Site icon Rojnameya Newroz

Bir aydın(lık) hâli Fikret Başkaya-2/S.ÖZBUDUN-T.DEMİRER

BİR AYDIN(LIK) HÂLİ FİKRET BAŞKAYA-2[*]

 

SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER

 

“Dünyamızı

sorularımızın cesareti ve

yanıtlarımızın derinliğiyle

önemli kılarız.”[1]

 

 

vii) “Resmî ideoloji üretmeye koşulmuş ya da resmî ideolojiyle çatışmaya girmekten kaçınan bilim insanları, yazar ve düşünürler, soruna dokunmaktan özenle kaçınmışlardır. Sorunu bilimsel olarak ele alıp tartışmak isteyen az sayıdaki bilim adamı da şiddetle cezalandırılıyor. ‘Ayıbı açığa vurmanın daha büyük ayıp olduğu’nu biliyorlar! Elbette bu vesileyle bilim-egemen ideoloji ilişkisinin niteliği bir defa daha ortaya çıkıyor. Napoleon da, üniversite rektörlerine yolladığı bir talimatta, ‘Monarşiye uygun ve müspet şeyler okutacaksınız; metafizik, ideolojik gevezelikler yok,’ dememiş miydi?”[33] vurgusuyla bakın ne der Başkaya: “Yurt dışında yaptığım konferanslarda ve özel görüşmelerde şöyle bir soruyla karşılaştığım olurdu: ‘… ‘Ermeni sorunu’ Osmanlı İmparatorluğu dönemine [1915] ait bir sorun olduğuna ve Cumhuriyetle Osmanlı İmparatorluğu tasfiye edildiğine göre, Cumhuriyet Rejimi neden 1915’deki katliamı inkâr ederek başına iş açıyor? Bu talihsiz olay bizim yıktığımız ‘Eski Rejim’ zamanında olmuştur ve Cumhuriyet rejiminin bu işte bir dahili söz konusu değildir demeye yanaşmıyor?’…

Rejim inkârda ısrar ediyordu çünkü 1923’de ‘Eski Rejimden’ bir kopuş söz konusu değildi, Cumhuriyet yeni bir şey değildi, söz konusu olan eni-sonu bir hükümet darbesiydi [coup d’état], 1915 katliamının failleri birkaç eksiği-fazlasıyla adı cumhuriyet olarak değiştirilen devletin üst düzey yöneticileri olmaya devam ettiler… Dolayısıyla, süreklilik yok sayılarak neden inkâr yoluna gittikleri ve inkârda ısrarcı oldukları anlaşılamazdı.

Biz yapmadık demesi gerekenlerin biz yapmadık, öyle bir şey olmadı diyebilmeleri mümkün değildi. O zaman geriye inkâr yoluna gitmekten, yalan söylemekten başka yol kalmıyordu. Fakat bir kere yalan söylendi mi, ilk yalanı sürdürmek için yeni yalanlar söylemek kaçınılmazdır ve çelişik olarak yalan yalancıyı rehin alır…

Yalan, rejimin yalanıysa ve toplum yaşamını angaje ediyorsa, yalanın sürdürülmesi, inkârın devamı, inkârcıların ve yalancıların seferber edilmesini gerektirir. İşte resmî tarihçi ve resmî ideoloji üreticisi tam da bu iş için gereklidir ve asıl misyonu ve varlık nedeni yalan üretmek ve üretilen yalanı büyütmektir.”[34]

viii) Buraya kadar aktardıklarımız çerçevesinde; “Kim güçlüyse, Atatürkçü odur ve onun yorumu gerçek Atatürkçülüktür,”[35] diyerek ekler O:

“Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana [1923] takip edilmekte olan ırkçı inkâr politikası, Türkiye’deki ırkçı hareketin gelişiminde önemli bir etkeni teşkil etmiştir.”[36]

“Türkiye tarihinde “Tanzimat ile başlayan dışardan ‘düşünce’ ve ‘kurum’ ithal etme süreci, 1920 ve 1930’lu yıllarda fanatik bir inkârcılıkla sürdürüldü. Merkezî otoritenin güçlendirilmesinin sağladığı imkânların da yardımıyla Kemalist iktidar, tarihte eşine az rastlanır bir inkârcılığı dayattı.”[37]

  1. ix) Erol Metin’le söyleşisinde, “Türkiye’yi 1908’den beridir devlet partisi yönetiyor,” der ve “Reel Atatürkçülük” hakkında ekler: “Amerikancılıktır, Amerikan üsleridir, NATO’culuktur, Kore’ye, Somali’ye, Afganistan’a asker göndermektir.

Bağnaz milliyetçiliktir, devleti kutsayıp fetişleştirmektir, IMF’ciliktir, ülkenin geleceğini çokuluslu şirketlerin insafına terk etmektir.

Cuntacılıktır, militarizmdir, yurt dışındaki imamların maaşlarını Suudi rabıta örgütüne ödetmektir.

Aydınlanmanın, demokratikleşmenin, sosyalizmin önünü kesmek üzere devlet desteği ve olanaklarıyla dinci gericiliği besleyip, sonra da irtica ile mücadele adı altında ‘postmodern darbe’ yapmaktır.

Sosyalizm düşmanlığıdır, özgürlük ve demokrasi fobisidir, iç ve dış düşmansız yaşayamamaktır.

Farklı düşünmenin hain, muhalifin düşman sayılmasıdır.

Toplumun rantiyeler ve spekülatörler tarafından rehin alınmasıdır.

Ülkenin varını yoğunu özelleştirme adı altında yağmalamaktır, Kürt varlığının inkârıdır. Muvazaa (danışık) partileriyle halkı oyalayıp demokrasi oyunu oynamaktır. Susurluk’tur, Şemdinli’dir.”[38]

  1. x) Ve nihayet: “Geçerli devlet anlayışı ve siyasi kültürde devlet için cinayet işlemek, suç sayılmak bir yana, özendirilen bir şey. Devlet kutsalsa neden olmasın? Yeter ki cinayet devletimizi korumak ve kollamak için yapılsın. Aslında ortada bir derin devlet yok,”[39] der…
  2. xi) Başkaya, “11. Tez”e, değişime/ değiştirmeye müthiş önem verdiği için şunların altını çizer:

“Şeyleri, toplumsal olguları ve süreçleri adlandırmak, tanımlamak, anlamak üzere kullandığımız kelimelerin de bir tarihi var. Doğuyorlar, varoluyorlar, eskiyip ölüyorlar. Zira şeyler, sosyal olgular ve süreçler, sürekli değişen dinamik bir süreç olarak varoluyorlar.

Oysa, onları adlandırmak, anlamak, bilince çıkarmak üzere kullandığımız kelimeler zamanla eskiyor ve kullanmaya devam ettiğimiz kelimelerle gerçeklik arasında bir uyumsuzluk ortaya çıkıyor.

Velhasıl ölü bilgilerle dışımızdaki gerçekliği düşündüğümüzü, anladığımızı sanıyoruz Güneş varken ve güneş karşıdan geliyorken güneş gözlüğü takmak daha iyi bir görüş sağlar ama güneş battıktan sonra da gözlük takmaya devam ederseniz, gözlük sadece işe yaramaz hâle gelmekle kalmaz görüşü daha da zorlaştırır. Zira güneş gözlüğü takmayı gerektiren durum değişmiştir.”[40]

xii) Böylesine bir değişim diyalektiğiyle O; “Quo Vadis?” sorusuna şu yanıt(lar)ı verir:

“Geçerli eğilimler ve süreçler insanlığı ve uygarlığı hızla ‘geri dönüşü olmayan’ bir eşiğe doğru sürüklüyor ve bu durum, oligarşik kapitalist yağma ve talandan kaynaklanıyor. Dolayısıyla geçerli kapitalist üretim ve tüketim sürecinden çıkmadan insanlığın ve uygarlığın geleceği kararmaya devam edecektir.”[41]

“Önümüzdeki dönem, ya anti-emperyalist, anti-kapitalist mücadelenin yükseldiği bir dönem olacak, ya da büyük insanlığın geleceği kararmaya devam edecek… Büyük insanlık saldırı karşısında sessiz ve tepkisiz kalabilir mi?”[42]

“Önümüzdeki dönem emperyalizmle yeni bir kapışma dönemi olacak. Emperyalizm saldırmaya mecbur, zira başka türlü yapamaz. Üç kıtanın doğal kaynakları üzerinde denetim kurmadan varlığını sürdürebilmesi mümkün değil. Ve Üçüncü Dünya halklarının, ezilen-sömürülen halkların buna izin vermesi, saldırılar karşısında sessiz ve tepkisiz kalması da mümkün değil. Şimdilerde XX. yüzyılın ilk on yılları ve sonrasına benzer bir döneme giriliyor. Bu sefer radikal bir anti-emperyalizmi, radikal bir anti-kapitalizmi ve kavramın jenerik anlamında üniversalist/ komünist perspektifi, eşitlikçi, özgürlükçü, paylaşımcı, bölüşümcü, dayanışmacı, çevre duyarlılığı yüksek yeni bir kültürü içselleştirmiş halk hareketlerinin, politik hareketlerin, olayların seyrini sürekli ve kalıcı olarak değiştirmesi mümkündür.

Emperyalist hesapları ve planları boşa çıkarmak, saldırının muhatabı olan kitlelerin iradesi dahilindedir ve ellerinin armut toplamadığını göstermeleri de imkânsız değildir… Son bir şey daha, Libya’ya emperyalist saldırı, Tunus ve Mısır halklarının yaktığı ateşi söndüremeyecek…”[43]

Tam da bu noktada “Ancak” der ve ekler Başkaya: “Kapitalizm, emperyalizm üretmeden var olamaz. Dolayısıyla emperyalizm, kapitalizmin bir aşaması değildir; kapitalizm başından beri emperyalisttir. Bu sebeplerle, bugün kapitalizmi dert etmeyen ulusalcı ve İslâmcı muhalefetlerin anti-emperyalizm savunuları, yabancı düşmanlığının ötesine geçememektedir”![44]

Devamla da; “verili duruma” ilişkin olarak çok önemli bir noktanın altını şöyle çizer:

“Doğrusu insanlığın önünü göremediği bir dönemden geçiyoruz. Toplumlarda bir idealsizlik, ütopyasızlık, sembolsüzlük durumu egemen! İnsanlık tarihinde bu tür dönemler de olabiliyor ama bunlar geçici dönemlerdir. Bu bir dibe vurma tablosu ama dalga mutlaka dönecektir. Eğer dalga vakitlice dönmezse zaten insanlığın bir geleceğinden söz etmek de artık mümkün olmayabilir.”[45]

“Bu gidiş vakitlice durdurulamazsa, insanlığı bekleyen gelecek umut verici değil. Daha geç olmadan üç şeyi, treni, kondüktörü ve personeli ve trenin istikametini değiştirmek gerekiyor… Ve bu mümkün!”[46]

xiii) Evet, bu uğurda tek “olmazsa olmaz” insan(lık)ın kendini acilen sürdürülemez kapitalizmden kurtarmasına kilitlenmiştir.

xiv) Başkaya’nın işaret ettiği gibi, “Kapitalizm, ücretli emek sömürüsüne dayanan, yegâne ereği kâr etmek ve kârı artırmak olan, canlı olan her şeyi ölü nesnelere, metalara dönüştüren, kullanım değerinin yerini değişim değerinin aldığı, var olabilmek ve varlığını sürdürebilmek için sürekli büyümek zorunda olan, toplumun temel üretici güçlerinin ve yaşam araçlarının dar bir sermaye sınıfının elinde olduğu, her türlü ahlâki değere yabancılaşmış [ahlâk dışı değil, ahlâksız], parasal ve maddi olan, hesaplanabilir-ölçülebilir olan dışında hiçbir insani değere itibar etmeyen, eşyanın onu üreten insandan daha değerli sayıldığı, ekonomik olanın, politik, sosyal ve kültürel olanın önüne geçtiği, araçlarla amaçların ters-yüz olduğu, öküzün arabanın arkasına koşulduğu… tuhaf bir uygarlıktır.”[47]

Bu çarpıklıkta “Kalkınma diye bir şey yoktur… Kapitalizm geçerliyken ‘kalkınma’ olarak sunulan son tahlilde sermayenin büyümesidir ki, sermayenin büyümesinin orta ve uzun adede kalkınma üretmesi asla mümkün değildir ama yıkım üretmesi kaçınılmazdır…”[48]

Kaldı ki, “Söz konusu olan kapitalist büyümeyse, bunun doğal çevre tahribatı yapmadan yol alması asla mümkün değildir. Zira, kapitalizm her seferinde daha fazla üretmeye, daha fazla yok etmeye, daha fazla kirletmeye mahkûmdur.

Eğer kapitalizm koşullarında kalkınma diye bir şey mümkün değilse, o zaman sürdürülebilir kalkınma da tam bir ‘oxymore’dur.”[49]

Ortada bir sürdüremezlik tablosu söz konusudur![50]

  1. xv) Buna çarpıcı kanıtı küreselleşmedir!

“Kapitalizm emperyalizm üretmeden, emperyalizm de militarizme ve savaşa başvurmadan varolamaz… Şimdilerde [özellikle 1980’ler 1990’lar sonrasında] küreselleşme denilen neo-liberal emperyalist saldırı söz konusu, henüz yeteri kadar kristalize olup netleşmemekle, olgunlaşmamakla birlikte, bu kapsamlı saldırıya dünyanın her yanında tepkilerin yükseldiğini rahatlıkla söylemek mümkündür ve bu anlaşılır bir şeydir. Zira saldırının olduğu her yerde karşı saldırı da vardır ve saldırı/karşı saldırı diyalektiği eşyanın tabiatına içkin [mündemiç] bir şeydir,”[51]diyen Başkaya ekler:

“Zenginlik ve yoksulluk üretiliyor… Yoksulların sayısı artıyor… İnsanlar neden açlıktan ölüyor? Zenginlerin sayısı artarken yoksulların sayısı da artmak zorunda, nitekim artıyor. Bir insanın değerinin sahip olduğu tüketim malları miktarıyla, sadece maddi zenginlikle ölçüldüğü bir insanlık toplumu mümkün ve sürdürülebilir değildir.”[52]

xvi) Bunların yanında “kapitalist ahlâk(sızlık)” insan(lık) düşmanıdır!

“Kapitalizmin doğası, temel eğilimlerinin ve dinamiklerinin zorunlu bir sonucu olarak, kendine özgü bir ahlâka sahip olamazdı ama geçmiş uygarlıklardan miras kalanı aşındırabilirdi,’ diyen Onun işaret ettiği üzere:

‘Şeyleri adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir. Kapitalizm denmiyor da ‘ekonomi’ veya ‘piyasa ekonomisi’ deniyor. Dolayısıyla söze yalanla başlanıyor. Eğer kapitalizm denirse, sömürü, yağma, talan, kolonyalizm ve emperyalizm, ekolojik yıkım gibi kelimelerin ve kavramların imâ edilme riski vardır. Dolayısıyla işin tadını kaçırmanın âlemi yok. Böylece kapitalizm denilen musîbetin insanlığın normal hâli olarak görülmesi, öyle algılanması amaçlanıyor…

Oysa, kapitalizm netâmeli, tehlikeli bir sapmadır ve insanlığın normal hâli değildir. Karl Polanyi, kapitalizmin insanlığın normal hâli olmadığını, yıkıcı tehlikeli bir sapma olduğunu şöyle ifade eder…

Hâlâ alınıp-satılmayan bir şey kaldı mı? Para, silah, uyuşturucu, kadın, çocuk, su hava, insan vücüdunu oluşturan tüm organlar, sanat eserleri, eğitim/sağlık/iletişim hizmetleri… Peki neden böyle oldu, oluyor? Eğer bir toplumsal düzende, doğa, toprak, su ve insan emeği, meta kategorisine indirgenmişse, her şeyin metalaşması, paralı hâle gelmesi, soysuzlaşması, çürümesi neden şaşırtıcı olsun? Bir yanda canlı yaşamı yok eden kör gidiş hızla yol alıyor, öte yanda bu kepazelik, ilerleme, modernleşme, çağdaşlaşma, ‘muasır medeniyeti yakalama’, ‘kalkınma’ sayılıp matah bir şey olarak sunuluyor…

Kapitalizmin doğası, temel eğilimlerinin ve dinamiklerinin zorunlu bir sonucu olarak, kendine özgü bir ahlâka sahip olamazdı ama geçmiş uygarlıklardan miras kalanı aşındırabilirdi… Değer ölçüsü sahneden çekiliyor, nîrengi noktası [point de repère] yok oluyor… İnsanın bunca değersizleştiği, anlam kaybının artık kural hâline geldiği bir toplum düzeni sürdürülebilir mi? Ya da daha ne zamana kadar?”[53]

xvii) “Şeyleri adıyla çağırmadığınız zaman yalan söylemiş olursunuz ve insanların yalandan başka şeylere ihtiyacı var.

Eğer sorunun kaynağına inilmiş, gerektiği gibi tartışılmış, vaktiyle adıyla çağrılmış olsaydı, bu felaketin öncekilerin daha büyük ölçekte tekrarı olduğu anlaşılırdı.

Kapitalizm öldürüyor… Kapitalizm başka türlü yapamaz…

Kapitalizm koşullarında üretim, insan ihtiyaçlarını karşılamak için değil kâr etmek, kârı büyütmek için yapılıyor. İnsan ihtiyaçlarının tahmin edilmesi, kâr etmenin bir türevidir sadece. Her kapitalist daha çok kâr etmek ve her seferinde daha çok üretmek, elde ettiği artı-değeri [kârı] yeniden yatırmak, sermayeye dönüştürmek, sermayesini büyütmek, ileriye doğru kaçmak zorundadır. Canlı olanı ölü şeyler, nesneler hâline getirmek zorundadır…

Ekonomik, sosyal, ekolojik, etik velhasıl insanlık krizi bu rotada devam ederse, vakitlice aracın yönü değiştirilmezse, insanlığın da bir geleceği olmayabilir. Kapitalizmin beş yüzyıllık tarihi insanlığı uçurumun eşiğine getirmiş durumda. İlerlemeci, modernleşmeci, kalkınmacı paradigma iflas etmiş bulunuyor. Bu aşamadan sonra ölüyü, giydirip-kuşandırıp koltuğa oturtarak diriymiş gibi göstermenin bir alemi ve kıymet-i harbiyesi yok. Dünyanın yoksullarına, yeryüzünün lanetlilerine gösterilen yolun sonu yok. Dünyanın geri kalanının da emperyalist ülkeler gibi ‘zengin’ olması mümkün değil. Kaldı ki, insanlığın yeni bir zenginlik tanımına, daha doğrusu zenginlik diye bir kelimenin sözlüklerde yer almadığı bir dünya yaratmaya ihtiyacı var.

Sürekli toplumsal sorunlar yaratan, doğa tahribatını derinleştiren, yaşamı anlamsızlaştıran kapitalist barbarlığın artık ‘büyük insanlığa’ teklif edeceği bir şeyi yok. Öyleyse ve vakitlice aracı, aracın direksiyonundakini ve aracın istikametini değiştirmekten başka seçenek yok ve bu imkânsız değil… Velhasıl sorun kapitalizmi kurtarmakla değil, kapitalizmden kurtulmakla ilgilidir…”[54]

“Kapitalizmi aşmak, yeni bir şey yapmak, mümkün ve gereklidir. Gereklidir zira, bütün bu olup-bitenler, insan iradesini aşan insan üstü güçlerin marifeti değildir… Eğer yüzyüze geldiğimiz insâni ve sosyal kötülükler, ekolojik riskler, birilerinin verdiği kararların, tercihlerin, politikaların sonucuysa ki, öyledir… O zaman başka insanların, başka tercihleri, başka politik pratikleriyle de pekâlâ başka şey yapmanın, başka türlü yapmanın da yolu açık demektir…”[55]

xviii) Öyleyse söz konusu tabloda “Kapitalizmi ve emperyalizmi aşmaya yönelik mücadelenin başarısı sadece barbarlığa son vermek için değil, insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarmanın da güvencesidir. Elbette bu süreçte en kritik sorun ütopyanın yeniden inşasıdır…”[56]

“İnsanlık içine sürüklendiği kepazeliğe razı olmayacak, olmaması gerekiyor. Kepazelikten kurtulmanın yolu da radikal eleştiriden geçiyor. Solun kitlelerin gözünde bir çekim merkezi olamamasının asıl nedeni yeteri kadar radikal olamamakla, farklı olduğuna kitleleri ikna edememekle ilgili,”[57] diyor Başkaya…

xiv) Ve bunları demekle de kalmıyor: Kurucuları arasında yer aldığı, bugün hâlâ büyük bir ısrar ve dirençle sürdürdüğü Türkiye Orta Doğu Forumu Vakfı (TOFV) ve Özgür Üniversite, Onsuz düşünülemez.

Türkiye’de bilimsel-entelektüel alanın, “Avrupa merkezli ideolojinin ve onun öz-çocuğu olan resmi ideolojinin hegemonyası altında” olduğu saptamasından yola çıkarak Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmaya karşı bir mücadele odağı olarak kurulan TOFV ve Özgür Üniversite,  üniversitelerin bilgi ticareti yapılan birer ticari merkezine dönüşmesine bir tepki, bir alternatiftir.

Özgür Üniversite’nin katılımcılarından diploma istenmez, diploma verilmez. Öğrencileri “kredi” doldurmaz, “sınıfta kalmaz”, “mezun olmaz”. Öğreticilerin sahip olabilecekleri akademik “titr”ler Özgür Üniversite’nin kapısından içeri girdiklerinde, geçersizleşir.  Ne “öğrenciler” ne de “hocalar” güvenlik soruşturmasından geçirilmez, düşüncelerini ifade etme, sorgulama, itiraz etme özgürlükleri kısıtlanmaz. Öğrenim ve tartışma faaliyetlerinin bütünü, “hizipçilik” anlayışı üzerine değil, eksiksiz bir düşünce ve ifade özgürlüğü çerçevesinde, toplumun eşitlikçi/özgürlükçü dönüşümü iradesi üzerine yerleşir.

Öğreticilerle öğrenenlerin bilgiyi toplumsallaştırıp kuram ile pratiği kaynaştırdıkları bir “praksis” mekânı olagelmiştir özgür üniversite. Öğreticileri ve öğrencileri eylemlerde omuz omuza direnir “güvenlik güçleri”ne…

Ve benzeri nice muhalif kurumun ancak iki-üç yıl ayakta kalabildiği zor yıllarda O, TOFV/Özgür Üniversite’nin temel direği olagelmiştir.

 

NİHAYET

 

“Ölsem ayıptır, sussam tehlikeli

Çok sevmeli öyleyse, çok söylemeli.”[58]

 

Nihayet tüm bunlar ve daha fazlasıyla bir entelektüel, bir insan olarak Başkaya, önemlidir.

Bu nedenle Ülkü Tamer’in, “Bu topraklarda kalır adın, tohumların arasında/ Yeşilinde tarlaların, başakların sarısında,” dizeleriyle anılmaya layıktır O…

Çünkü Orhan Veli Kanık’ın, “Bedava yaşıyoruz, bedava;/ Hava bedava, bulut bedava;/ Dere tepe bedava;/ Yağmur çamur bedava;/ Otomobillerin dışı,/ Sinemaların kapısı,/ Camekânlar bedava;/ Peynir ekmek değil ama,/ Acı su bedava;/ Kelle fiyatına hürriyet,/ Esirlik bedava;/ Bedava yaşıyoruz, bedava,” dizelerinde yansıtılan gerçeğin hâlâ geçerli olduğu bir dünyanın ve coğrafyanın entelektüel vicdanı, sesi, iradesi olan O; hepimize, herkese V. Mayakovski’nin şu dizelerini anımsatır hep: “Ellerim kelepçelidir ama/ evrenin tahtıdır yerim!/ Siz ürkek çocukları hüznün ve siz/ gökyüzünün mavi olduğunu unutanlar…/ Dinleyin artık…/ Susun da!/ Belki son aşkıdır/ bu gökyüzünün…”

Ya da “Öyle duracaksın ki/ İnsanlığın orta yerinde/ Gelip geçen bakacak/ Vicdanı hatırlayacaksın,”[59]dizelerini…

Veya Melih Cevdet Anday’ın “Uyumayacaksın/ Memleketinin hâli/ Seni seslerle uyandıracak/ Oturup yazacaksın/ Çünkü sen artık o sen değilsin/ Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin/ Durmadan sesler alacak/ Sesler vereceksin/ Uyuyamayacaksın/ Düzelmeden memleketin hâli/ Düzelmeden dünyanın hâli/ Gözüne uyku giremez ki…/ Uyumayacaksın/ Bir sis çanı gibi gecenin içinde/ Ta gün ışıyıncaya kadar/ Vakur metin sade/ Çalacaksın,” dizelerini anımsatır yedi iklim, dört coğrafyaya…

“Demokrasiden halkın kendi kendini yönettiği, kendi kaderinin kendi elinde olduğu, hiçbir dış iradenin söz konusu olmadığı, insanların özgür iradeleriyle yaşamlarını düzenlediği, insan onurunu yaralayan, insan özgürlüğünün gerçekleşmesini engelleyen, sömürü, bağımlılık, hâkimiyet, ilişkisinin söz konusu olmadığı, velhasıl insanın insana kulluğunun sona erdiği bir insan ve dünya toplumu anlaşılmalıdır,”[60] deyip; Nâzım Hikmet’in, “Yaşamak! Bir ağaç gibi tek ve hür/ ve bir orman gibi kardeşçesine./ Bu davet bizim,” dizelerindeki ülküsünün altını devrimci praksisiyle çizerek, “Gerçeği arayanlar, bütün insanlığın malı olur,” diyen Voltaire’i doğrular yaşadıkları ve yaşattıklarıyla…

 

8 Eylül 2012 18:29:42, Çeşme Köyü.

 

N O T L A R

[*] Ulus, Devlet, Entelektüel-Fikret Başkaya’ya Saygı I, Editörler: Hakan Mertcan-Aydın Ördek, Nota Bene Yay., 2014, içinde (ss.91-111)…

[1] Carl Sagan.

 [33] Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası Resmî İdeolojinin Eleştirisine Giriş, Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı, Eylül 2006, s.82.

[34] Fikret Başkaya, “Doksanbeş Yıllık Yalan, Kadrolu Yalancılar ve Kirlenmiş Vicdanlar”, Nisan 2010.

[35] Fikret Başkaya, Reel Atatürkçülük, Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı, Şubat 2007.

[36] Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası Resmî İdeolojinin Eleştirisine Giriş, Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı, Eylül 2006, s.52.

[37] yage, s.20.

[38] Fikret Başkaya, Reel Atatürkçülük, Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı, Şubat 2007.

[39] Fikret Başkaya, “Devlet Derin Değil, Kutsal”, Şubat 2007.

[40] Fikret Başkaya, “Devrimi Yeniden Düşünmek”, Mart 2011.

[41] Fikret Başkaya, Yeni Paradigmayı Oluşturmak, Şubat 2011.

[42] Fikret Başkaya, “Bush Ortadoğu’yu Büyütmeyi Sürdürebilir mi?”, Ocak 2005.

[43] Fikret Başkaya, “Libya’ya Emperyalist Saldırı: Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok…”, Nisan 2011.

[44] Fikret Başkaya, Doğudan Dergisi, Yıl:1, No:5, Mayıs-Haziran 2008, s.26

[45] Fikret Başkaya, “Ölümden Daha Koyu Yanlışları Bağışlamak”, Haziran 2003.

[46] Fikret Başkaya, “Kapitalizmin Krizi veya Otuz Yıllık Yalanın Sonu”, Kasım 2008.

[47] Fikret Başkaya, Yeni Paradigmayı Oluşturmak, Ortadoğu Forumu Vakfı, 2011, s.84.

[48] Fikret Başkaya, “Nükleer Santrallere Dair Gerçeği Söylemek…”, Mart 2011.

[49] Fikret Başkaya, “… ‘Zehirli’ Kavramlar Üzerine”, Ocak 2008.

[50] Fikret Başkaya, “Modern Çağın Afyonu: Ekonomik Büyüme”, Temmuz 2011.

[51] Fikret Başkaya, “Emperyalizm ve Anti-Emperyalizm Üzerine”, Ocak 2009.

[52] Fikret Başkaya, “Zenginlerin Dünyası: Bütün Ülkelerin Kapitalistleri Birleşti…”, Ekim 2008.

[53] Fikret Başkaya, “Neden Kapitalizmde Ahlâk İstisna, Ahlâksızlık Kuraldır?”, Temmuz 2011.

[54] Fikret Başkaya, “Kapitalizmi ‘Krizden’ Kurtarmak Değil, Kapitalizmden Kurtulmak…”, Ekim 2009.

[55] Fikret Başkaya, “Balıklar ve İnsanlar”, Haziran 2011.

[56] Fikret Başkaya, “Kapitalizm Emperyalizmdir”, Nisan 2003.

[57] Fikret Başkaya, “Liberalizm, Kapitalizm ve Sol”, Ağustos 2009.

[58] Metin Altıok.

[59] Ümit İlter, Anka Destanı, Tavır Yay., 2008.

[60] Fikret Başkaya, “Demokrasiyi Nasıl Bilirsiniz?”, www.sendika.org, 17 Ağustos 2010.

Birinci bölüm için

http://rojnameyanewroz2.com/bir_ayd%C4%B1n(l%C4%B1k)_h%C3%A2li_fikret_ba%C5%9Fkaya_s.%C3%B6zbudun_t.demirer-haberi-TR-408-4.html#.U233V4F_tv-

Exit mobile version