8 kişi gerçek kimliklerini ve Gezi olayları nedeniyle tutuklu olduklarını gizliyorlar. Tutuklulara zorla oruç tutturuluyor, gece nöbetine mecbur bırakılıyor bulaşık-temizlik gibi işleri yapmak zorunda kalıyorlar.
Tutukluların baro tarafından atanan gönüllü avukatlarından Elif Çalışkan, 8 kişinin de aynı cezaevinde farklı koğuşlarda cinayet ve tecavüz davalarından mahkûm olmuş ağır cezalık kişilerle birlikte kaldıklarını söyledi.”[18]
Bu topyekûn “ayaklanma bastırma” operasyonu, polis-yargı-cezaevleri üçgeniyle de sınırlı değil. İlgili bakanlıklar, özellikle de “otoritesi sarsılan”[19] MEB, eylemlere katılan personel, ve tabii ki öğrencilere ilişkin soruşturma mekanizmasını harekete geçirdi.[20] Diyanet geri kalır mı; o da “Camide içki içen görmedim” diyen müezzin Fuat Yıldırım hakkında soruşturma başlattı![21]Eylemci kamu çalışanları için ağır disiplin cezalarının kapıda olduğundan kuşkunuz olmasın…
AKP iktidarının operasyonunun bir ayağı da eylemlere şu ya da bu ölçüde destek veren gazeteci[22] ve sanatçıları susturmak, sindirmek… Miting alanlarında, onbinlere hedef gösterilen ünlüler, Melih Gökçek’in sonu gelmez tacizleri, Mehmet Ali Alabora’ya özel koruma istettirecek raddeye varan mobbing, medya patronlarına edilen telefonlar… Hatta belki telefona dahi gerek kalmaksızın kapının önüne konulan medya emekçileri…
Yakın zaman önce Milliyet’ten atılan Can Dündar’ın sözleri bu bakımdan son derece önemli:
“En çok itaat eden, en çok eğilen patronun en çok ihaleyi aldığı bir dönemde fazladan bir baskı kurmanıza gerek yok. Biraz itiraz eden bir sermayedarın ağır vergi cezalarıyla korkutulduğu bir dönemde fazladan bir söz söylemenize de. Aydın Doğan’ın Milliyet’i hangi koşullarda ve neden satmak zorunda kaldığını bilmiyor muyuz? Akşam’ın, Sky’ın hangi koşullarda, kime, neden verildiğini görmüyor muyuz? Böyle bir ortamda ‘Biz patronlara birşey telkin etmedik’ demek ayıptır. Tasarlamışsınız bu medya düzenini, daha karışmanıza gerek kalmamış ki! Artık birilerinin patronu aradığı dönemleri geçtik. Şimdi herkes durumdan vazife çıkarıyor ve ne yapması gerektiğini pekâlâ biliyor…”[23]
AKP iktidarı beklediği kalkışmayı bastırmada, “polis-yargı-infaz kurumları-disiplin soruşturmaları-medyayı avucu içine alma” adımlarının yetmeyeceğinin de bilincinde gözüküyor. Bunun için bir dizi yeni hazırlığı var.
Örneğin, Haziran kalkışmasını gerçekleştiren “hoşnutsuzlar koalisyonu”nun beklenmedik üyesi “futbol taraftarları”nı kontrol altına almak üzere getirilen düzenlemeler: tribünlerde “ideolojik” slogan ve pankartların yasaklanması; bazı büyükşehirlerdeki maçlarda “spor savcıları”nın görevlendirilmesi; taraftarların e-bilet aracılığıyla kayıt (ve gözetim) altına alınması; stadyum girişlerinde alkol kontrolü; maçlarda gözlemci polis görevlendirilmesi…[24]
Ya da, kalkışma uzadıkça sivil destekçilerin devreye sokulması, yani Başbakan’ın “evde tutmaktan” vazgeçtiği yüzde ellinin en “has” evlatları, yani “palalılar”… Hani şu polis tarafından sırtı sıvazlanan,[25] eskaza yargı önüne çıktığında salınıp soluğu yurtdışında alan,[26] “Candaş medya”nın alkış tuttuğu,[27] “devlet güçlerine yardımcı” esnaf. Hani Eskişehir’de protestocu Ali İsmail Korkmaz’ı polisle birlikte döve döve öldüren, ve Başbakan’ın yurtdışından döndüğü gün Ankara’da yaptığı konuşmaların ardından hemen tüm protesto gösterilerinde boy gösterip göstericilere saldıran “halk kahramanları”… AKP iktidarının ülkeyi almayı tasarladığı cenderenin “sivil” ayağını oluşturacağa benziyor.
Ve yeni öğrenim yılında özel güvenlik birimlerinin üniversitelerden çekilerek kampüslerin “güvenliği”ni polise teslim etme kararı…
– Ve de işin “ballı” yanı: Başbakanın “Polis destan yazdı, polisi güçlendireceğiz, müdahale gücünü arttıracağız”[28] söylemleri arasında birbirini izleyen biber gazı, TOMA ihaleleri: tesadüfe bakın ki gizli kapaklı olarak gerçekleştirilen, ve her seferinde yandaşlara verilen ihaleler: 16 Mayıs 2013’te yapılan TOMA ihalesini “kazanan” AKP eski İzmir milletvekili İsmail Katmerci’nin, Katmerciler Araçüstü Ekipman AŞ[29] gibi! Şaka değil, 44 milyon TL’lik bütçe-dışı bir “kıyak”tan söz ediyorum![30] Ve de Haziran başından itibaren borsadaki hisseleri yüzde 14 değer kazanan; CEO’sunun ise (tabii ki İsmail Katmerci’nin oğlu Mehmet Katmerci) ellerini ovuşturarak, demeç verdiği kanala “Gezi protestoları ile dünya piyasalarında tanındıklarını” söyleyen bir şirketten![31]
* * *
Sanıyorum böyle sıralandığında, tablo daha net ortaya çıkıyor. Söz konusu olan, biraz “sağduyuyla, diyalogla” vb. tashih edilebilecek bir polis şiddeti değil; iktidarın bilinçli olarak tırmandırdığı “devlet terörü” aracılığıyla, koordine bir “isyan bastırma ve önleme operasyonu”dur! Devlet mekanizmasının AKP’nin denetimi altındaki tüm birimleri (maliye’den belediyelere, itfaiyeden diyanete vb.) ve “sahibinin sesi” medya, eşgüdümlü bir biçimde Haziran kalkışmasını bütün sonuçlarıyla izale etmek ve benzeri yeni ayaklanmaların önüne geçmek üzere harekete geçti. Türk “demokrasi”sini saran çember, iki boğum daha daraltıldı.
‘The Guardian’ın Avrupa editörü Ian Traynor’un, 14 Ağustos 2013 tarihli nüshasında Avrupa ülkelerinde “otokrat liderlerin yükselişi”nden söz ettiği ve Recep Tayyip Erdoğan’ı bunlar arasında saydığı[32] bir ortamda, bu “ayaklanma bastırma” harekâtı aynı zamanda Türkiye’de “demokratikleşme söylenceleri” ile üstü örtülmeye çalışılan bir “polis devleti”ne dönüşüm sürecinin bir merhalesine denk düşüyor. Haziran kaybederse, bu ülke emekçiler, gençler, Kürtler, Aleviler, kadınlar, sekülerler, aydınlar, sanatçılar, ateistler, solcular, devrimciler, gayrımüslimler, antikapitalist Müslümanlar, farklı cinsel yönelimliler… velhasıl “hem ekmeği, hem gülü birlikte isteyen” herkes için daha boğucu bir hâle gelecek…
Unutmayın; başımızda, 23 Nisan’da koltuğuna oturttuğu öğrenciye, “Artık sen Başbakan’sın, asarsın da kesersin de…”[33] diyebilen bir başbakan var!
16 Ağustos 2013 18:07:30, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[*] SDP’nin 14 Eylül 2013 tarihinde Ankara Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde düzenlediği ‘Gezi Direnişinin Geldiği Nokta: İmkânlar-İhtimaller’ başlıklı panelde yapılan konuşma… 12 Kasım 2013’te İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Kulübü’nün düzenlediği Gezi Parkı ve Sol Hareketler başlıklı etkinliğe yapılan konuşma… Gezi, İsyan, Özgürlük-Sokağın Şenlikli Muhalefeti, Derleyen: Kemal İnal, Ayrıntı Yay., 2013 içinde yayınlandı…
[1] Didem Madak, ‘Ah’lar Ağacı’.
[2] “Gulyabani”, Zülfü Aşık, 13 Ağustos 2013.
[3]Antalya İl Emniyet Müdürü Mustafa Sağlam, Antalya’da polisin bir otoparkta üç genç göstericiyi cop ve sopalarla öldüresiye döven 17 polisi savunuyor: “Bu konuda toleranslı olamayız. Devlet kurumlarına amansızca saldıran kesimlerin olumsuzluklarını örtmek istercesine polisin fevri bir kısım yanlışını gündeme getirip diğer kesimleri mevzu bahis etmemek ne derece doğrudur.” (“Antalya’da da Destan!”, Cumhuriyet, 25 Haziran 2013, s.6.)
[4] İşte Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) verilerine göre Haziran Kalkışması bilançosu: 5 kişi yaşamını yitirdi. 11 bin 823 kişi yaralı ya da kimyasal gazdan etkilenerek hastanelere/gönüllü revirlere başvurdu. 10 kişinin gözü çıktı. 5 bine yakın gözaltı…. (Zeynep Oral, “Ayaklar Ne Zamandır Baş Oldu?”, Cumhuriyet, 27 Haziran 2013, s.17.) Ve unutmamak, asla unutmamak ve bağışlamamak için bir kez daha kayıt düşelim: Başbakan Erdoğan’ın frenleri orada patlıyor: ‘Türkiye’de bir kişi, iki kişi, üç kişi, dört kişi polise şiddet uygularken ölüyor, twettler, faceboklarla, dünyanın altını üstüne getiriyorlar…” (‘Bir iki kişi polise şiddet uygularken ölüyor” Sendikaorg, 19 Temmuz 2013 (http://www.sendika.org/2013/07/bir-iki-kisi-polise-siddet-uygularken-oluyor/)
[5] “Ateşli Silahla Öldürüldüğü Belgelendi”, Cumhuriyet, 6 Temmuz 2013, s.4.
[6] “Mutfak hâlâ gaz kokuyor. Evimde gaz maskesi ile dolaşıyorum, ananem çok marjinal değil mi? 87 yaşında.” (Bir twitter mesajı. Akt.: Özgür Özkü, “Polise Megafonla ‘Teslim Ol’ Çağrısı”, Cumhuriyet, 17 Haziran 2013, s.8.)
[7] “Taksim’deki vahşi saldırıda yurttaşların derisini kabartan ve kızartan kimyasalın ‘buhar bombası’ olduğu anlaşıldı. Bomba Ankara Emniyeti’nin de elinde var. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, ‘Boşalttınız boşalttınız, boşaltmazsanız boşaltmasını biliriz’ talimatından kısa süre sonra Taksim’de başlayan vahşi saldırı sırasında yurttaşlar ve doktorlar derilerinin kızardığını ve kabardığını bildirdi. İstanbul Tabip Odası yetkilileri, TOMA’larda kullanılan suyun içine kimyasallar katıldığını açıkladı. Ancak saldırıda kullanılanın ne olduğu, Ankara’da önceki gece Kennedy Caddesi’nde binlerce kişiye müdahale hazırlığında olan bir polisin açıklamalarıyla ortaya çıktı.” (Sinan Tartanoğlu-Mert Taşçılar, “Buharla Yaktılar”, Cumhuriyet, 17 Haziran 2013, s.3.)
[8] Gezi Parkı eylemlerine yönelik soruşturma kapsamında 16 Temmuz 2013 sabahı İstanbul’da öğrenci yurtlarının da aralarında bulunduğu 104 ayrı adrese eşzamanlı şafak baskını düzenlendi. “Halkı isyana teşvik” ve “kamu malına zarar verme” eylemlerine katılma şüphesi ile yapılan baskınlarda 28 lise ve üniversite öğrencisi gözaltına alındı. Operasyonlarda:
* Cumhuriyet ve Birgün’e el konacaktı, haber oluruz diye almadılar.
* Aramalarda daire numarası yoktu, bütün komşular arandı.
* Gözaltına alınanlardan tükürük ve kan örneği alındı.
* TGB’li öğrenciyi bulamadılar, kardeşini götürdüler.
* Sirke, yağmurluk ve el feneri de delil oldu. (Ali Açar, “Polis Hukuksuzluk Destanı Yazdı”, Cumhuriyet, 17 Temmuz 2013, s.4.)
[9] Gezi Parkı eylemlerinde tutuklanmaları istenen 18 kişiden ‘suç unsuru’ olarak gözlük, baret, maske, sprey, kask, sirke ve eldiven çıktı. (İsmail Saymaz, “Gezi Silahları: Baret, Maske, Sprey”, Radikal, 15 Haziran 2013, s.10-11.)
[10] “Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın verilerine göre düne [16 Temmuz 2013-b.n] kadar 3 bin 636 kişi gözaltına alındı ve 133’ü tutuklandı.” (Ruşen Çakır, “Gezi Eylemleri Bitmeli mi? Yoksa Zaten Bitti mi?”, Vatan, 17 Temmuz 2013, s.20.) Tabii olaylar boyunca ve sonrasında yapılan gözaltıların tam sayısını vermek mümkün değil. Çünkü, “Gezi Parkı’nda başlayan ve yurt geneline yayılan direniş eylemlerinde polis kurşunuyla Ethem Sarısülük’ün yaşamını yitirdiği başkentte, eylemlerdeki gözaltı sayıları bile tutulamadı. Çünkü iki tip gözaltı yapıldı; bir resmi kayıtlara girenler, bir de sokaklardan toplanıp nezarethaneye konulmadan Mamak çöplüğüne dövülerek bırakılanlar…” (İlhan Taşcı, “Başkentte Resmi Bilanço Başka, Gerçek Başka”, Cumhuriyet, 27 Temmuz 2013, s.8.)
[11] “Yine yan masada oturan yaklaşık on kişilik bir gruba da müdahale eden polisler, orada da çanta görünce iyice çıldırdı. O gruptan öğretmen olduğunu söyleyen Onur U., ‘Ben arkadaşlarımla oturdum, sohbet ediyorum. Birden polisler geldi coplarıyla kalkanlarıyla. Benim çantamı açtı, saygısız bir şekilde içindekileri çıkardı. Çantamdaki iç çamaşırımı bile çıkardı. Neden yaptıklarını sorunca ‘Sırt çantası taşıyan herkesi arıyoruz, eylemciler sırt çantası taşıyor’ dedi. Demek ki, çantamda gaz maskesi falan çıksa, ben şimdi kim bilir nerdeydim…’” (“Sakıncalı Sırt Çantası! Delil Yaratmak Bizim İşimiz!”, Evrensel, 22 Temmuz 2013, s.6.)
[12] Gezi Parkı olaylarının ilk gününde Taksim’de gözaltına alınan 7 genç kızın Emniyet’te polis tarafından soyularak arandığı belirtildi. Avukat Özlem Durucan, “Bir bayan polis memuru ince arama adı altında kızların iç çamaşırlarını çıkarttırarak egzersiz hareketleri yaptırmış. Kızların sutyenlerinin içine elini sokarak da cinsel tacizde bulunmuştur. Adliyede ifade verdiğimiz sırada durumu anlattığımız savcı taciz iddiaları ile ilgili yeni bir dosya açarak soruşturma başlattı” dedi. (Ali Açar, “Çıplak İşkence”, Cumhuriyet, 26 Haziran 2013, s.6.)
[13] Ankara 8. Asliye Ceza Mahkemesi, Ethem Sarısülük’ü vuran polis memuru Ahmet Şahbaz’ın serbest bırakılmasına ilişkin ailenin yaptığı itirazı reddetti. Mahkeme, ret gerekçesinde “Serbest bırakılma kararına savcı itiraz edebilir ancak ailenin itiraz hakkı yoktur” dedi. (“Ethem’e Bir Kurşun Daha”, Cumhuriyet, 4 Temmuz 2013, s.8.) Ama, “Ankara’daki Gezi eylemleri sırasında polis kurşunuyla hayatını kaybeden Ethem Sarısülük’ün cenazesi nedeniyle Kızılay ve civarında toplanan 35 kişi hakkında Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası’na muhalefet suçundan üçer yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı.” (“35 Kişiye Dava Açıldı”, Taraf, 3 Ağustos 2013, s.5.) Hiç kuşkunuz olmasın, davaların sonucunda katil polis(ler) aklanacak, ancak, örneğin Ethem’in cenazesine katılanlar “suçlu” bulunacaktır! Öte yandan, “Başbakan’ın ‘yargı gerekeni yapacaktır’ sözlerinin ardından ‘cadı avı’ başlattığı yorumları yapılan” İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı hızını alamayıp, bassının yargıya yönelik eleştirilerini, “yargıyı etkilemeye teşebbüs” olarak niteliyor. (“Başsavcılıktan Gezi açıklaması”, Birgün, 24 Temmuz 2013, s.8)
[14] CHP Cezaevi Komisyonu’nun Gezi tutukluları raporunda “İddianameler kes-kopyala-yapıştır mantığıyla yazılmış. Hâkim de ‘bilgisayar hantallığı’ diyerek kabul etmiş” bilgisi yer aldı. Rapordaki ifade şöyle: “Özellikle, genelde 90-95 doğumlu olan bazı tutuklular: ‘Biz doğmadan yıllar önce kendini lağvetmiş örgüte üyelikle suçlanıyoruz.’ (THKP-C) diyerek fezlekelerde garabeti ortaya koymuşlardır. Duruşma sırasında gençlerden bir tanesinin hâkime fezlekelerde yazan bu 10 örgütü gösterip, ‘Hâkim bey örgütümüzü biz mi seçelim, siz mi birini bize vereceksiniz?’ diye sorduğu, ifade vermekten ayrılan gençlere ise diğerlerinin ‘Örgüt piyangosundan sana hangi örgüt çıktı?’ diyerek şakalaştıklarını belirtmişlerdir. Bunun üzerine savcının ve mahkeme başkanının ‘Polis çok yorgun, biraz hantal davranmış ve hepsini hepinize yazmış’ diyerek bazı suçlama ve örgüt isimlerini çıkarttığı ifade edilmiştir. (Güler Yılmaz, “Kes Yapıştır İddianame”, Taraf, 21 Temmuz 2013, s.10.)
[15] Gezi Parkı eylemleri sırasında Taksim’de gözaltına alındıktan sonra savcılıkta serbest bırakılan İtalyan fotoğrafçı Mattia Cacciatori, hakkında yedi yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açılmasını hayretle karşılayarak, “Şaka mı bu? Ben orada sadece fotoğraf çekiyordum. Akıl dışı iddialar” diye tepki gösterdi. (“Yedi Yıl Ceza Şaka mı Bu”, Taraf, 21 Temmuz 2013, s.4.)
[16] Güler Yılmaz, “Kes Yapıştır İddianame”, Taraf, 21 Temmuz 2013, s.10.ü
[17] Çınar Özer, “Kadın Cezaevinde Çıplak Arama İddiası!”, Vatan, 10 Ağustos 2013, s.18.
[18] Özlem Güvemli, “Oruca Zorluyorlar”, Cumhuriyet, 16 Temmuz 2013, s.5.
[19] “Taksim Gezi Parkı protestolarına katıldıkları savıyla öğretmenler ile birlikte öğrencileri de soruşturan Milli Eğitim Bakanlığı, soruşturmaları ‘kamu otoritesi sarsıldı’ gerekçesiyle savundu. Eğitim Sen yöneticilerinin (…) duydukları rahatsızlığı ilettiği Bakanlık Müsteşarı Yusuf Tekin’in soruşturmaları, ‘Kamu otoritesini sarsıyorsunuz. Tabii ki soruşturma açacağım,” sözleriyle savunduğu bildirildi. (“Otoritemiz sarsıldı, tabii soruşturacağız”, Cumhuriyet, 7 Temmuz 2013, s.7.)
[20] “Ankara İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün, öğretmenlerin öğrencileri Gezi Parkı eylemlerine katılmaları yönünde teşvik ettiği iddiası üzerine başlattığı soruşturma kapsamında Öğretmen Necla Kızılbağ Anadolu Lisesi’ne de müfettiş gönderildi. Ancak her okuldan ayrı olarak burada 57 öğrenci de müfettiş sorgusuna girdi. Müfettişler öğrencilere ısrarla “Sizi suçlamıyoruz, sizi kim yönlendirdi, hangi öğretmen teşvik etti? Eğitim Sen grevi için yapılan açıklamayı hangi öğretmen düzenledi” sorularını yöneltti. Okula gelen bakanlık müfettişleri, öğrencileri eyleme davet eden cep mesajlarını kimin attığını belirlemek için öğrencilerin telefon numaralarını toplayarak Twitter hesaplarının şifrelerini de istedi.”Sinan Tartanoğlu, “Liselilere Gezi sorgusu”
Cumhuriyet, 6 Temmuz 2013, s.4)
[21] Baskın Oran, “XXI. Yüzyıl Mahallesinde XIX. Yüzyıl Satmak”, Radikal İki, 16 Haziran 2013, s.7.
[22] “Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS), Gezi Parkı Direnişi’nin başladığı 27 Mayıs 2013 tarihinden bugüne dek toplam 21 gazetecinin işten atıldığını, 37’sinin ise istifaya zorlandığını, en az 14’ünün de zorunlu izne çıkarıldığını belirtti. TGS, her geçen gün bu sayılara yeni ilaveler yapıldığını kaydetti.” (“72 Gazeteci İşinden Uzak”, Cumhuriyet, 23 Temmuz 2013, s.9.) (İşten atılan medya mensuplarının güncellenmiş 81 kişilik listesi için bkz. Serkan Ocak, “Ve Can Dündar da Gitti”, Radikal, 2 Ağustos 2013, s.5.)
[23] Ezgi Başaran, “Bugünkü sopa 28 Şubat’tan daha sert, havuç ise daha büyük”, Radikal, 15 Ağustos 2013, ss.10-11.
[24] “Süper Lig bugün başlıyor; ‘Gezi ruhu’ sahaya inecek mi?” http://t24.com.tr/haber/super-lig-bugun-basliyor-gezi-ruhu-sahaya-inecek-mi/237089
[25] “Beyoğlu esnafı, son dönemde ortaya çıkan palalı, sopalı adam görüntülerinden rahatsız. Polisin kendine yakın gördükleri esnafa ‘Sopayı alın, yetersiz kaldığımız yerde devreye girin’ dediğini anlatıyorlar.” (Meltem Yılmaz, “Esnafa ‘Saldırın’ Telkini”, Cumhuriyet, 13 Temmuz 2013, s.7.)
[26] “Gezi Parkı direnişçilerine Talimhane’de pala ile saldıran Sabri Çelebi’nin Fas’a gittiği ortaya çıktı. Mahkeme Çelebi’yi 7 Temmuz’da kaçma şüphesi olmadığı gerekçesiyle serbest bırakmış, 11 Temmuz’da da hakkında yakalama kararı çıkartmıştı.” (“Palalı’yı Kaçırdılar”, Cumhuriyet, 13 Temmuz 2013, s.7.)
[27] Yeni Şafak’tan Hilal Kaplan, bir basın toplantısı yaparak palalı saldırganlara sahip çıkan, ancak işe bakın ki Beyoğlu esnafından kimsenin tanımadığı(??) (Abdullah Yıldırım, “Beyoğlu esnafı: ‘O esnafı tanıyan tek kişi yok’, Hürriyet, 17 Temmuz 2013) “esnaf”a destek veriyor: “Taksim Dayanışma ve bileşenleri, istisnasız her hafta en az bir eylem düzenlediği için bir buçuk aydır hayat normale dönemiyor. Bundan ötürü Taksim ve çevresindeki esnaf da iş yapamıyor. Kepenkler erkenden kapanıyor, müşteri gelmiyor, turizm oranı yerlerde, kiralar ödenemiyor, hatta işçiler çıkartılıyor. Bu durumda isyan eden Taksim esnafı dün bir basın açıklaması yaptı…” (Hilal Kaplan, “Taksim Esnafı Halktan Sayılır mı?”, Yeni Şafak, 15 Temmuz 2103, s.14)
[28] Abdullah Karakuş, “Polisin Müdahale Gücünü Artıracağız”, Milliyet, 19 Haziran 2013, s.18.
[29] Bülent Sağıroğlu, “TOMA’ya Gizli İhale”, Radikal, 10 Ağustos 2013, s.20.
[30] Bk. Hayati Özcan, “Yeni TOMA ihalesi de AKP’li vekile mi verilecek?” Ulusal Kanal, 14 Ağustos 2013, http://www.ulusalkanal.com.tr/gundem/yeni-toma-ihalesi-de-akpli-vekile-mi-verilecek-h13535.html
[31] “Gezi ile Dünyaya Açıldık!”, Milliyet, 16 Ağustos 2013… http://gundem.milliyet.com.tr/gezi-ile-dunyaya-acildik-/gundem/detay/1750625/default.htm?ref=yahoo
[32] “Guardian: Putin, Erdoğan ve Orban otokrat liderler”http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/ 2013/08/ 130813_guardian_otokratlar.shtml
[33] “Erdoğan: Yetki Sende Asarsın Kesersin”, Milliyet, 23 Nisan 2010.