Devrimci sanat, Marksist sanat (estetik) olur. Çünkü burjuva ideolojisi sanatı bir araç olarak, egemenliği doğrultusunda kullanırken; buna itiraz için devrimci sanat, aşmak için de Marksist sanat -“olmazsa olmaz”- bir kaçınılmazlıktır.
AŞK, HAYAT, İSYAN İÇİN SANAT YENİDEN…[1] / TEMEL DEMİRER
“Yürümek iyiye, haklıya, doğruya
Dövüşmek yolunda iyinin, haklının, doğrunun
Zaptetmek iyiyi, haklıyı, doğruyu.”[2]
Aşka, hayata mündemiç sanattan söz etmek, kim ne derse desin; isyansız, başkaldırısız mümkün değildir. Çünkü sanat, aşk, hayat ve isyanın en harikulâde hâllerindendir…
“Yaşamın anlamı, amacı nedir? Sanat ve aşkın yaşamda yeri nedir? gibi sorular”[3] ekseninde “ne olduğu” sorusunu yanıtlamanın bir hayli zor olduğu sanat tartışmalı bir alandır. (Kolay mı? “Şiir çevrilemeyense, sanat da anlatılmandır,” der Robert Frost!)
Evet her ne kadar Apollon ile bağdaştırılsa ve Apollonik bir duruş olduğundan bahsedilse de, antik Yunan’da tiranların hicvedildiği Dionysos şenliklerinin gösteriler aracılığıyla iktidara karşı toplumsal muhalefet alanlarının en önemlilerinden birini oluşturduğu göz önünde bulundurulduğunda, sanatın Apollon’un temsil ettiği aristokrasiye karşı ortaya çıkmış olması başlı başına bir ironidir.
Tanımlanmasının güçlüğü bir yana, neyin sanat olarak adlandırılacağına dair düşünceler de tarih boyunca sürekli değişmiş, bu geniş anlama zaman içinde değişik kısıtlamalar getirilip yeni tanımlar yaratılmıştır.
Sanatın “salt estetik haz” mı, yoksa “toplumsal bir araç” mı olduğu “Güzellik, hakikâtin ihtişâmıdır,” diyen Platon’dan beri tartışılır; ve bu tartışma Fransız natüralistlerinin ardından sosyalistlerin sanatlarını ideolojik eksende yapılandırmalarıyla yeniden, şiddetli bir biçimde alevlenir; sanatın ideoloji ve toplum arasında nasıl bir konumda yer aldığı ve alması gerektiği üzerine tartışmalar, sürüp gitmelidir…
Melih Gökçek’in “Böyle sanatın içine tüküreyim” dediği Türkiye’de, önemi olmayan “gereksiz” gözüyle bakılan “bir şey” olan sanat; sıklıkla kavram kargaşasına konu olurken; gerçekten de, “Ne sanattır, ne değildir? Kim sanatçıdır, kim değildir?” sorularının yanıtı aciliyet kesbetmektedir.
Coğrafyamızda sanat can çekişmektedir, zira kim neyi kime yapıyordur belli değil.
“Postmodern Zamanlar”da “artık… geride kaldı…” diye anılmaya başlanılan sanat; ne yazıktır ki, “para ile…” anılıp, “vazgeçilmez konumunu kaybetti.”
Yani Jean Baudrillard’ın, “Bugün sanat olarak adlandırdığımız şey sanki yerine koyacak bir şey bulamadığımız bir boşluğa benzemektedir… Çağdaş sanatın iki yüzlülüğü özetle: Zaten beş para etmez bir şeyken beş para etmeyen, anlamsız, saçma sapan bir şey olmayı kendine bir hak olarak görmek; beş para etmez bir şey olmaya çalışmak ve yüzeysel terimler kullanarak yüzeysel bir şey olduğunu iddia etmekten ibarettir… Belki de sanat her şeyin estetik bir nesne olarak sunulabileceği ilkel bir ritüel, evrensel bir kitsch nesne görünümüne bürünerek ortadan kaybolacaktır,” saptamasındaki üzere!
“Neden” mi? Gayet basit: Toplumun yozlaşmaya başladığı yerlerde bilinir ki, sanat orada can çekişiyordur. Artık yavaşa yavaş düşünen, hayal eden, üreten özgür bireyler, yok olmaya yüz tutmuştur. Ve “vasat” hâkim olmuştur ortama…
Ancak ne aşk, ne hayat, ne isyan ne de tüm bunların toplamı olarak sanat tükenmez ve sanatta “artık” olmaz. Olsa olsa “bu aralar” olur. Sanatta mutlak terakkiden söz edilemez, yeni açılımlar eskilerini tüketemez ve hele hele eskiyle yeni arasında “daha iyi – daha kötü” ilişkisi kesinlikle kurulamaz.
SANAT (VE SANATÇI) HAKKINDA SAPTAMALAR
“Dünya aydınlık olsaydı sanat olmazdı… Sanat, insanın kendine oranla yücelmesidir… Sanat zorbalığa karşıdır,” Albert Camus’nün ifade ettiği gibi…
“Sanat, baskının ve iktidarın bütüncü karakterine bütüncü bir yabancılaşmayla cevap verir,”[4] vurgusuyla ekler W. Theodor Adorno da:
“Her sanat yapıtı işlenmemiş bir suçtur.”
“Sanat, çağın duyarlılığı için bir meydan okumadır.”
“Sanat daha önce yapılmamış olanı ister, fakat sanatın olduğu her şey daha önce yapılmıştı.”
“Sanatın bugünkü görevi, düzene kaos getirmektir.”
“-karanlık dönemlerde peki,/ şarkı da söylenecek mi?/ -elbette şarkılar da söylenecek/ belgeleyen karanlık dönemleri,” dizelerinin sahibi Bertolt Brecht’in Nazi Almanya’sındaki şu satırları sanatın ne olduğunun ve ne olması gerektiğinin özetidir:
“İki milyonu gammazcı, seksen milyonu gammazlanan bir ülke olmuş vatanım, yurdum suçlularla dolu, baba oğluna gerçeği söyleyemez, tevkif ederler yoksa. Doktorlar ölüm nedenini gizlemek zorundadır raporlarında, tevkif edilirler yoksa. Okuldaki öğretmen bile tarihi değiştirmek zorundadır. Ya biz ozanlar? Kodesi boylamamak için zararsız mısra ararız. Nereye baksam, yurttaşlarımın ezildiğini, yok edilmek istendiğini görüyorum, ne yapmak istiyor bu zorbalar? Bir takım güzel sözleri yan yana dizmek değildir sanat. İnsanların neler çektiğini bilmeden, onlardan etkilenmeden sanat yapılamaz. Bir ozan olarak insanların dertlerine kulak tıkarsam, kim inanır yazdıklarıma?”
Aynı konuda Pablo Neruda da, “Tüm insanlara ışık, adalet ve onur saçacak/ mükemmel şehri kazanacağız!/ Şiir boşuna yazılmış olmayacak,” diye haykırırken ekler Louis Aragon: “Yeni sanat, aynı zamanda hem ağacı hem ormanı gösteren, onları neden gösterdiğini bilen, ‘sanat sanat içindir’den mümkün olduğunca uzak, insana yardımcı olmak, yaşam yolunu aydınlatmak tutkusu içinde olan, yaşam yolunun anlamını da hesaba katan ve bu yolculuğun öncülüğünü yapan kaçınılmaz, zorunlu bir yeni gerçekçiliktir.”[5]
Tam da bunun için Pablo Picasso der ki “Coşkun zekânın ürettiği estetik bir obje olarak… sanat gerçekleri tanımamıza yardımcı olan bir yalandır.”
Tam da bunun için Ernst Fisher der ki: “Sanat, gerçek ama bilinmeyen bir dünyaya egemen olmaya yarayan tılsımlı bir araçtır.”
Tam da bunun için Paul Klee der ki: “Sanat görüneni vermez. Onun işlevi görünmeyeni görünür kılmaktır.”
Tam da bunun için Susan Sontag der ki: “Gerçek sanat rahatsız etme yeteneği taşır.”
Tam da bunun için Paul Gauguin der ki, “Art is either plagiarism or revolution/ Sanat ya devrimdir ya da apartmacılıktır.”
Özetle ‘Ses Sese Karşı’ başlıklı yapıtında Aldous Huxley’in, Philip Quarles karakterine, “Sanat gereğinden fazla gerçektir. Tam anlamıyla saftır, imbikten süzülmüş su gibi,”[6] diye anlattırdığıdır o…
Aristoteles, sanatın bir taklit (mimesis) olduğunu söylerken; “dünya-içi metafizik” demişti F. Nietzsche de sanat için; “Sanat ve yalnız sanat; gerçeğin elinden ölmemizi engelleyecek bir şey varsa o da sanattır,” vurgusuyla.
“Yaşamlarımızı sanat eserlerine dönüştürmekten” bahsetmişti Michel Foucault da.
“… ‘Sanatın kökeni’, der Hegel, suyun yüzeyini, ‘doğal’ görünüşlerin yüzeyini, yalnızca kendi iradesinin tezahür ettiği yüzeye dönüştürmek için suda taş kaydıran çocuğun jestidir.”[7]
“Muhayyilenin, cazibenin, estetiğin ve ahengin olmadığı yerde sanat yoktur,” ibaresi kayıtlıdır Goethe’nin ‘Faust’unda da…
Her şeyin ötesinde “Fiyatı olmayan şey”dir Jean-Luc Godard’ın işaret ettiği gibi sanat…
Veya “İnsanın insanı kendi boyutuna taşımaya çalıştığı şeydir,” Erich W. Hunbeldt’un altını çizdiği üzere…
“Dünya güzel olmadığı için sanat vardır… Sanatın amacı, insanı ölüme hazırlamaktır,” vurgusuyla Andrey Tarkovski’nin betimlediği üzere, “Ne olursa olsun bir meta olarak tüketilmek istenmeyen her türlü sanatın amacı, hiç şüphesiz kendine ve çevresine, hayatın ve insan varlığının amacını açıklamak, yani insanlığın gezegenimizdeki varoluş nedenini ve amacını göstermek olmalıdır. Hatta belki de hiç açıklamaya bile kalkmadan onları bu soruyla karşı karşıya bırakmalıdır.”[8]
Evet, evet sanat müthiş bir şeydir.
“Sanat belki insanları topyekûn değiştiremez. Dünyayı da değiştiremez belki. Ama daha iyisini yapar. Tutar bir insanın dünyasını değiştirir. İşte dünyayı yalnızca ve yalnızca, dünyası değişen insanların birlikteliği değiştirebilir,” Cansu Fırıncı’nın ifadesiyle![9]
Çünkü “Sanat, tıpkı dünya gibi… başına buyruktur, ve insanın dünyayı kavrayışı durmaksızın değişirken dünyanın her zaman aynı kalması gibi… Sanatın da insanların geçici kavramlarından bağımsız kalması gerekir. Böylece sanat özellikle ahlâktan bağımsız kalmalıdır. Çünkü ahlâk, dünya üzerinde ne zaman yeni bir din çıkıp eskisini bir yana itse, sürekli olarak değişir,” Heinrich Heine’in deyişiyle…
Ya da “İnsanın bir zamanlar yaşamış olduğu duyguyu, kendinde canlandırdıktan sonra, aynı duyguyu başkalarının da hissedebilmesi için hareket, ses, çizgi, renk veya kelimelerle belirlenen biçimlerle ifade etme ihtiyacından sanat ortaya çıkmıştı” diyen Lev Tolstoy’un altını ısrarla çizdiği üzere: “Sıkıntı sürecinde olgunlaşan, düşünceyle yoğunlaşan, emekle hazırlanan ve en iyiyi vermeyi amaçlayan faaliyettir sanat.”
İş bu nedenle Server Tanilli’nin ‘Yaratıcı Aklın Sentezi’ başlıklı yapıtında, “Sanata aşina olmak, insanlığımızın bütün biçimlerine duyarlı kılar bizi,” vurgusuyla ekler:
“Peki, buradan kalkıp şu paradoksu ciddiye alarak sorabilir miyiz: insanların yaşamı, hatta doğa, sanata mı öykünürler?
Sanat, dünyayı hissetme biçimimizi değiştirir ve zenginleştirir hep: başta ressamlardır ki, nesnelerin ya da eylemlerin en basit, en sıradan güzelliklerini görürler ya da tasarlarlar. Böylece ne kadar az figüratif olursa olsun, bizi dünyadan koparmak değil, dünyaya duyarlı kılmak için yapılmıştır sanat. Gündelik gerçeklik, çıkış noktalarımızın, alışkanlıklarımızın ve ihtiyaçlarımızın dışında belirdiği, bir yeni dikkati uyandırdığı andan başlayarak, yükseltici bir rol oynar sanat.
Bu arada sanatçıya sağladığı ne sanatın?
André Malraux, “Ölüm, yenilmez yazgısı insanın, onu alt edebileceğimiz tek yol sanattır. Sanat, yazgıya karşıdır,” diyor. Buradan kalkarak sanatçı, ölüme karşı savaşan ve umudunu daha güzel, daha insanca bir dünyaya adamış bir kişiden başka ne olabilir?”[10]
Buraya kadar aktardıklarım çerçevesinde İlhan Mimaroğlu ‘Ertesi Günce’ başlıklı yapıtında “Sanat ne işe yarar?” sorusunu şöyle yanıtlar:
“İşe yaramaktan ne anlaşıldığına bağlıysa da, sanatın hiçbir işe yaramadığı, hiçbir iş görmediği doğru değildir. Sanat alınır, satılır. Sanat zenginleştirir, yoksullaştırır. Alçaltır, yükseltir. İş buldurur, işsiz bıraktırır. Yüze güldürür, arkadan vurdurur. Kiminin heykelini diktirir, kiminin mezar taşını bile yok eder.
Gözyaşları döktürür, kahkahalar attırır, öksürtür, esnetir, uyutur, uyandırır komşuların uykusunu kaçırdığı da olur. Yahnisi, kalyesi, kızartması, buğulaması yapılmazsa da tabak olur, çatal bıçak olur, çanak çömlek olur, peçete olur, masa örtüsü olur, masa olur, iskemle olur.
Kalburun üstünde kalıp kalmaması kalburuna bağlıdır. Hayata benzemek istediği olursa da hayatın kendine benzemesini de hoş görür. Politikayla bir yatakta yatmadığı yolundaki söylentiler uydurmadır.
Kolesterol ve tansiyon düşürdüğü henüz kesinlikle saptanmamıştır; ama çene düşüklüğüne yol açtığı bir gerçektir. Ölür ya da ölmez. Öldüğünde dirilir ya da dirilmez. Genellikle ölüsü dirisinden daha çok iş görür.”[11]
“Ya sanatçı” mı?
Bu konuda Panait İstrati’nin ‘Nerrantsula’da der ki: “Bir insan ve bir sanatçı! Hayatta bu çeşit yaratıklara pek mi sık rastlanır?
İlkin baştanbaşa bozulmuş bir çevrede dürüst ve erdemli kalmak ne kadar güçtür. Bilirim ki, insan ateş olsa cürmü kadar yer yakar.
Hem sanatçı ne demektir? Rastlantının duygularını anlatma gücüyle dünyaya getirdiği bir ayrıcalık, tıpkı dalında ötmek üzere yuvasından uçan bülbül gibi. Bunda bir meziyet görmüyorum. Meziyet diye ben, otuz yıllık bir denemeden sonra usta bir kunduracının elinden çıkmış ayakkabıların eşini, nasıl yapıldığını hiç görmeden yapabilmeye derim.
Yok; biz hepimiz, az çok mağrur, çaresiz insanlarız.
Ne zaman ki bütün insanlığın derdiyle dertlenirsek, kendi olanaklarımıza göre bunu ifade edersek ve bencilliğimizin sebep olduğu kötülüklerle savaşırsak, ancak o zaman insan ve sanatçı olmaya başlarız: Sanat, bizim kusurlarımıza karşı açılmış bir savaştır.”[12]
Attila İlhan’ın, “Toplumsal sanatçı, kalabalığın antenidir, yığınlarla özdeşleşmesi icap eder,” notunu düştüğü O; yani “Sanatçının bilinci yalıtık bir bilinç değildir. Özet özellikleri olan toplumsal bir bilinçtir. Ya da nesnel bir bilinçtir, böyle olmakla tepeden tırnağa tarihseldir.” “Sanatçıyı, sanatı üzerinde üst düzeyde bilinçlendirecek olan da estetikçidir. Sanatı, sanat yapıtını tartışarak sanatçıya yol gösterirler. Değerlendiricisi olmayan sanat yapıtı zamanın ezici gücüne karşı koyamaz. Hatta nesnel zamanda yerini alamaz.”[13]
‘Dorian Gray’in Portresi’ yapıtının önsözünde Oscar Wilde der ki: “Sanatçı, güzel şeylerin yaratıcısıdır… Sanatçı hiçbir zaman umutsuz ve hastalıklı değildir. Sanatçı her şeyi ifade edebilir. Düşünce ve dil sanatçı için, sanatın araçlarıdır… Bütün sanat aynı zamanda hem içsel, hem de görünendir.”[14]
SANATIN “NE”LİĞİ
Yaratıcılığın sıra dışılığıdır; “beş duyu”nun akışkan ayrı ayrılığıyla geçişken birlikteliğidir.
“Ölüme karşı tek yanıt sanattır,” der André Malraux.
İnsan(lık) tarafından, insan(lık) için, insan(lık)a rağmen yaratılmış her şeydir.
Tutkudur; insan(lar)ın kendini ifadesindeki yaratıcı tarzıdır; çırpınışıdır sanat.
Tabulara başkaldırmaktır; bütünü görebilmektir; tarihsel-toplumsal birikimdir.
Gör(e)meyen insanların gözü, duy(a)mayanların kulağıdır, çarpan yüreği, düşündüren tutkusudur sanat.
Sanat, özgürlüğün kapısını açan anahtar ve hayatı dayanılır kılandır.
Sanatta insana özgü derin bir kavrayış gücü, hayatı ve varlığı değerlendirme ve yorumlama özelliği vardır. Yaratıcı hayal gücünden kaynaklanan bir bilgi türüdür.
Gerçeğin düşler prizmasında kırılıp yeniden inşasıdır; düşüncelerin estetik hüviyet kazanmasıdır.
Gerek sanatın yaratma gücü, gerek buna bağlı olarak estetik duyularının gelişmesi insan emeğinin bir ürünüdür.
- Engels, “İlk çakıl taşının insan eliyle işlenerek bıçak hâline gelmesi için öylesine uzun bir zaman geçmiştir ki bizim tarih diyebildiğimiz zaman bunun yanında önemsiz kalır. Ancak zorunlu adım atılmış, insan eli özgürleşmiştir. Bundan böyle de yeni hünerler kazanacak bu yolla edinilen büyük el yatkınlığı, insan soyundan soyuna geçecek, gittikçe artacaktır. Onun için emeğin sadece bir organı değil ama aynı zamanda da bir ürünüdür el,” diye belirtir sanat ile emek ilişkisini… Ve K. Marx da, “Beş duyunun oluşması şimdiye kadarki dünya tarihinin bir sonucudur,”[15] der…
Kolay mı O; bilinçli müdahalenin, yeniden yaratmanın, heyecanın, tutkunun sonucu var olan insan aklının, yüreğinin bir mahsulüdür.
Hayal gücü ile esinlenmenin estetik dışavurumudur; bir iletişim biçimidir; gerçek özgürlüğün realiteye dökülmesidir.
Yaratıcılığın ve hayal gücünün ifadesi diye tanımlanır tanımlanmasına da; o, dümdüz bir yolda eğri büğrü yürümektir.
Tecrübe ve ortak hafızadır (Sanatın tanımı için, tecrübeler ve ortak hafızadan bahsetmek gereklidir!)
Düşünmektir; duymaktır. (Yaratılan eğer düşünüp/ duymuyorsa sanat eseri olmaz!)
Sanat, sorularla başlayan bir yoldur; sınırları aşmaktır, yıkmak ve kontrolsüz yaratmaktır.
Özü hayattır; dünyayı yaşamaya değer kılan önemli öğelerden biridir; güzeli arar, bulur.
O olmasaydı, gerçeğin kabalığı katlanılmaz kılardı dünyayı…
“Olağan”ın normlarını yıkıp, yeni düşünceleri meşrulaştırmaktır.
İnsan için anlamlandıran eylemdir; insan(lık)ın son sığınağıdır.
Zulme karşı savaşta en büyük silahtır; küçük kıpkırmızı bir noktadır; o uçsuz bucaksız karanlıkta alabildiğine yoğunlukta parlayan…
Sanat kendimizi tanımak ve anlamak için yapabileceğimiz en iyi şeydir.
Ya da Paul Klee’nin, “Sanat, eksik olan bir halkı beklemektedir… Henüz eksik olan bir halkı bekleyen, çağıran şeydir sanat…” diye betimlediği…
Kuşku yoktur ki sanatı eksiksiz bir şekilde tanımlayabilmek çok güçtür. Çünkü sanat, nesnel dünyanın, insanların bilinçaltına yansıttıkları estetik çözümlemeler ile yakın ilişkilidir ve öznel, göreceli değerlere dayanır. İnsanların bilinçaltında oluşturdukları ve bilinçle kavradıklarının çok değişiklik içermesi, farklı şekillenmesi, kabul görenlerin çeşitliliği kadar sonsuzluk içinde olması, bu tanımları bir noktada bitirememektedir. En basit olarak tanımlamak gerekirse; sanat, estetik endişeler taşıyan biçim oluşturmaktır.
Estetik beğeniler, anlayışların değişmesini, toplumsal değişim içinde ele almak zorundayız. Tarih, sınıf çatışması üzerinde hareket eder. Sanat da o toplumun işlevini yansıtır.
Sanat gerçekliği, sınıfsal prizmadan yansıtır; ideolojik işlevi buradan gelir. Siyasal anlam yapıtın dokusunda saklıdır. Dolayısıyla bir yapıt sadece ne anlattığıyla değil, nasıl anlattığıyla da önem kazanır.
Çok yönlü bir olay olarak sanat ideolojinin estetik hüviyet kazanmış hâlidir.
Ve sanat ürünleri toplumsal ilişkilerden doğan olgular ya da olaylardır. Toplumsal ilişkiler insanın doğal yapısı gereği değişir, değişmek zorundadır. Bu ilişkiler farklılaşmaya başladığında doğal olarak insanların estetik beğenileri ve dolayısıyla sanatçıların eserleri de değişir. Belirli bir toplumsal dönemin insanı, hep bu dönemin belirtilerini yaşar ve kendi yaşamı da o doğrultuda olur. Sınıflara bölünmesiyle birlikte sanatın nitelik olarak değişmesini de görürüz. Hangi sınıfa ait ise o sınıfın sanat anlayışı, ya da estetik bakış açısını o sınıf belirler.
Hangi ideoloji hâkim ise o ideoloji sanata yön verir. Eğer sanat sömürücü sınıfların çıkarına hizmet edip gerici bir nitelik kazanıyorsa (ki bugün çok barizdir bu) tam tersi de mümkündür. Yani ezilen kitlelere hizmet edip ilerici bir nitelik de kazanabilir.
Sanatın toplumsal dönüşümde ve bu dönüşümde mücadeleye büyük katkıları vardır; birçok toplumda belirleyici olmuş ve o mücadeleye kendi alanından destek vermiş, çıkarları aynılaşmıştır.
Sanat, kendisi için değildir; toplumsaldır. Yaratıcılığın başladığı yerde var olandır; asla tek kişiye ait olmayandır; muhaliftir; eleştirilerimizde, duruşumuzda, protestolarımızda, üzüntülerimizde, sevinçlerimizdeki yaratıcı eylemdir.
“Sanat eseri sınıflı toplum koşullarında yaratıldığı gibi, sınıflı toplum koşullarında yeniden üretilir.
Bu koşullarda sanatı sanat yapan, vazgeçilmez kılan söz konusu sanat eserini üreten sanatçının iktidara boyun eğmemesidir! Çünkü sanat boyunduruğu reddeder!”
Sanat gerçektir. Somuttur. Cesur, güvenilmez ve taraflıdır. Bizi biz yapan her şeyin aslında sadece kendilerini gerçekleştirdiğini anlatandır.
Sanatın -hazır- bir yanıtı yoktur. Aksine sanat yanıtlanması gereken bir sorudur; sıkıntılı durumlarda ortaya çıkar hep.
Güzel olan şeylerin bütünüdür. “Gerçek olan güzeldir, güzel olan gerçektir,” deyişinin/ içeriğinin taşıyıcısıdır.
Sanat, kısıtlı olan zamandan ve mekândan beslenir. Damarları hayata bağlıdır ve kalıcıdır.
Sanat yapıtlarında saklı olan şey, bir duyuşu, düşünceyi, ölümlü boyuttan ölümsüzlüğe doğru olabilen çabayı aktarmaktır. Bazen sanat eserleri, o andaki uygarlık sözcüklerini sonraki kuşaklara ulaştıran tanıklardır.
Johann Wolfgang Goethe’nin, “Sanat uzun, hayatımız kısadır,” ifadesi, sanatın sonsuzluk boyutundaki, varlık temeli olan gerçekliğini vurgulamaktadır.
Sanat, insanın sonlu yaşamından, evrenin sonsuz yaşamına bıraktığı bir gerçekliktir. Burada insan, görülmeyen ve duyulmayanı ifade edebilmek için, diğer insanların algılamaları için gereken, görülen ve duyulan özellikteki biçimlere başvurur.
Düşlenen ve hissedileni, düşlettirmek ve hissettirmek için, gerçek olanlar ile bir bağ oluşturur. Bu sayede iletişim, geçmişten geleceğe doğru biteviye sürer. Jean Paul Richer’ın ifadesi ile “Yasalar zamanlar ve uluslar bütün eserleriyle yıkılıp giderler, yalnız sanatın yıldızları, zamanın ufuklarında sonsuz ışıklar gibi parlar.”
Bu sanatın ölümsüz bir hakikâte denk düşmesinden kaynaklanır.
Gerçeklikten daha gerçek bir “hakikât”i ortaya koyan sanat yaşadığını hissetmektir; insan sınırsızlığının hülasasıdır; insanî vicdanla var olandır.
İnsanı insan yapan değerlerin tümüdür: Sanat nefes almaktır. Var olmanın formudur. Yaratmak ve dışavurmaktır.
Yaratıcılık ister, duygu ister, yetenek ister. Nihayetinde yaratma eylemidir. Derindir. Başkasının göremeyip düşündüğünü, görüp dışa vurmaktır. Vicdanla, kalple, beyinle, yetenekle ve çalışmanın verdiği güçle bir şeyler ortaya çıkarmaktır.
Nihai kertede ideolojilerin estetize edilmiş hâlidir…
Dünyayı değiştirecek bir sınıf için sanatın görevi, büyülemek yerine aydınlatmak, eyleme itmektir. Ancak bu ne denli doğruysa sanatta büyünün payının bütünü ile bir yana bırakılamayacağı o denli doğrudur. Çünkü özündeki büyüden yoksun oldu mu, sanat sanat olmaktan çıkar.
Sanat insanın dünyayı tanıyıp değiştirebilmesi için gereklidir. Ama salt özünde taşıdığı büyü yüzünden gerekliyken; insanın estetik algısına hitap eden sanat insanın özgürlüğe kanat çırpışıdır.
Gerçekliğin değiştirilebileceğini, denetlenebileceğini gösteren sanatın amacı öğretmek, eğitmek, eleştirmek ve değiştirmenin önünü açmaktır.
Yaratıcı zekânın ürünüdür. Aşk gibidir. Nihai kertede sanat her şey içindir.
Sanat, köprü yapılarak geçilecek bir yerde uçmayı hayal etmektir; insanın duygu ve düşüncülerini özgürce ifade edebildiği şeydir. Bir nevi yoktan var etmektir. İnsan hayatını tekdüzelikten kurtaran güçtür. Duyguların, düşüncelerin dışa vurumudur.
Sanatta estetik kaygı olmalıdır. Üretilen şeyin birilerine göre güzel olması gerekmektedir. Çirkin bir şey olsa bile bir bu çirkinlik güzel bir yöntemle yapılmış olmalı ve bir ahenk taşımalıdır. Ahenk taşımıyorsa bile içerdiği uyumsuzluk da dahi bir ahenk, bir güzellik olmalıdır.
Ayrıca da bir meydan okumadır sanat ve sanat da meydan okuyanları taçlandırmak için vardır.
Meselesi olan insanların ellerindeki tek kozdur sanat. Sanat, çağını sorgular, öncü düşünce üretir. Bu düşünceler zaman içinde toplumsal davranışlara yansır.
Susan Sontag denemelerini topladığı ‘Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş’ başlıklı yapıtında, “Sanat sadece bir şey hakkında değildir; kendisi de bir şeydir. Sanat yapıtı, yalnızca dünya üzerine bir metin ya da yorum değil, dünyanın içinde bir şeydir,”[16] der.
Sanat, dünyaya bakmaktır. Sırf bakmak da değil, baktığını yorumlamak, düşünmek ve anlatmaktır; lisandır; sınırları olmayandır. (Olmamalıdır da!)
Soyut duyguları somut hâle getirmektir; insanın olmayana, olmasını istediğine olan açık özlemidir; bu özlem doğrultusunda kendini var etmesidir.
Hayatın anlamı, yaşama amacı olarak sanat sokaklarda doğar, kasvetli mekânlarda ölür.
Nesnel gerçekliğin insan bilincinde estetik imgeler hâlinde yansıması olan sanat özgürlüğün temsilcisidir; sanatın yasal veya yasal olmayanı yoktur.
Tutku ve fedakârlık gerektirir; tutku ve fedakârlık olmazsa sanat da olmaz.
Hareketli zamanlarda (savaş zamanlarının kaosu, devrim zamanlarının coşkusu, yıkım zamanları) sanat ve toplum birbiriyle bitişikleşir.
Toplum türlü etkilerle sarsıldığında, çözülmeye başladığında, onu birarada tutan yapıştırıcılar etkisini yitirdiğinde, kitleler tek tek bireylere ve umutsuz bireylere dönüştüğünde, sanat yükselmeye başlar ve sanatçının yaratımı ancak böyle bir anda toplumsallaşır.
“Sanat, topluma şuur getirir. Sanat, evrensel olabilir. Sınırsız, her türlü dinden ve ırktan bağımsız! Sanat bir silah olabilir, gerçek bir silah…”[17]
Bir silah olarak sanatın en önemli görevlerinden birisi şudur: Çağına tanıklık etmek ve çağının vicdanı olmak: Ki bu anlamda Kobanê insanın insanlık karşısında inancını yitirmesi için bir vesile olabilir ancak. Çünkü sanat bir anlamda bireysel düzlemde yaşanan acıların toplumsal dile çevrilmesidir, ama bazen şu da olabilir, kitlesel olarak yaşananın bütün insanlığa haykırılmasıdır!
Ve en önemlisi, “Bir kere, muhafazakâr sanat, Marksist sanat, ateist sanat, liberal sanat gibi abuk bir tanım olamaz,”[18] itirazlarına rağmen “muhafazakâr sanat” olmaz, olamaz!
MARKSİZM VE SANAT
Ama devrimci sanat, Marksist sanat (estetik) olur. Çünkü burjuva ideolojisi sanatı bir araç olarak, egemenliği doğrultusunda kullanırken; buna itiraz için devrimci sanat, aşmak için de Marksist sanat -“olmazsa olmaz”- bir kaçınılmazlıktır.
Marksist teoriye göre sanat (ve edebiyat) bir üstyapı kurumu, bir bilinçlilik biçimidir. Bir bilinçlilik biçimi olarak, aynı zamanda kendine özgü bir “bilgi” biçimidir. Çünkü sanat toplumsal bir sorunsaldır.
Marksizm’e göre, “sanat” da tıpkı “insan” gibi toplumsal ve tarihsel bir görüngüdür. Yani insanda bir yetenek olarak bulunan güzellik duygusu, estetik algı, kısaca sanat yetisi, aslında insana doğuştan verilmiş bir yetenek değil, insanlık tarihi boyunca hayvandan insana doğru olan gelişim süreci içerisinde, insan etkinliklerinin toplu bir sonucudur. Bu yönüyle doğal olarak sanat, toplumsal ve tarihsel bir görüngü olarak karşımıza çıkmaktadır.
Toplumsal ve tarihsel bir görüngü olan “sanat”, Marksizm’e göre iki ana kaynağa dayanmaktadır. “Birinci kaynak, doğayı tanımada bir büyü aracı olmak; ikinci kaynak da, toplumsal yönden insanları aydınlatmak, insanlara toplumsallık bilinci vermek ya da bu bilinci geliştirmek.”
Sanat’ın bu iki yönlü kaynağından bazen biri ağır basar, bazen diğeri. Fakat hangisi ağır basarsa bassın, sanatın öncelikli görevi insanları aydınlatmak ve eğitmektir. Toplumu geliştirmeyen ve aydınlatmayan bir sanatın Marksist estetik anlayışına göre, sanat olma özelliği de yoktur.
“Marksizm, yalnız büyüleyen ama aydınlatmayan bir sanatı savunmaz. Çünkü böyle bir sanat eylemi, insansallaştırma, toplumsallaştırma niteliğinden yoksun olur ki, bu da sanatın özüne aykırı olur.”
Bu açıdan sanat bilgisi dünyaya egemen olmada çok önemli bir mevzi ve güçtür.
Marksizm için, insanın toplumsal bir canlı olma özelliği, her zaman, ilk planda gelir. Sanat, yaratı açısından subjektif ve bireysel bir özellik arz ettiği ve birey de toplumsal bir varlık olduğundan, tabiatıyla “sanat da, toplumsal bir varlığın ürünü” olmaktadır. Fakat, insanın toplumsal bir varlık; sanatın da toplumsal bir varlığın ürünü olması, sanat yapıtının bireysel biçimde doğduğu gerçeğini değiştirmez.
“Sanatın bireysel biçim içinde doğuşu, onu, bütün öbür canlıların ürünlerinden ayırır. Sanat, insanın, insan emeğinin bir ürünüdür, ama, herhangi bir ürünü değildir.”
“Sanat ürünü, elbette ki sanatçının eylem ve etkinliğinin ürünüdür, ama, bu eylem ve etkinlik, daha önce sanatçının kafasında bulunan düşünce ve kurguya katıldığında ancak sanat ürünü meydana gelir.”
Marksist estetikte “insan”ın çok önemli bir yeri vardır. Buna göre sanatın merkezinde “insan” vardır. Bu düşünce yalnız sanat alanı için geçerli değildir.
Marksist estetiğe göre, güzel ve değerli olan objeler, kendi güzelliklerinden ve değerlerinden değil; insanların o objeye güzellik ve değerlilik kattıklarından güzel ve değerlidir. Yani geçekliğin sanatın objesi olması, onun insana bağımlı olan yönüyle ilgilidir. Buna göre gerçeklik ikiye ayrılmaktadır. Birincisi doğal gerçeklik, diğeri estetik gerçekliktir. “Doğal gerçeklik, insanın dışında, insandan bağımsız olarak var olan gerçekliktir. Buna karşılık, estetik gerçeklik insana dayalı bir gerçekliktir.”
“Buradan anlaşıldığı gibi, Marksist estetik için, sanatın objesi olan gerçeklik, insanın dışında insandan bağımsız bir varlık olmayıp, insansal ve toplumsal bir varlıktır.”
“Marksizm, düşünme tarihinde şimdiye kadar rastladığımız türden bir materyalizm değildir, tersine, insanı ve insan eylemini varlığın odak noktası yapan tarihsel-insansal bir materyalizmdir, insana ve insan eylemine dayalı, varlığı insan eylemlerinin diyalektik süreci ile açıklamak isteyen hümanist bir materyalizmdir. Bundan ötürü burada bir çelişki söz konusu olmayıp, tersine, böyle bir sonuç, diyalektik materyalizmden mantıksal olarak doğan bir sonuçtur.”
“Marksist estetiğe göre, biricik gerçeklik insan gerçekliğidir. Bunun dışında sanat için bir başka gerçeklik alanı yoktur ve olamaz da.”
Nihayetinde her sanat yapıtının toplumsal-sınıfsal bir niteliği söz konusudur. Yani toplum sınıfsal yapısıyla sanatı derinden etkiler. Sanatın, içinde bulunduğu zaman, mekân ve toplum tarafından belirlenen bir olgu olarak görülmesi, toplum içindeki hâkim güçlerin, mevcut sanat anlayışını ve sanat ürünlerinin niteliklerini belirlediği gerçeğini ortaya çıkarır.
“Egemen sınıfın düşünceleri her dönemde egemen düşüncelerdir, toplumun egemen maddesel gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen tinsel güçtür de. Maddesel üretim için araçlara sahip olan sınıf, bununla tinsel üretim araçlarına sahip olur. Egemen düşünceler, egemen maddesel ilişkilerin ideal ifadesinden başka bir şey değildir. Sanat da bir tinsel ürün olduğuna göre, onda da egemen sınıfın düşüncelerini buluruz.”[19]
Tüm bunlar da Georg Lukacs’ın, “Sosyalist gerçekçiliğin belirgin özelliği, yeni bir toplum düzenini kurmak için gerekli olan insan niteliklerini bulup çıkarma amacını gütmesidir,”[20] diye formüle ettiğini kaçınılmaz kılar.
Burada durup belirtelim:
Arif Damar, “Şiir belki de sadece biçimdir, ama çağdaş bilimsel düşünceye varanlar, yeryüzüne, insanlara, yurduna derin, vazgeçilmez bağlarla bağlı olanlar, kendi mutluluğunu, öbür insanlardan ayırmayanlar, nerde olursa olsun, hangi koşullar içinde bulunursa bulunsun bencil yalnızlıklara düşmeyenler, toplumsal gerçekleri yaşamasına geçirenler, kısaca: ‘Issız bir telgrafhane gibi, durmadan sesler alıp sesler verenler, dünyanın memleketin hâli düzelmeden gözüne uyku girmeyenler,”[21] derken; Ahmet Telli de sanattan beklentisini şöyle açıklar: “Mızmız, bireyci, kendini sorgulamayan bir şiiri, salt estetik kaygılar adına yücelten anlayışlarla çatışkımız, aslında dünya görüşü alanındadır… Dünya ile uyumsuzluğumuza yön verecek kavgada, bilimi, sanatı ve politikayı temel aldığımıza göre, bunların özünde var olan değiştirme olgusuna işaret etmek bir sanatçının görevi olmalı. Yani sanata böyle bir işlevi ben vermiyorum, kendisi yükleniyor bunu.”[22]
Ahmet Oktay da, toplumcu gerçekçiliğin konusunda tartışılması gereken üç ana kategoriyi şu başlıklar altında toparlar: “i) Öz’ün ve gerçek’in önceliği, ii) Devrimci romantizm ve doğal uzantısı olumlu tip, iii) Partizanlık ya da yan tutarlık.”
Buna göre toplumcu gerçekçiliğin öz ve gerçek kavramlarına önem vermesinin nedeni Marksist bilgi kuramının yansıtmacı yorumu, yazını bilginin özel biçimi saymasıdır. Bir şiir ya da roman, son kertede nesnel gerçekliğin bilgisini, özünü açığa vuracaktır. Dolayısıyla yazın, belli bir ideolojinin dışavurumu olmaktadır.[23] İkinci ve üçüncü maddeler birinci maddenin doğal sonucudur.
TOPLUMSAL HÂL(İMİZ) VE SANAT(LARI)
Buraya kadar üzerinde durduğum sanat, sürdürülemez kapitalizmin dayattığı çürüme ve kaosun orta yerinde, her zamankinden daha da fazla muhtaç olduğumuz vazgeçilemez beşerî bir gereksinimdir! Çünkü “Sanat ruhları sevgiyle donatır… İktidarların çoğu, sevginin düşmanı olmuştur. O nedenle sevgiyi önde tutan doğrular, güzellikler, gerçekler hep yasaklanmıştır. Oysa sevgisizlik insanı ilkelleştirir.”[24]
Örnek mi? Fransa’da faşist Ulusal Cephe’li belediye başkanı Fabien Engelmann, Hayange kentinin merkezinde yer alan çeşme şeklindeki sanat eserinin “ucube” olduğunu söyledi. Heykelin önce Ulusal Cephe renklerine boyanmasını istedi, sonra da heykelin sanatçı Alain Milla’ya geri satılması talimatı verdi![25]
- yüzyıl Arap şairi Ebu Temmam’ın, doğduğu kentte, Şam yakınlarındaki Casim’de bulunan heykeli İslâm[26] köktendincileri tarafından yıkılmıştı. Ardından Ebu Temmam’ın, dünyadan göçtüğü kentte, Musul’da bulunan heykelinin IŞİD militanlarınca parçalandı!
Kültür Bakanlığı, “Türkiye Sanat Kurulu (TÜSAK) Yasa Tasarısı Taslağı’na Hayır” bildirisine imza atan tüm yöneticilerin görevden alınmasını ya da istifasını istedi!
Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü tarafından kurumda tayt giyilmesi yasaklandı. Genelgede getirilen kuralların tüm personel için geçerli olduğu vurgulanırken şöyle denildi: “Kurum içinde sporcu atleti, kolsuz penye, şort, tayt, streç kot, sandalet, terlik, çivi topuklu ayakkabı, abiye vb giyilmeyecek”!
İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun sahnelediği, ‘Güneş Batarken Bile Büyük’ oyununun orijinal metnindeki “Seninle yatmak istiyorum” ve “Tavşan gibi inlerim” gibi replikler sorun oldu.
Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde bir okuma ekibi Devlet Tiyatrolarının 2014 sezonunda sahneleme kararı aldığı bazı oyunların orijinal metinlerini inceledi. Ekip, İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun sahnelediği iki oyunun metinlerinde “küfürlü ve erotik” ifadeler buldu. Buna göre, Kazım Akşar’ın yazıp sahneye koyduğu J. W. Von Goethe’nin alt sınıftan bir kadınla evlenerek taşraya taşınması sürecini anlatan ‘Güneş Batarken Bile Büyük’ oyununda, “Seninle yatmak istiyorum”, “Tavşan gibi inlerim” gibi repliklerin de bulunduğu bölümlerin çıkarılması istendi!
Daha neler, neler?!
Sanatın/ sanatçının bu zûle maruz bırakıldığı koordinatlarda toplumsal hâl(imiz)de buna uygundur!
Ertuğrul Özkök’ün, “Türkiye rahatsız… Türkiye sıkıntılı… Türkiye’de herkes, bir şeylerden korkuyor… Türkiye kendini baskı altında hissediyor…” notunu düştüğü coğrafyamızda hakaret dilinin, nefretin, kutuplaşmanın, mutsuzluğun yayıldığına dikkat çeken Hale Soygazi, “Türkiye’nin içinde bulunduğu tuhaf ve açıklanamaz günler için “Susmamız kabul edilemez, ileride tarihe leke olur sustuklarımız,” derken ekliyor Sinan Genim: “Patlamanın eşiğindeyiz”!
İçe dönük, insanı (ve insanî değerleri) çürüten bu “patlama”yla “Kadın cinayetleri aldı başını gidiyor. Şiddet mağdurlarının sayısı da giderek artıyor… Dayak cennetten çıkmadır, öğretmenin vurduğu yerde gül biter, eti senin kemiği benim gibi onlarca atasözümüz var ve sanki hemen hepsi de şiddeti haklı görüyor. Oysa, şiddet, en büyük insanlık suçlarının başında geliyor…”[27]
Üç yılda suç oranlarının yüzde 58.20 oranında arttığı Türkiye’de neredeyse her gün insanlar korkunç şekilde öldürülüyor…
‘Uluslararası Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’ (OECD) verileri, Türkiye’de 2013 yılında insanların yüzde 5.1’inin fiziksel saldırıya uğradığını gösteriyor ki dünya genelinde bu oranın ortalaması sadece yüzde 4. Bir başka deyişle Türkiye, fiziksel saldırıya uğrama oranlarında OECD’nin araştırma yaptığı 36 ülke arasında 28’inci sırada yer alıyor. Cinayet oranlarında ise Türkiye 36 ülke arasında 30’uncu sırada bulunuyor. Anket katılımı ile sürekli güncellenen numbeo sitesindeki verilere göre ise Türkiye’de 3 yılda suç oranları yüzde 58.20 oranında arttı.
Türkiye’de intihar oranları de sürekli yükseliyor. Türkiye Psikiyatri Derneği, Ruh Sağlığı ve Medya Çalışma Birimi Koordinatörü Doç. Dr. Burhanettin Kaya, yaklaşık her 2.5 saatte bir kişinin intihar ettiğini, Türkiye’nin intihar artış hızlarına bakıldığında dünya listesinde en üst sıralarda yer aldığını söylüyor.
‘Türkiye Psikiyatri Derneği’, “Yaşananlar, ruh sağlığımızı tehdit ediyor,” deyip; psikiyatr Kemal Sayar da, ruhsal rahatsızlıkların günümüzde neden hızlı bir tırmanışa geçtiğine dikkat çekerken; Türkiye’nin “sağlık” raporu da ürkütücü: Her üç ölümden ikisi kronik hastalıklardan kaynaklanıyor; kronik hastalığı olanlarda da depresyon yaygın!
Kolay mı? Türkiye’de 5 yılda antidepresan ilaç kullanımı yüzde 56 arttı. 2008’de 16 milyon 500 bin 260 kutu 26 milyon antidepresan tüketiminin 2012 sonu itibariyle 25 milyon 958 bin 726 kutuya yükseldi!
İyi de aşka, sanata, hayata, isyana yabancılaşan verili tabloda “Ne oluyor” mu?
Elif Şafak’ın, ‘La Repubblica’ için kaleme aldığı makalede, “Türkiye’de devlet, her türlü güce sahiptir, vatandaşlar ise hayır. Millet olarak biz, belli bir yetkiye sahip olanlar tarafından tokatlanmaya alışmışız. Ailede, okulda, orduda, yolda, süpermarkette… tokat her yerde,” diye resmettiği ya da Prof. Dr. Ayşe Kadıoğlu’nun deyişiyle, “Toplumun Frankenstein gibi iyi kalpli ama etrafına zarar veren bir canavara dönüştü”ğü tabloda her şey alınıp, satılıyor…
“Düşünüyorum, öyleyse varım,” diyen Descartes unutulurken; “Satın alıyorum, öyleyse varım” diyen piyasa kuralı dört yanı kuşatıyor…
“Tüketim Toplumu” denilen hâl buyken; aslında tüketilen insan(lık)ın ta kendisi oluyor!
“Kafanın dışı jöle; kafanın içi köle”yken![28]
Bu durumu, “Para ve iktidar uğruna çırpınmaktan topluca kafayı yemiş hâldeyiz,” biçiminde yorumlayan Tuna Kiremitçi, hiç de haksız sayılmaz!
Rıza Sarraf’ın, “Türkiye’ye 25 milyar TL gelir sağladım; cari açığın yüzde 15’ini ben kapattım,” haykırışları eşliğinde yaşananlar, örnekler, insan kirliliğinin arttığını gösteriyor. Yalakalık, ikiyüzlülük, riya, tutarsızlık, yamukluk, çıkarcılık, aşırı övünme, gösterişçilik, ürkeklik, yüksekten atma, düzenbazlık, kişiliksizlik, yolsuzluk; tüm bunlar insan kirliliğinin göstergeleri.
Söz konusu kirlilik olgusu, toplumda yanlış algılar, yanlış değer yargıları hatta yoz eğilimler de doğuruyor; Honoré de Balzac’ın, “Yoksulluğun hüküm sürdüğü yerde ne utanma kalır, ne suç, ne namus, ne de ruh,” saptamasında dikkat çektiği üzere!
Bunlar tesadüf değil!
Sürdürülemez kapitalizm koşullarında aşksız, sanatsız yabancılaşmış insan(lık) hâl(ler)i…
AŞKSIZ, SANATSIZ YABANCILAŞMIŞ İNSAN(LIK) HÂL(LER)İ
“Bugün egemen ‘insanî değerler’, önceki üretim tarzlarından tortuları üzerinde, kapitalist gerçek[çi]liğin içinde şekillenmiş, sahiplenmeyi, bireyciliği, sömürüyü, egemenlik bağımlılık ilişkilerini, yoksulluğu, ‘kutsal’ adına katliamı, savaşları onaylayan değer(sizlik)ler”de[29] somutlanırken; kapitalist modernizm, yani modern hayat, insanlığın duygu dünyasını da değiştirmiş. İnsanın duygusal yapısı üzerine araştırma yapan bir grup bilim insanına göre altı temel duygumuza yeni duygular eklenmiş. Evet… “Neşe, üzüntü, öfke, korku, şaşkınlık ve tiksinti” olarak bilinen altı temel duygumuza; “yüceltme, gurur, bencillik ve kafa karışıklığı, vicdan yitimi” gibi durumlar da eklenmiş.
Artık devir değişti, modern hayat kimi insani duyguları köreltirken kimi insanlık dışı davranışlara yöneltiyor. İş, para ve çıkar eksenli oluşmuş bu dünya insan ruhunu sıkmakta, yalnızlaştırmaktadır. İnsan ruhu acımasız bir kıskacın pençesinde inlemekte, yüreğini kanatmaktadır.
Kolay mı?
“Gösteri kendini, hem bizzat toplum olarak, hem toplumun bir parçası olarak ve hem de bir birleştirme aracı olarak sunar. Gösteri, toplumun bir parçası olarak, özellikle, bütün bakış ve bilinçleri bir araya getiren sektördür. Bu sektör aldatılmış bakışın ve yanlış bilincin yeridir,” vurgusuyla Guy Debord’un ‘Gösteri Toplumu’ başlıklı yapıtında öngördüğü üzere, toplum yapısında kültür hem metaların en ünlüsü oldu, karmaşık tüketim ağı içinde iktisadın taşıyıcı unsuru hâline geldi;[30] ki bu da, “kültür endüstrisi” ile sanatın bir gösteriye dönüştüğü meta fetişizmini devreye soktu…
Özetle Jean Paul Sartre’ın, “İnsanlar kahramanları oynuyorlar; çünkü korkaklar. Azizleri oynuyorlar; çünkü kötü ruhlular. Suikastçiyi oynuyorlar; çünkü yanıbaşlarındaki komşularını öldürmek için yanıp tutuşuyorlar. İnsanlar oynuyorlar; çünkü doğuştan yalancılar,” diye betimlediği bu tablo hakkında Chuck Palahniuk da şu notları düşer:
“Dünya nüfusu arttıkça, insan sayısı azalıyor.”
“Bize inandırılan bu gerçek dışı dünyada yaşıyoruz, hiçbir teste tabii tutulmadığımız için neleri kurtarabileceğimiz konusunda hiç bir fikrimiz yok.”
“Biz televizyon izleyerek, milyonerler, sinema tanrıları, rock yıldızları olacağımıza inanarak büyüdük ama olamayacağız… Hepimiz heba oluyoruz… Bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor ya da beyaz yakalı köle olmuş… Reklamlar yüzünden araba ve kıyafet peşindeyiz… Nefret ettiğimiz işlerde çalışıyor, gereksiz şeyler alıyoruz… Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız… Bir amacımız yok; ne büyük savaş ne de büyük bir buhran yaşadık… Bizim savaşımız ruhani savaş… Ve bunalımımız kendi hayatlarımız.”
“Mobilya satın alırsınız. Kendinize dersiniz ki, bu hayatım boyunca ihtiyaç duyacağım son kanepe. Kanepeyi alırsınız ve sonraki birkaç yıl boyunca, hangi işiniz ters giderse gitsin, en azından kanepe sorununuzu çözmüş olduğunuzu bilirsiniz. Sonra o güzel yuvanızda kısılıp kalırsınız. Bir zamanlar sahip olduğunuz şeyler artık sizin sahibiniz olur.”
“Dinleyin sürüngenler; Sizler özel değilsiniz, Sizler güzel ya da eşi benzeri olmayan kar tanesi de değilsiniz, sizler işiniz değilsiniz, sizler paranız kadar değilsiniz, bindiğiniz araba değilsiniz, kredi kartlarınızın limiti değilsiniz, sizler iç çamaşırı değilsiniz, Sizler herkes gibi çürüyen birer organik maddesiniz! Bizler bu dünyanın şarkı söyleyip dans eden pislikleriyiz. Hepimiz aynı pisliğin lacivertleriyiz.”
“Büyük birader bizi gözetlemiyor aslında, şarkı söyleyip dans ediyor. Şapkadan tavşan çıkarma numaraları yapıyor. Büyük birader uyanık olduğunuz her dakika dikkatinizi çekmekle meşgul. Sürekli aklınızın başka yerde olduğundan emin olmak istiyor. Tamamen zapt olduğunuzdan emin olmak istiyor.”
Evet, ne yazıktır ki çağımızın, ateşi Olimpos tanrılarından çalıp insanlığa veren Promete’nin çağı değil, ulakların, tercümanların, tüccarların ya da aracı olarak çalışan herkesin tanrısı olan Hermes’in çağı olduğunu söyleyen Michel Serres,[31] haksız değil!
Sürdürülemez kapitalist medyanın yarattığı aşksız, sanatsız yabancılaş(tırıl)mış insan(lık)ın iletişim(sizlik) çağındayız artık! Medyanın insanlar arasına girip diyalogu dolayımlaması ve kirletmesini yoğun olarak yaşıyoruz. İktidar tüm iletişim araçlarını ele geçirerek insanların aralarında kuracakları doğrudan ilişkilere müdahale edip yönlendirmeye çalışıyor. Birbirleriyle, yaşamla doğrudan bir ilişki yerini, medya üzerinden dolayımlanmış ilişkilere bırakıyor. Artık biz konuşmuyoruz, düşünmüyoruz; bizim yerimize medya konuşuyor, düşünüyor.
“Gölgeler ülkesi”dir artık yaşadığımız coğrafyaya/ dünya! 1860 yılında Alexander Herzen’e yazdığı mektupta Rusya için kullanmıştı bu deyimi: “O bir gölgeler ülkesidir. İçinde canlı insanların aslında yaşamayan karikatürleri dolaşıyor, konuşuyor, görünüşte düşünüyor, deviniyorlar…”[32]
Bu tamı tamına öğrenilmiş bir çaresizlik hâlidir!
Hal böyleyken de; sanatsız yabancılaş(tırıl)mış insan(lık) için Jean Paul Sartre’ın, “Umutsuzluk; insanlığın kendine karşı hazırlayabileceği suikastlerin en korkuncudur, umutsuzluk manevi bir intihardır,” uyarısı eşliğinde çıkışsızlık büyümektedir!
Mesela Dünya Sağlık Örgütü’ne (WHO) göre, dünyada her 40 saniyede bir kişi intihar ediyor. Bu sayı her yıl savaş ve doğal afetlere kurban gidenlerden daha fazla.[33]
ÇÖZÜM: AŞK, SANAT, İSYAN
Tüm bunlar böyleyken çözüm: Aşk, sanat, isyanın ait olduğu insan(lık)a yeniden mal edilmesindedir…
Bir an düşünün bize şarkılar söylüyorlar, içinde biz yokuz!
Bize filmler yapıyorlar, bizsiz!
Bize oyunlar sahneliyor, sergiler açıyor, şiirler, romanlar yazıyorlar, hepsi bizden azade, hepsi bizi daha da görünmez kılmak için!
Biz kim miyiz?
Biz bu dünyanın yoksulları, ezilenleri, sömürülenleriyiz; “halk” denilenleriz…
Bizim için sanat ve sanatçı, halktan başka biri değildir.
Sanat halkın ürünüydü ve boynumuzdan piyasanın boyunduruğu, sırtımızdan sömürenlerin ağırlığı söküldüğü zaman, yine bütün varlığıyla sadece halkın yani bizim olacaktır.
O günler gelecek.
Ancak o günler gelsin diye, önce “bu” günlere direnmek, aşkla başkaldırmak gerek.
O hâlde zulüm ve yokluk günlerinde açların gözbebeklerine cesurca bakmak ve sokağa çıkmak zorundayız.
Sanat ve sanatçı halksa, o da meydanlar, grev çadırları, dağ başları, gecekondu sokakları kadar, onlarla birlikte direnmek, onlarla birlikte başkaldırmak zorundadır.
Bunun için Cemal Süreya’nın, “Sevmek, ne uzun kelime./ Derin deniz mavisi”; Şükrü Erbaş’ın, “Seni öpsem,/ gülse bir halk/ seni öpsem,/ yoksulluk utansa verdiği acılardan/ kırılsa her türlü korkunun kanadı,” dizelerinde aşk insanı insan(lık)a maleden cürettir; isyandır; yaratmaktır…
Dikkat edin bunların hepsi sanata da mündemiçtir!
Leo Buscaglia’nın, “Severek yaşamak, ‘hayat’a karşı, en büyük meydan okumadır”; Spinoza’nın, “Sevginin ölçüsü, ölçüsüz sevmektir”;[34] William Shakespeare’in, “İnsan sevmeye başladı mı, yaşamaya da başlar”; W. Goethe’nin, “Evîn, gelek tiştên negengaz pêkanî dike/ Sevgi, imkânsız birçok şeyi mümkün kılar”; Albert Camus’nün, “Sevmenin sınırı olamaz”; Theodor W. Adorno’nun, “Sadece sevgiye tutunacak gücü olan yaşar”; Emma Goldman’ın, “Sevmek, birini bulmak veya kazanmak değil… Bir başkasında kendini bulmaktır”; Nâzım Hikmet Ran’ın, “Sevmek, sevdiğin kişiyle birlikte olmak değildir unutma. Çünkü aşk; ‘onunla yaşamak değil, onu yaşamaktır aslında”; Che Guevara’nın, “Sevgili dediğin…, sana kendin olabilme şansını verendir,” saptamalarıyla betimlenmesi mümkün olan aşkla, tutkuyla sanata sarılma zamanıdır şimdi…
17 Ekim 2014 19:35:39, Ankara.
N O T L A R
[1] 23 Ekim 2014 tarihinde AKA-DER Taksim Şube ve Kültür Merkezi’nde yapılan konuşma… Kaldıraç, No:165, Mart 2015…
[2] Nâzım Hikmet.
[3] Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1. (Ahmet Mithat’tan Ahmet Hamdi Tanpınar’a), İletişim Yay., 20. baskı, 2008.
[4] W. Theodor Adorno, Minima Moralia, Çev: Orhan Koçak-Yavuz Erten, Metis Yay., 2. baskı, 2000.
[5] “Sanatta toplumdan, toplum sorunlarından kaçma, bunaltı, soyuta (mücerrete) yöneliş, çeşitli kaynaklardan geliyor. Toplumdan kaçma, toplumla karşılıklı duygu ve idrâk bağları kuramamaktan, bunaltı, meydana getirdiğimiz eserlerimizin sanat ve anlatış gücünü yeter bulamamaktan, duygu ve seziş gücümüze, meydana getirdiğimiz eserlerin yetişememesinden… Anlamsızlık, işlediğimiz konuları bütün çabalarımıza rağmen aydınlık manalara, duygu ve düşünceyi okurlara kolayca geçirecek sanat formüllerine ulaştıramamaktan, sağlam sanat formüllerine erişememekten, Plâstik sanatlar aşırı soyuta gitmek ise biraz sanat gücünden yoksun olmaktan, kendimizden büyük sanatçıların dümen suyuna düşmüş bulunmaktan bol bol tembellikten, yalınkatlıktan, kolayca kaçmaktan. Toplum sorunlarından kaçmak ise düpedüz ödleklikten ileri gelir.” (Kemal Tahir, Notlar-2, Bağlam Yay., 1989, s.144.)
[6] Aldous Huxley, Ses Sese Karşı, Çev: Mîna Urgan, İletişim Yay., 6. baskı, 2013
[7] Jacques Rancière, Estetiğin Huzursuzluğu: Sanat Rejimi ve Politika, Çev: Aziz Ufuk Kılıç, İletişim Yay., 2014.
[8] Andrei Tarkovsky, Mühürlenmiş Zaman, çev: Füsun Ant, Agora Yay., 2007.
[9] Cansu Fırıncı, “Sanat Ürkünçtür!”, http://cansufirinci.wordpress.com/2011/11/25/sanat-urkunctur/
[10] Server Tanilli, Yaratıcı Aklın Sentezi, Cumhuriyet Kitapları, 2009.
[11] İlhan Mimaroğlu, Ertesi Günce, Pan Kitapevi, 1994.
[12] Panait İstrati, Nerrantsula (Sokak Kızı), çev: Faruk Ersöz, Cumhuriyet Yay., 2001.
[13] Afşar Timuçin, Estetik, İnsancıl Yay., 1998, s.7-8.
[14] Oscar Wilde, Dorian Gray’in Portresi, Çev: Nihal Yeğinobalı, Can Yay., 2003.
[15] Karl Marx-Friedrich Engels-Vladimir İ. Lenin, Sanat ve Edebiyat, Çev: Aziz Çalışlar, Evrensel Basım Yay., 1996, s.11.
[16] Susan Sontag, Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş, çev: Müge Gürsoy Sökmen-Yurdanur Salman, Metis Yay., 2000.
[17] Mısra Belge-Melike Futtu, “Sokağa Her Şeyi Göze Alarak Çıkıyoruz”, Evrensel, 29 Temmuz 2014, s.12.
[18] “Sanat, Azınlık Egosu Değil, Bir Devrimdir”, 3 Mayıs 2012… http://www.yirmidorthaber.com/yazar/Sanat_azinlik_egosu_degil_bir_devrimdir/haber-562871
[19] İsmail Tunalı, Marksist Estetik, Altın Kitaplar Yay., 1976, s. 134-135-98-99-45-47-50-241.
[20] Georg Lukacs, Çağdaş Gerçekliğin Anlamı, çev: Cevat Çapan, Payel Yay., 2000.
[21] “Kırkıncı Sanat Yılında Arif Damar’la Söyleşi”, Konuşan: Bedirhan Toprak”, Varlık, No:916, 1984, s.8-9.
[22] “Ahmet Telli: Bir Kavga Sanatı, Bir Yaşam Tarzı Olarak Şiir”, Konuşan: Mustafa Sercan, Varlık, No:939, 1985, s.4-6.
[23] Ahmet Oktay, Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları, İthaki Yay., 2008, s.133
[24] Mısra Belge, “Adnan Binyazar: Sanat Ruhları Sevgiyle Donatır”, Evrensel, 14 Eylül 2014, s.9.
[25] “Sosyalistin Sanatı, Sağcının Çenesini Yorarmış”, Taraf, 31 Temmuz 2014, s.13.
[26] “İslâmî sanat” mı? Bakın ne der, onu imanın emrine veren Ömer Lekesiz: “İslâm zihniyet ve kültüründe ‘güzellik’ hayatın, insan hâl ve fiillerinin tümüne yayıldığı için, ‘hâle bağlı bir fiil’ olması bakımından sanatı da kendi içine çeker.
Bu yanıyla güzellik, sanata mahsus (özel) bir nazariyatı hak etmez, zihniyet planında Kelam’ın, kültür (adetler, alışkanlar, toplumsal, kanaatler, davranışlar vb.) planında İslâm Hukuku’nun ona ilişkin verisi ne ise ona göre bir değer yüklenir.
Diğer bir söyleyişle Şeriat, mükellefin fiillerinin Allah’ın ve Peygamberi’nin emirleri doğrultusunda şekillenmesi manasında, sanatı da mükellefin fiillerinden bir fiil olması bakımından içkindir.
Bu bağlamda sanat, metafiziğe ve ahlâka dahil olan eşyanın hakikâtine uygun düşünme, sevgi, iyilik, yardımlaşma, iyi nasihat, güzel tavsiye vb. gibi hususlarla eşitlenmiş olarak ‘güzellik’ bağıyla varlık alanına çıkar. (…)
Bu bağlamda sanatın değeri, sınırını söz konusu zorunluluğun belirlediği sadece ‘iyi kul’ olma değil ‘daha iyi kul’ olma arzu ve gayretinin bir sonucudur.” (Ömer Lekesiz, “Sanat, Güzellik ve Kulluk”, Yeni Şafak, 17 Ağustos 2014, s.7.)
[27] Abbas Güçlü, “Şiddet, Kin, Öfke, Aldı Başını Gidiyor, Peki Nereye Kadar?”, Milliyet, 4 Haziran 2014, s.22.
[28] Erdal Atabek, “Kafanın Dışı Jöle”, Cumhuriyet, 3 Aralık 2012, s.4.
[29] Ergin Yıldızoğlu, “Biraz da İnsanlığın Geleceği…”, Cumhuriyet, 16 Temmuz 2014, s.4.
[30] Guy Debord, Gösteri Toplumu, Çev: Ayşen Ekmekçi-Okşan Taşkent, Ayrıntı Yay., 1996.
[31] M. Zournazi, Umut, Değişim İçin Felsefeler, Çev: Uygar Abacı, Literatür Yay., 2004.
[32] Rahmi Öğdül, “Gölgeler Ülkesinde Melekler”, Birgün, 19 Aralık 2013, s.17.
[33] “40 Saniyede Bir Bulaşıyor”, Cumhuriyet, 5 Eylül 2014, s.18.
[34] Spinoza, Etica, Çev: Çiğdem Dürüşken, Kabalcı Yayınevi, 2011.