Site icon Rojnameya Newroz

ANAYASA, BAŞKANLIK SİSTEMİ VE LAİKLİK/TEMEL DEMİRER

 

I.1) ANAYASA(LAR) TARİHİ

I.1.1) OSMANLI DA ANAYASA

I.1.2) TEŞKİLÂT-I ESASİYE KANUNU

I.1.3) 1961’DEN 12 EYLÜL 1982’YE

I.2) “YENİ ANAYASA”YI TARTIŞ-MA(K MIŞ)!

I.2.1) “YENİ” ANAYASA = MADE BY ERDOĞAN

I.2.2) AKP VE CHP SÖYLEMİ

I.2.3) HDP’NİN (MUHTELİF) SÖYLEM(LER)İ

I.3) NE YAPMA(MA)LI?

1.AYRIM: BAŞKANLIK SİSTEMİ

II.1) ERDOĞAN’LI DURUM

II.2) AKP VE “BAŞKANLIK SİSTEMİ”

II.3) İTİRAZLAR: CHP İLE HDP

III. AYRIM: SORU(N)LARI LAİKLİK

III.1) NEDİR?

III.2) TARİHTEN NOTLAR

III.3) “KEMALİST LAİKLİK”

III.2) ERDOĞAN’LI, AKP’Lİ DURUM

  1. AYRIM: NE YAPILMALI

“Kralların iktidarı hem akla,

hem de ahâlinin ahmaklığına,

ama bilhassa ikincisine dayalıdır.”[1]

Yerküremiz yanında coğrafyamız ile bölgemiz tarihin tanık olduğu en ağır soru(n)larla yüzleşmekteyken; bunların ardında yeniden paylaşım ve yapılanmayı devreye sokan sürdürülemez kapitalizmin III. Büyük Bunalım dinamiği yatıyor.

  1. Gramsci’nin, “Eski ölmekte ama yeni doğamıyor, bu geçiş döneminde büyük bir çeşitliliğin hasta belirtileri gözüküyor,” saptamasıyla betimlenebilecek verili tabloda; Sykes-Picot’nun nihayete ermekte olduğu bölgemizde bir yeniden paylaşım söz konusudur. Bu ve bununla bağıntılı faktörlerden doğrudan etkilenen coğrafyamızdaki yeniden yapılanma, III. Büyük Bunalım’ın daha da vurgulu hâle geldiği kapitalizmin sürdürülemezliğinden soyut ele alınamaz, alınmamalıdır da.

Bunlarla bağıntılı olarak coğrafyamızda AKP ile devreye sokulan yeniden birikim modeli; anayasa, başkanlık sistemi ve laiklik üçgenindeki (farklı veçheler içeren) tartışmaları devreye sokuyor.[2]

“Yeni” anayasa üzerinden yürütülen didişme, traji-komik “anayasa takiyyesi”nde somutlanırken; muradın başkanlık sistemi dayatmalarına ve laiklik konusundaki farklı hesaplara yönelik olduğu her adımda ortaya çıkıyor.

Seyfi Öngider’in “Toplumu bir ‘deli gömleği’ içine soktuğu söylenilen 12 Eylül Anayasası’ndan kurtulma söyleminde ‘demokratik ve sivil anayasa’ vurgusu dikkat çekiyor. Gerçekten mümkün mü bu? Yoksa bir yandan böyle söylenip, konuşulmaya başlanıp sonuçta tümden vazgeçilecek veya Erdoğan’ın ‘Başkan Baba’ olmak niyetine ve hevesine uygun bir yanıt mı verilecek?”[3] sorusu tüm yakıcılığıyla gündemdeyken; ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Raşit Kaya, “Anayasa tartışmaları 50 yılı aşkın bir süredir Türkiye siyasal gündeminin önde gelen konusu… Kısacası Türkiye’de hep bir ‘anayasa sorunu’ oldu,”[4] diyor.

“Hep var olan anayasa sorunu”na ilişkin olarak da Prof. Dr. Ergun Özbudun, “Mevcut şartlar altında kuvvetler ayrılığına dayanan bir anayasa değişikliği şu anda mümkün değil”;[5] Cafer Karatepe, “Yani nesnel olarak da bu iktidardan demokratik bir anayasa beklemek boş bir hayaldir”;[6] Hakkı Taş, “Anayasalar devletin bahşettiği, tam da bu nedenle ‘gerek duyduğunda’ geri alabildiği haklar ve bu sistemi sürdüren bir yapı öngörmekten öteye gitmedi”;[7] İbrahim Ö. Kaboğlu, “… ‘Anayasa takiyyesi’ne hayır demek için bilgilenme, örgütlenme ve eyleme geçme, her zamankinden daha acil bir ‘sorumlu yurttaşlık’ görevidir,”[8] saptamalarıyla, üzerine yaygaralar kopartılan traji-komik “anayasa takiyyesi”nin ne olduğunu ortaya koyuyorlar.[9]

  1. AYRIM: ANAYASA NEDİR

Anayasa, Latince “constituere” fiilinden türetilmiş bir sözcüktür. “Con” ön ekinin başat anlamı, birlikte veya beraber olma; ‘Statuere’ fiili ise kurma, oluşturma, yerleştirme, dikme anlamlarını taşımaktadır. Bu yalın etimolojik bakışla bile anayasa, birden fazla aktörün birlikte kurma, oluşturma, yapma etkinliğine işaret eder.

Dolayısıyla, tek bir aktörün, bir siyasi partinin topluma anayasa dayatma hakkı olamaz. Anayasalar, ülkenin tüm sorunlarını çözen sihirli metinler olmamakla birlikte, toplumları için gerçek bir oydaşmanın kristalize olmuş hâllerini yansıtan toplumsal mimari projesidir.

Dolayısıyla gerçek anlamda bir toplum sözleşmesi niteliği taşıyabilecek bir anayasa için, öncelikle toplumun tüm kesimlerinin özgür iradelerini ortaya koyabileceği bir ortamın oluşturulması yaşamsal önem taşımaktayken; “Anayasaları ‘kurucu meclis’ler yapar!”[10]

Elbette her ekonomi-politik gerçeklik gibi, anayasa, devletin temel kuruluşunu, işleyişini, kişilerin hak ve özgürlüklerini düzenleyen ana kanun olarak, bir toplum sözleşmesi niteliği taşımaktadır. Anayasalar, varoluşsal olarak ideolojiktir; dolayısıyla “ideolojisiz anayasa” kavramı tıpkı “zorunlu seçmeli ders”, veya “anti-militarist ordu” söylemleri gibi (dil bilimcilerin ifadesiyle) bir tür oksimorondur. Yani sıfat, nitelediği ismi çürütür.

“Anayasa ideolojisiz olamaz; hiçbir yasa da ideolojisiz olamaz! Bunun nedeni, başta anayasa olmak üzere tüm hukuk sisteminin varolan üretim ilişkisinin bir üst-yapı ağı olmasıdır. Hâl böyle olunca, bir ülkede uygulanan ekonomik sistemin felsefesi tüm kurumlara ve oradan da temel yasa olan anayasaya ve bir bütün olarak tüm hukuk sistemine yansır. Bundan dolayı farklı üretim sistemleri farklı devlet sistemlerini ve böylece şekillenen hukuk sistemini ortaya çıkarmıştır. Kısacası, her üretim ilişkisi kendi devlet ve hukuk sistemini yaratır ve onun içinde gelişir.”[11]

Anayasaların ideolojisiz olması gerektiği yönündeki söylem, bizzat liberal ideolojinin tartışmalı bir okumasıyken; bu söyleminin kendisi ideolojik bir önermedir. Çünkü sosyal, felsefi, iktisadi vs. hedef ve ilkelerinin teknik normla ifadesi ya da görüntüsü olan anayasalar toplumsal uzlaşmanın hukuki çatısıdır. Böyle olunca devleti tam burada düzenleyici olarak işlevlendiren hukuki metinler olarak ortaya çıkan sözleşmedir…

Tarihinden de anlaşılacağı üzere anayasa denen belge özünde iki kısımdan oluşur: Birincisi temel hak ve özgürlüklerin çerçevesinin belirlenmesi (yani haklar), ikincisi ise, eski bir tabirle teşkilât-ı esasiye yani devletin temel teşkilât yapısına mündemiç yükümlülükler.

I.1) ANAYASA(LAR) TARİHİ

“Büyük Ferman” anlamına gelen Magna Carta, batı tarihinde ilk anayasal belge olarak kabul edilir.

Bu metin İngiltere Kralı I. John’un 1215’te imzaladığı bir fermandır. Bugün “anayasa” dendiğinde zihnimizde canlanan metinlerle ilişkisi sınırlıdır: İngiltere kralı ile baronların karşılıklı yükümlülüklerini ve haklarını saptayan bir metindir Magna Carta. Ancak kralın haklarını tanımlaması ve sınırlandırması nedeniyle, modern kamu hukukunun öncel metinlerinden kabul edilir. Magna Carta 1295’ten sonra birkaç kez değiştirilmiştir. 1297 versiyonu ise İngiltere’de hâlâ yürürlüktedir.

Fermanın, Papa III. Innocent, Kral John ve baronları arasında imzalanmış oluşuna bakıldığında, onun, özgürlükleri belirlemekten çok toplumda egemen güçler arasındaki dengeleri belirleyen bir işlevi olduğu anlaşılıyor.

Örneğin Magna Carta’daki, “Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, malı ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, kanun dışı ilan edilmeyecek, sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır” şeklindeki hüküm, günümüz hukuk sisteminin de temellerini oluşturdu. Magna Carta Libertatum, daha sonra Amerikan devrimlerinin de fikri ilham kaynağı oldu.

XIII. yüzyılda kralın yetkilerinin sınırlandırılması ile başlayan süreç, XVI. yüzyılda başlayan demokrasi (parlamentarizm) hareketleriyle devam ediyor ve yolun sonu daima anayasacılık anlayışına varıyor. XVI. ve XVII. yüzyılda monarşiler yıkılmaya başlarken, gelişen demokrasi hareketleri kralın yanında bir parlamentonun oluşması gerektiği fikrinde birleşiyor ve böylelikle Magna Carta ile kralın hegemonya alanını daraltan hareketler, artık kralın yanına bir “meclis” koymaya başlıyor ve “meşruti monarşi” dönemine geçiliyor.

İngiliz sömürgeciliğine karşı bir “bağımsızlık” ve “özgürlük” ruhuyla başladığı ifade edilen 1776 ve 1780 Amerikan devrimleri sonucunda ise insanlık tarihi modern anlamda ilk anayasa örneklerine şahit oldu. Amerikan devrimleri sonucunda 1780 yılında Massachusetts Anayasası oluştu. Ancak federal anlamda ilk ABD Anayasası, 1787 yılında imzalandı ve dünyanın en eski modern anayasası olarak tarihteki yerini aldı. Söz konusu anayasa, sert bir kuvvetler ayrılığını öngördü ve temel mantığı hâlâ ABD ve birçok Latin Amerikan ülkesinde geçerliğini sürdürdüğü gibi dünyanın pek çok yerindeki anayasacılık hareketlerine ilham kaynağı oldu.

Amerikan devrimlerinin ardından ve onlardan da esinlenilerek Fransa’da gerçekleşen 1789 Devrimi, Avrupa ve etkisine aldığı tüm coğrafyada modern anlamda anayasacılığın yayılmasına olanak sağladı.[12]

“Anayasa” sözcüğüne bugün yüklediğimiz anlam açısından bakacak olursak; Aydınlanma çağıyla ortaya çıkan temel bir kanun olduğunu teslim etmemiz gerekir. Ama kelime, İngilizce ve Fransızca’daki hâliyle (constitution) çok daha eskidir ve “bünye”, “yapı” gibi anlamlarının yanı sıra, siyasal bağlamda “düzen” veya “nizam” anlamında kullanılmıştır. Bir ülkeyi yöneten kanunların tümüne birden “constitution” deniyordu.[13]

XVIII. yüzyıl sonunda Amerikan ve Fransız devrimleri sonucu ortaya çıkan bu anayasaların en belirleyici özelliği; kamusal hakları bütün (erkek) bireylere yayarak vatandaş eşitliğini getirmiş olmalarıdır. Dolasıyla bu anayasaların ilk modern ulusların ya da ulus-devletlerin kurucuları da olduğu söylenebilir.

Kıta Avrupa’sında, Fransa’dan Danimarka’ya, Habsburg İmparatorluğu’ndan Alman ve İtalyan devletlerine kadar hemen her ülkeyi etkileyen 1848 devrimlerinin bir anlamda anayasa devrimleri olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ama 1848 devrimleri, birçok ülke de başarısız olurken, başarılı oldukları ülkelerde de farklı sonuçlar doğmuştur. Örneğin Danimarka’da anayasalı monarşiye geçilirken, Fransa’da cumhuriyete geçilmiştir.

I.1.1) OSMANLI DA ANAYASA

Osmanlı devletinde anayasacılık hareketleri, merkezi yönetimden önce Balkan eyaletlerindeki bağımsızlaşma sürecinde ortaya çıktı. Romanya’nın (Eflak ve Boğdan) 1832 ve 1864 tarihli, Sırbistan’ın 1838 ve 1869 tarihli anayasal belgeleri ve anayasaları Osmanlı devleti tarafından onaylandı.

Ayrıca 1856 Islahat Fermanı gereği olarak Osmanlı cemaatlerinin kendi iç yönetimlerini düzenlemek için hazırladıkları “nizamnameler” de, ilgili cemaatler bakımından anayasal nitelikte belgelerdi.

Burada konuya ilişkin olarak bir parantez açıp, Selçuk Erez’den aktaralım:

“Tanzimat Fermanı nedir? 1839’da Sultan Abdülmecid tarafından hazırlanan, Mustafa Reşid Paşa tarafından okunan ve azınlıkların, can ve mal güvenliğinin sağlanacağını, herkesten gelirine göre vergi alınacağını vb. açıklayan fermandı.

Islahat Fermanı, yine Sultan Abdülmecid zamanında 1856’da yayımlanan, Mehmet Ali Paşa tarafından okunan ve siyasi kuruluşlar, azınlık hakları vb. konularında yapılması tasarlanan değişiklikleri açıklayan padişah fermanıydı.

Sultan Abdülaziz Fermanı? 1860’da padişah tarafından sadrazama hitaben yazılmış, “Halkımın huzur ve mutluluğu en büyük emelimdir. Onların canları, malları, namusları, kanunlarımızla korunacaktır…” gibi sözler içeren bir fermandı.

Hatt-ı Hümayun, yani fermanlar nedir? Padişah’ın yayımladığı buyruklardır… Batıda genellikle “Charter” olarak anılır. Anayasa’dan farkları nedir? Anayasalar, padişah buyruğu olmayıp halkı temsil eden bir meclis tarafından hazırlanırlar ve bu nitelikli bir mecliste ya da bir halkoylamasında kabul edilirler.

Söz konusu kıstaslara göre, II. Abdülhamid tarafından atanan bir kurulca hazırlanmış olan 1876 tarihli Kanun-u Esasi, hukuki biçimi açısından bir anayasa değil, bir fermandı.”[14]

Bu kapsamda Osmanlı merkezi yönetimi bakımından XIX. yüzyılda ortaya çıkan Sened-i İttifak (1808), Gülhane Hatt-ı Hümayunu (1839) ve Islahat Fermanı gibi belgeler, kısmen de olsa iktidarı sınırlayan ve özgürlükleri güvence altına alan belge niteliğinde görülmüştür.

1876’da devletin kurtuluşunu batılı siyasal kurumların benimsenmesinde bulan bir kesimin gayretleriyle ortaya çıkan Kanun-i Esasi, toplumsal gelişmenin ancak anayasalı ve parlamentolu bir rejimle mümkün olabileceği fikriyle savunulmuştu.

Mithat Paşa, Kanun-i Esasi’nin mimarı olarak bilinmekle birlikte, bu metnin ortaya çıkışını tek kişinin çabası olarak görmek doğru değildir. Osmanlı’larda özgürlük ve meşrutiyet düşünceleriyle yetişen Tanzimat Dönemi kuşağı içinde, yönetici seçkinler ve aydınlardan oluşan bir muhalefet hareketi ortaya çıkmıştı. Bu hareket Abdülaziz’in tahttan indirilmesi ve sonrasında Abdülhamid ile pazarlık yapılması gibi baskıcı yöntemleri de kullanarak Meşrutiyet’in ilanında etkili oldu. Meşrutiyet hazırlıklarının Mithat Paşa’ya mal edilmesini istemeyen ve onun hazırladığı metni beğenmeyen padişah, anayasa taslağını hazırlamak üzere Cemiyet-i Mahsusa adlı bir komisyon kurdu. 28 üyeli bu komisyonun 16’sı sivil bürokrat, 2’si asker ve 10’u ulemadandır. Ayrıca bu komisyon üyelerinin üçü Hıristiyan’dı!

Cemiyet-i Mahsusa isimli komisyon, Mithat Paşa’nın hazırlamış olduğu Kanun-u Cedid isimli anayasa taslağını, padişahın isteği üzerine Sait Paşa’nın çevirdiği 1814, 1830 ve 1875 tarihli Fransız anayasalarını, ayrıca Belçika, Polonya ve Prusya anayasalarını dikkate alarak bir tasarı hazırladı. Daha çok Belçika Anayasası’nın izlerini taşıyan bu tasarı, Mithat Paşa’nın başkanlığındaki Heyet-i Vükela’dan geçerek 23 Aralık 1876’da padişah tarafından kabul ve ilan edildi.

Metnin hazırlanması aşamasında temel tartışma konusu, padişahın ve parlamentonun yetkilerinin ne olacağıydı. Mithat Paşa, Ziya Paşa ve Namık Kemal gibi isimlerden oluşan liberal kanat, parlamentonun yetkilerini, Mütercim Rüştü Paşa, tarihçi Cevdet Paşa gibi isimlerden oluşan tutucu kanat ise padişahın yetkilerini arttırma mücadelesi vermiştir. Mücadelede tutucu kanadın kazançlı çıktığı açıktır; Anayasa, padişahı sorumsuz ve mukaddes ilan ederken, parlamentoya hükümeti denetleme yetkisi vermemiş, yasama yetkisini ise ancak padişahın ön izni ve onayına tabi olmak kaydıyla vermiştir. Bu durum, ilk Osmanlı Parlamentosu’nun batı örneklerinde olduğu gibi hükümdarın iradesini sınırlayan bir organ olarak değil, Osmanlı-İslâm geleneği çerçevesinde bir meşveret organı biçiminde tasarlandığını gösteriyor.

1909 Anayasa değişiklikleri ile parlamentonun yetkileri artırılacak ve rejim gerçek bir meşruti monarşi niteliği kazanacaktır.

1876 Kanun-u Esasi’si, 1909 ve 1918 arasında altı kez değişikliğe uğramıştır. Bunların en önemlisi, fiili olarak Şubat 1909’dan itibaren uygulanan ama ancak Ağustos ayında resmileşen ilk değişikliğidir. Hatta bir madde kaldırılmış, yirmi bir madde değiştirilmiş ve üç madde eklenmiş olduğundan, neredeyse bir “1909 Anayasası”ndan bile söz edilebilir. Bu değişiklikleri, Osmanlı devletinde ilk kez parlamentarizme geçiş olarak değerlendirebiliriz.

Toparlayarak özetlersek: 1876 Anayasa’sı ile Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi yönetimi yarı meşruti bir yapıya geçti. Bu yapı içinde çift meclisli bir Meclis-i Umumi’de, daha çok yetkilere sahip ve Padişah tarafından seçilen kişilerden oluşan bir Heyet-i Ayan ve Padişah, Meclis-i Vükela, Şûra-yı Devlet tarafından kuşatılmış halkın seçtiği tek temsilî ve demokratik organ olan Heyet-i Mebusan bulunmaktaydı. Kuşkusuz bu gelişimi İngiliz klasik parlamentarizminin gelişme sürecini ve bu gelişimin sınıfsal tabanlarını gözönüne alarak değerlendirmek doğru olmaz. 1876 Anayasa’sının getirdiği sistemde, monarkın yetkilerinin bir meclisle sınırlanması, yeterli olmamakla birlikte önemli bir gelişmeydi.

Osmanlı İmparatorluğu’nda monarşinin meşruti bir nitelik kazanması, II. Meşrutiyet’le birlikte gelen 1909 Anayasa değişiklikleri ile sağlandı. Bu değişiklikle, ilk kez, yasama ve yürütme organları padişahtan koparak demokratik organlar durumuna geldiler. Heyet-i Mebusan’ın yetkileri artırılarak güçlendirildi. Temsilî niteliği ve yetkileri olan bir meclise karşı sorumlu bir bakanlar kurulu konuldu ve bakanlar kurulu bakımından güvenoyu mekanizması işlemeye başladı. Ayrıca yürütmenin silahı olan “meclisi fesih” yetkisi, padişahın tek başına kullanacağı bir yetki olmaktan çıkarılarak belli koşullara bağlandı. Böylece monarkın yetkileri azaltılarak gerçek bir meşruti monarşiye geçildi. Yasama- yürütme arasında yumuşak bir ayrılık öngörüldü ve düşürme- fesih dengesine dayalı klasik parlamentarizme adım atılmış oldu. Ancak bu çabaların geniş bir halk kitlesine dayanmaması ve İttihat ve Terakki’nin tek parti durumuna gelip ordunun da desteği ile baskı, terör yöntemleri ile muhalefeti sindirmesi, parlamenter sistemin başarısız olmasına neden oldu.

1921 Anayasası ise tamamen ulusal Kurtuluş Savaşı’na özgü nevi şahsına münhasır bir model getirdi. 1876 Anayasası’nın geçerli olan hükümleriyle birlikte çift anayasalı bir dönem yaşandı. Bu dönemde tüm yetki mecliste toplanılarak yasama erki mutlaklaştırıldı. 1924 Anayasası ile getirilen modelle ise meclis hükümeti sistemi ile parlamenter sistem arasında karma bir sisteme gidildi.

I.1.2) TEŞKİLÂT-I ESASİYE KANUNU

1921’deki Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun anayasa olup olmadığı tartışmalı bir konudur. Geniş bir yorumla, yeni kurulan bir devletin (Türkiye Devleti) anayasası olarak görülebileceği gibi olağanüstü koşullarda, olağanüstü bir meclis olarak kurulan Büyük Millet Meclisi’ne özgü, geçici bir kanun olarak da görülebilir. Nitekim, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun hiçbir maddesi, devletin adı ne olursa olsun, anayasalı monarşiyi dışlayan bir düzene gönderme yapmaz. Ayrıca, o sıralarda geçerli olan 1876 Anayasası’nın yerine geçmez.

Teşkilât-ı Esasiye Kanunu, büyük ölçüde Mustafa Kemal’in eseridir. Ancak TBMM’de İcra Vekilleri Heyeti adına sunulmuş ve Meclis tarafından “Encümen-i Mahsus” adlı bir komisyona havale edilmiştir. Son biçimiyle 18 Kasım 1920’de görüşülmeye başlanan kanun, salt çoğunluk sistemiyle oylanarak kabul edilmiştir.

1924 anayasası, ikinci meclis tarafından yapılmıştır. Söz konusu meclis yasama meclisi olduğundan, Teşkilât-ı Esasiye komisyonunca hazırlanan maddelerin mecliste tek tek tartışılıp oylanması yoluyla yapılmıştır. Maddeler, oturuma katılanların üçte iki çoğunluğuyla kabul edilmiştir. Çalışmalara 9 Mart’ta başlanmış, anayasa 20 Nisan’da kabul edilmiştir. Teşkilât-ı Esasiye komisyonu, Mustafa Kemal’e yakın kişilerin çoğunlukta olduğu bir kuruldu. Bu yüzden, hazırladığı maddeler cumhurbaşkanına önemli yetkeler tanıyordu. Başkomutanlık, geciktirici veto ve meclisi feshedebilme gibi yetkelerin hiçbiri mecliste üçte iki çoğunluğu sağlayamadı.

Ancak söz konusu komisyon hazırladığı “18 yaşını bitirmiş her Türk seçmendir” cümlesiyle kadınları da seçmen yapmak istemiş ama madde bu biçimiyle üçte iki çoğunluğu sağlayamamıştır.

“Devletin dini İslâm’dır” ibaresi, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’ndan 10 Nisan 1928’de çıkarıldı. Laiklik ilkesi ise Cumhuriyet Halk Partisinin temel ilkeleri olan altı ok’un diğer maddeleri ile birlikte 5 Şubat 1937’de Anayasa’ya girdi.

Türkiye’de kurucu meclis ve referandum kurumları ilk kez 1961 Anayasası’nın yapım sürecinde kullanıldı. Referanduma sunulan metnin kabul edilmemesi durumunda genel seçimlere gidileceği ve oluşacak yeni meclisin Anayasa’yı yapacağı esası kabul edilmişti.[15]

I.1.3) 1961’DEN 12 EYLÜL 1982’YE

1961 Anayasası, 1924 Anayasası’nda bulunmayan üç yeni ilkeyi cumhuriyetin nitelikleri arasında saydı. Bunlar “sosyal devlet”, “hukuk devleti” ve “insan haklarına dayanan devlet” ilkeleridir. Bir bütün olarak değerlendirildiğinde, 1961 Anayasası’nın yeni bir demokrasi anlayışını esas aldığı görülür. 1961 Anayasası’nda milli iradenin temsil edildiği TBMM ve onun desteğine sahip hükümet, ülke yönetiminde tek söz sahibi değildir. Tarafsız bir cumhurbaşkanı, yasaların anayasaya uygunluk denetimini yapan bir anayasa mahkemesi, hükümetin ve idarenin işlem ve eylemlerinin yasalara uygunluğunu denetleyen Danıştay, hükümetten bağımsız meslek kuruluşları, uzman kuruluşlar, idari ve bilimsel açıdan özerk üniversite gibi çok sayıda kamu otoritesi ülke yönetiminde söz sahibi oldu! Dernekler ve sendikalar gibi her türden hükümet dışı örgütler iktidarları etkileme olanağına kavuştu. Bu yapı, çoğunlukçu demokrasi modelinden çoğulcu demokrasi modeline geçildiğini gösteriyordu.

1961 Anayasası ile getirilen sistemde artık güçler ayrılığı belirgin bir biçimde ortaya çıktı. Yasama yetkisi meclis ve senatodan oluşan TBMM’ye verildi. Bu yetkinin devredilemeyeceği açıkça belirtildi. Anayasa’da yürütmeden “görev” olarak söz edildi. Bu sınırlamada meclis hükümeti sistemi ile oluşan geleneğin etkisi vardı. 1961 Anayasasının getirdiği sistem, yasamaya belli bir üstünlük tanıyan parlamenter sistemdi.

1982 Anayasası ise 1961 Anayasası’nın çizgisini tashih ederek yürütmeyi güçlendirme yoluna gidecekti. 1961 Anayasası’nda yürütme sadece bir “görev” iken, 1982 Anayasası ile aynı zamanda bir “yetki” oldu.[16]

1982 Anayasası, 1961 Anayasası’nın getirdiği çoğulcu demokrasi modelini açıkça reddetmez ancak getirdiği düzenlemelerle pek çok alanda otoriter uygulamalara kapı aralar. Devlet yetkilerini büyük ölçüde cumhurbaşkanı ile hükümette toplar! Yasama ve yürütme organlarının faaliyetlerinin yargı tarafından denetimini güçleştirir.

Merkeziyetçi yapıyı güçlendirir. Bireyin özgürlüklerini değil, devletin özgürlükleri sınırlandırma yetkisini güvence altına alır. Kitlelerin depolitizasyonunu sağlamaya yönelik geniş siyaset yasakları getirir. Gelenekçiliği ve tutucu milliyetçiliği güçlendirir. Anayasa’nın hazırlandığı 12 Eylül rejimi döneminde, silahlı kuvvetlerin siyaset üzerindeki vesayetini eskiye oranla çok daha güçlendiren hukuki ve fiili düzenlemeler gerçekleştirilmiştir.

1982 Anayasası yaklaşık otuz yıl boyunca çok ciddi bir değişime tabi tutulmadan yürürlükte kalmıştır. Özellikle baskıcı ve demokrasi alanlarını tıkayan, bunun yanında toplumun tüm yaşam alanlarını politik olgunluktan soyutlayan bu anayasa; 2010 yılında yine bir 12 Eylül’de referandumla kısmi değişimlere uğradı. Elbette ortaya çıkan sonuç; diğerlerinden farklı değildi. Yine Devlet’in ve elit kesimlerin çıkarları, toplumun önüne konuldu. Hatta askeri vesayet olarak 1982 Anayasası’na rengini veren ritüel, gerçekleşen bu referandumla Anayasa’ya siyasi vesayetin rengini aşıladı. Referandumun yapıldığı tarihlerde toplumun birçok kesiminin, özellikle liberal kesimlerin “yetmez ama evet” nidalarıyla yaklaştığı bu sürecin sonucunda tüm kesimler hüsrana uğramıştır.

I.2) “YENİ ANAYASA”YI TARTIŞ-MA(K MIŞ)!

İlhan Cihaner’in, “AKP elitleri ile anayasa yapmaya, hatta anayasa tartışmasına girişmek tüm suç ve günahlarını temize çekmeye hizmet eder. Faşizmin yerleşmesine hizmet eder,”[17] notunu düştüğü “yeni anayasa” tartışmaları; nihai kertede bir aldatmacadır; bunun ötesinde bir anlam da ifade etmemektedir.

2013 yılında kaleme alınan Fuat Keyman’ın, “Yaklaşık bir yıl önce, “Yeni Anayasa süreci bitiyor ve bizler aldatıldık” başlıklı bir yazı yazmıştım. Yazım üzerine, Anayasa Yapım Komisyonu üyeleri dahil, milletvekillerinden ve Cemil Çiçek’ten olumlu yanıt almıştım,”[18] feryadı tespitimizi doğrulamaz mı?

Bu noktada siz bakmayın, “Türkiye toplumu seçmiş olduğu Meclis’ten ‘garantili’, ‘riskleri azaltan’ ve ‘güven veren’ bir anayasa bekliyor,”[19] hezeyanlarına; “yeni” denilen anayasa konusunda İzzettin Önder’in altını çizdiği gibi, “Tabii ki bir anayasa yapabilir, ama her eser yapımcısının karakteri üzerinde yükseliyorsa, bu ortamda yapılacak anayasa demokratik bir anayasa olmaz, kesinlikle olamaz. Eğer siyasi ortam demokratik değilse, var olan anayasa dahi bu ortama geniş geldiğinden dolayı uygulanamıyorsa, o zaman tasarlanan anayasanın niteliği bizi ürkütmez mi!”[20]

Güven Gürkan Öztan’ın, “Sermaye-iktidar kol kola yeni anayasaya”[21] betimlemesini hak eden girişim; yani dönemin TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in “Toplumun bütün kesimlerince benimsenecek daha katılımcı, şeffaf ve demokratik” yeni anayasa “temennisi” de lafta kaldı.

Çiçek’in başkanlığını yaptığı TBMM Uzlaşma Komisyonu, “kurumların sıkıntıya düşmemesi, toplumda kutuplaşmaya ve kamplaşmaya yol açmaması” gerekçesiyle, siyasi partiler, sivil toplum ve meslek örgütleri ile üniversitelerin yeni anayasa konusundaki önerileri ile ilgili gizlilik kararı alarak, TBMM’nin web sitesinden kaldırılmasını kararlaştırdı.[22]

 

ANAYASA YAPIMINDA ÖRNEKLER[23][24]
GÜNEY AFRİKA 1997’de Güney Afrika Anayasası’nın hazırlanma sürecinde, halkın anayasanın içeriğine dair görüşlerini alabilmek amacıyla bir dizi yöntem uygulandı. Anayasanın halk açısından çok önemli bir fırsat olduğunu bildiren çarpıcı sloganlarla reklam kampanyası başlatıldı. Çalışmaları hakkında halkın birinci elden bilgi edinmesi için, Kurucu Meclis üyelerinin katıldığı sempozyumlar düzenlendi. Yerel yönetimler ve sivil toplum örgütleri seferber edilerek atölye çalışmaları yapıldı. Özellikle kırsal kesime yönelik ‘anayasal eğitim programı’ geliştirildi. Vatandaşlardan 2 milyona yakın dilekçe toplandı, bunlardan yaklaşık 10 bin öneri dikkate alındı. Halkın süreçten haberdar olması için haftalık bir resmi bülten çıkarıldı. Radyo ve televizyon programlarına katılan Kurucu Meclis üyeleriyle sorulu-cevaplı tartışmalar yapıldı. Vatandaşlar için anayasa telefon hattı ve bir web sitesi oluşturuldu.
İZLANDA İzlanda anayasasının hazırlanış süreci de katılımcı demokrasinin önemli bir örneğidir. İzlanda halkı 1944’ten kalan anayasalarını neredeyse hep beraber değiştirebilme şansına sahip oldu. 522 gönüllü aday arasında yapılan seçimle Anayasa Komisyonu’nu oluşturacak 25 kişi seçildi. Komisyonun görevi, daha önceden adanın farklı bölgelerinden rastgele seçilmiş, 18 yaşından büyük 950 kişinin talep ve ihtiyaçları temel alınarak hazırlanan 700 sayfalık araştırmayı değerlendirmek, yasa formuna sokmak ve geniş katılımlı olarak yurttaşların yorumuna açmaktı. Anayasa yapım sürecinde internet ve sosyal medya önemli bir rol oynadı. Komisyon Facebook, Twitter, Youtube ve diğer sosyal paylaşım siteleri üzerinden yeni anayasayı halkın yorumuna açtı ve maddeler eleştirilere göre yeniden şekillendi. Parlamentoda taslak üzerinde yapılacak çalışmalardan sonra, halkın içeriğini hazırladığı metin referanduma sunuldu. İzlanda halkı anayasasının maddelerinin oluşturulmasından, onayına kadar her sürece katıldı.

Yani Egelilerin ifadesiyle “Kuru kıpırtı”dan, yani nafile çabadan başka bir anlam taşımadı.

I.2.1) “YENİ” ANAYASA = MADE BY ERDOĞAN

Erdoğan hergün “yeni anayasa” (pardon başkanlık sistemini de) temcit pilavı gibi önümüze sürse de; başbakanlığı döneminde, partilerin 2013’ün Mart ayı sonuna kadar yeni anayasada uzlaşmamaları hâlinde kendi taslaklarını Meclis’in ve milletin önüne koyacaklarını söylese de;[25] bunu yap(a)mamıştı!

Binbir çeşit başkanlık modelinden (yanlışlarla, çarpıtmalarla dolu) kokteyl (aşure mi deseydik?) Erdoğan söylemi için “… ‘Sivil anayasa’dan ‘yerli ve milli anayasa’ya geçiş, on yıllık evrime mi işaret eder?”[26] diye soran İbrahim Ö. Kaboğlu’nun altını çizdiği gibi, “Kurulmak istenen müstakbel rejimin ‘Türk tipi’ değil, kişiye özgü olacağı’ ne denli doğru bir saptama ise, Anayasa’nın etkililiği için ‘Türk tipi’ düzenlemeler yapma gereği de o denli gerçekçi”dir![27]

İSLÂM ÜLKELERİNDE ANAYASAL ÖRNEKLER[28]
Lübnan anayasası dışında bütün Arap ülkelerinin anayasaları İslâm’a gönderme yapar ya da İslâm şeriatı bizzat anayasadır. Maşrık (Ortadoğu) ülkelerinde “İslâm hukuku (şeriatı) pozitif hukukun kaynağı”dır.
Magrep (Kuzey Afrika) ülkelerinde İslâm devlet dinidir ama İslâm hukuku ile devletin hukuku arasında belirgin bir örtüşme zorunluluğu yoktur. Ama hepsinin anayasasında İslâm dini yer alır: 1- İslâm hukuku yasal düzene tam anlamıyla egemendir; 2- İslâm hukuku, pozitif hukuka esin kaynağıdır; 3- İslâm hukuku ile pozitif hukuk arasında belirgin bir ilişki yoktur.
1959 tarihli Tunus Anayasası madde 1: Tunus özgür, bağımsız ve egemen bir devlettir; dini İslâm, dili Arapça ve rejimi cumhuriyettir.
Cezayir Anayasası madde 2: İslâm devletin dinidir.
Fas Krallığı Anayasası giriş bölümü, Fas Krallığı’nın bir İslâm devleti olduğunu yazar.
Libya’da 1969 anayasasına göre İslâm devlet dinidir. 1977 anayasasında ise Kur’an’ın cemahiriye halkının yasası olduğunu yazar.
Mısır Anayasası madde 2: Devletin dini İslâm, resmi dili Arapçadır; İslâm şeriatının ilkeleri yasamanın temel kaynağını oluşturur.
Suriye Anayasası madde 3: 1) Cumhurbaşkanının dini İslâm dini olmalıdır, 2) İslâm hukuku yasamanın temel kaynağıdır.
Ürdün Krallığı Anayasası madde 2: İslâm devlet dinidir ve resmi dil Arapçadır.
Suudi Arabistan Krallığı Temel Yasası madde 2: Suudi Arap Krallığı egemen bir İslâm devletidir; dini İslâm’dır; Kur’an ve Peygamber sünneti anayasadır.
Yemen Anayasası madde 2: İslâm devletin dinidir.
Kuveyt Anayasası madde 2: İslâm devletin dinidir.
Bahreyn Anayasası madde 2: İslâm devletin dinidir.
Katar 2003 anayasası madde 1: İslâm Katar’ın dinidir.
Birleşik Arap Emirlikleri Anayasası madde 7: İslâm, Birliğin resmi dinidir.
Irak Anayasası (madde 2) İslâm, demokrasi ve insan hakları arasında bir bağlantı kurmaya çalışır: 1) İslâm’ın ilkelerine; 2) Demokrasinin ilkelerine; 3) Anayasanın öngördüğü temel hak ve özgürlüklere aykırı yasa çıkarılamaz.

Edward Gibbon’un, “Yasama erki yürütme erki tarafından atanırsa, özgür bir anayasanın ilkeleri bir daha geri alınamaz biçimde yitirilir,” vurgusu eşliğinde bir şey daha: “Anayasa Mahkemesi’nin verdiği hak ihlâli kararına, saygı duymadığını ve uymayacağını söyleyen Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, bununla da yetinmeyip daha ileri giderek şunları da sözlerine ekledi: ‘Aslında onlarla ilgili kararı veren mahkeme kararında direnebilirdi. Eğer direnmiş olsaydı AYM kararı boşa çıkacaktı…’

Söz konusu karara Cumhurbaşkanı’nın uyup uymamasının kıymeti harbiyesi yok. Çünkü AYM verdiği ihlâli tespit kararıyla, Cumhurbaşkanı’na bir yükümlülük yüklemiyor. Yalnızca, ihlâli yapan yargı merciine bu ihlâli giderme yükümlülüğünü getiriyor ki, o da bunun gereğini, tahliye kararı vererek, yerine getirmişti…

Peki, acaba Erdoğan’ın, AYM’nin kararlarına uyması gerekenleri uymamaya teşvik yetkisi var mıdır? Cumhurbaşkanı’nın görev ve yetkileri ile ilgili olan anayasanın 104. maddesi şöyle der: ‘Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk Milleti’nin birliğini temsil eder. Anayasanın Uygulanmasını, Devletin organlarının düzenli çalışmasını gözetir.’

Demek ki Erdoğan 153. maddeye göre, AYM kararlarına uyulmasını gözetmek durumundadır, uyulmamasını tavsiye etmek durumunda değil… Yasalara ve anayasaya bakmayın! Oralarda, anayasaya uymama ve başkalarını da böyle bir eyleme teşvik etme yetkisi veren bir hüküm yok. Tam tersine 104. madde ona anayasaya uyulmasını gözetme görevini vermiştir.

‘Hiçbir kimse veya organ kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisini kullanamaz’ diyen ve egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğunu söyleyen anayasanın 6. maddesine göre, Erdoğan bu davranışıyla milletin egemenlik hakkını gasp etmektedir. Erdoğan’ı anayasaya uydurmak mümkün olmadığına göre, bu durumu gidermenin tek yolu, anayasal bir düzenleme ile onun iradesini anayasa yerine ikame etmektir.

Böylelikle Tayyip’e ‘Yasa da anayasa da milli irade de benim!’ demek imkânı sağlanmış, keyfiliğe de ileri demokrasi demenin yolu açılmış olur. Meclis’te hazırlatılmak istenen yeni anayasanın hikmeti vücudu da budur,”[29] diyor Ali Sirmen, haklı olarak…

I.2.2) AKP VE CHP SÖYLEMİ

AKP’nin “yeni anayasa” yaygaraları, nihai kertede, başkanlık sistemi dayatmasının başka bir anlam ifade etmemektedir.

Ahmet Altan’ın, “AKP, yeni anayasa sözü vermekten vazgeçmeyen ama yeni anayasayı da bir türlü hazırlayamayan bir parti”[30] diye tanımladığı Erdoğan’lı “AKP, ısrarla yeni anayasa konusunu başkanlık ya da partili cumhurbaşkanlığı meselelerine indirmek isteyerek menfur bir sürecin içine girmiştir,”[31] notunu düşen Eser Karakaş önemli bir gerçeğin altını çizerler…

İş bu nedenle de, “Mevcut AKP siyasetini ‘anayasasızlaştırma’ gibi yeni bir kavramla izah etmek ve yeni anayasadan vazgeçtik, 1982 anayasasını daha beter bir hâle getirmeyin, uyun, saygı duyun yeter!”[32] denecek noktaya gelinmiştir!

Gerçekten de “Yasama, yargı, yürütme, hepsi biziz”[33] diyen AKP patentli söyleminin “Özgürlükçü Anayasa vaadiyle çalışmalarına başlayan Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda, iktidar partisinin 1982 Anayasası’nın gerisine düşen maddelerin de yer aldığı teklifleri tartışma yarattı. AKP’nin teklifi kabul edilirse, polisin trafikte çevirdiği çiftlere bile evlilik cüzdanı sorabilecek”[34] nitelikler içermektedir…

Ayrıca AKP iktidarının “Dindar nesil yetiştirmek” gayretleri de, “Özgürlükçü Anayasa” istikametinde bir anayasa hazırlığı olduğuna inanmayı imkânsız kılıyor.

Dini eğitim teşvik ediliyor. Bir zamanlar İmam Hatipler aleyhindeki girişimler, tersine döndü. Bu defa da bütün düz liseler İmam Hatipleştirildi. Liseye geçiş sınavında yeterli puanı tutturamayan öğrenci, Anadolu Lisesi’ne, Fen Lisesi’ne, Sosyal Bilimler Lisesi’ne giremeyince, tek seçeneği İmam Hatip kalıyor. Dış politika bile “Sünnî kardeşlik” esasına göre şekilleniyor. Zaman zaman Başkanlık sistemi ile Halifelik mukayesesi yapılıyor.

Kaldı ki, AKP eski İstanbul İl Başkanı, şimdi İstanbul milletvekili Aziz Babuşçu’nun 2013’te sarf ettiği sözler var:

“10 yıllık iktidar dönemimizde bizimle şu ya da bu şekilde paydaş olanlar, gelecek 10 yılda bizimle paydaş olmayacaklar. Geçtiğimiz 10 yıl içinde, bir tasfiye süreci ve bir tanımlama özgürlük, hukuk, adalet söylemi etrafında yaptıklarımıza paydaşlar vardı. Onlar, şu ya da bu şekilde, her ne kadar bizi hazmedemeseler de, -mesela liberal kesimler- bizimle paydaş oldular. Ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak. Dolayısıyla o paydaşlar bizimle beraber olmayacaklar. Çünkü inşa edilecek Türkiye ve ihya edilecek gelecek onların kabulleneceği bir gelecek ve bir dönem olmayacak.”

Tayyip Erdoğan da, Refah Partisi İl Başkanlığı döneminde “Demokrasi bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz” demişti.[35]

Nasıl unutulabilir?!

Ya CHP mi? “Yeni anayasa” konusundaki CHP söylemiyse, 12 Eylül’ün darbe anayasasının “ilk dört maddenin değiştirilemeyeceği ve parlamenter demokrasiyi esas alan” noktaya çakılıp kalmıştır.[36]

Kemal Kılıçdaroğlu, dönemin Başbakan Davutoğlu’na “Anayasa’nın ilk dört maddesinin nesini değiştireceksiniz? Çıkın şunu millete anlatın,” diye seslenirken;[37] TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın anayasa uzlaşma komisyonu davet mektubuna verdiği yanıtta da, “Tercihini başkanlık olarak ortaya koyan AKP ile yürütülecek bir çalışmanın sonuç getirmeyeceği açıktır. Patronlu başkanlık rejimine kapı açan bir çalışmanın parçası olmamız düşünülemez,”[38] diye eklemektedir.

Yani CHP’nin “yeni bir anayasa” konusunda görüşü yoktur.

I.2.3) HDP’NİN (MUHTELİF) SÖYLEM(LER)İ

Anayasa konusunda en faal parti HDP’nin, konuya ilişkin tavrı, çeşitli konjonktürlerde farklılık arz etmiştir.

HDP Eş Genel başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ tarafından TBMM Başkanlığı’na gönderilen mektupta, yeni anayasa çalışmalarının, CHP’siz olamayacağı belirtip, “Anayasa çalışmaları hiç bir vesayet altına alınmadan Meclis’te grubu bulunan dört siyasi partinin de katılımıyla devam etmelidir. Partimiz, Türkiye’nin çoğulcu, demokratik yeni Anayasaya olan ihtiyacının farkında olarak hareket edilmesinin gereğine inanmaktadır,” denilmesi yanında;[39] Figen Yüksekdağ, 19 Kasım 2015 tarihinde İstanbul’daki bir toplantıda yabancı gazetecilerin ‘Başkanlık sistemini içeren ve yerel yönetimlere daha fazla güç getiren yeni anayasa reformunu destekleyecek misiniz” sorusunu “Belki” diye yanıtlamıştı.[40]

Figen Yüksekdağ ile Demirtaş, 1 Kasım seçim sonuçlarını değerlendirirlerken; “Parlamentoda ilkelerimize yakın gördüğümüz uygun politikalarla yapıcı bir muhalefet sergileyeceğiz. Yeni anayasa, özgürlükçü, sivil bir demokratik reform ve barış çözüm konusunda ilkeli duruşumuzu sürdüreceğiz,”[41] demeleri yanında; HDP İmralı Heyeti üyesi Ankara Milletvekili Sırrı Süreyya Önder de, dönemin başbakanı Davutoğlu’nun yeni anayasa için HDP’yi ziyaret etmeden önce çatışmaları durdurması gerektiğini vurgusuyla, “Yoksa kaçak çayını içer gider,” demişti.[42]

Veya HDP’nin Anayasa Komisyonu Üyesi ve Mardin Milletvekili Prof. Dr. Mithat Sancar, “Anayasa yapma sürecinin de asli öznesi ve aktörü toplumdur. Eğer gerçekten çoğulcu demokratik bir düzende barış içinde bir arada yaşamak istiyorsak, anayasayı da buna hizmet eden bir toplumsal sözleşme olarak görmek zorundayız.O zaman da, anayasa yapım sürecine toplumun en geniş ve etkili bir şekilde katılımını sağlamamız gerekiyor,”[43] vurgusunun altını çizerken; Demirtaş da, “Gelin, anayasa yapalım, diyorlar. Eğer karşımızdaki zihniyet bu şekilde bir anlayış olmasa biz bundan mutluluk duyardık. Darbe anayasasından kurtulmak bizim ideallerimiz arasındadır. Fakat böyle bir devlet ‘gelin anayasa yapalım’ dediğinde bin defa düşünmek zorundayız. Bunlar nasıl bir anayasa, nasıl bir özgürlük, nasıl bir demokrasi anlayışıyla anayasası yapacaklar,”[44] diye ekliyordu.

Ya da HDP Sözcüsü Ayhan Bilgen, yeni anayasa çalışmaları kapsamında başkanlık sistemi dahil tüm modellerin tartışılabileceğini söylerken;[45] yine Demirtaş, başkanlık adı altında farklı sistemlere evet demeyeceklerini vurgulayarak, “Şimdi tartışmaya hazırlarsa diğer partiler de buna açıksa biz, yeni ve özgürlükçü bir Anayasa’yı bütünlüklü olarak tartışmaya hazırız,”[46] vurgusuyla, “Demokratik bir tartışma zemininin olmadığı yerde yeni anayasa da olmaz. Gerçek, sahici, demokratik bir anayasa tartışmasına ihtiyacı var Türkiye’nin. Demokratik katılımcılığın önünün açılması gerekiyor. Biz teklif ediyoruz buyrun. Eğer yasalar çıkarılacaksa, kararnameler çıkarılacaksa oturalım anlaşalım, sivil toplum örgütlerinin katılabileceği, bütün parlamento içindeki partiler değil sadece dışındaki partilerin katılabileceği, halkın katılabileceği bir demokratik anayasa tartışma sürecini koruma altına alacak yasalar çıkaralım meclisten. Senin bilmem kaç milletvekili elde ettiğin çoğunluğa dayanarak anayasayı kafana göre oluşturma, ondan sonra referanduma götürme çoğunluğunu elde etme yoluyla çıkarılacak bir anayasanın demokratik olduğunu nasıl iddia edecekler,”[47] diyordu.

Söz konusu gelgitlerin ardında “barış süreci”, “diyalog” gibi yanılgılar yatarken; Okan Müderrisoğlu da, “Anayasa sürecinde HDP’nin ıslahı”ndan söz ediyordu![48]

Tüm bunların yanında görülmesi geren bir diğer nokta da, Kürt ulusal hareketinin anayasa ile demokratik özerklik/ özyönetimi aynı düzlemde ele almasıdır.

Dönemin BDP milletvekili Emine Ayna’nın, ‘Demokratik Özerklik’in tartışılma ihtimali olmadığını, Kürtler’in “Artık senden talep etmiyorum. Ben yapıyorum. Sana düşen; beni tanımaktır”;[49] dönemin BDP Grup Başkanı Selahattin Demirtaş’ın, “Özerklikten dönüş yok… Hakkâri’ye Türk bayrağı özerklikle olur”;[50] dönemin BDP milletvekili Bengi Yıldız’ın, “Bu Mustafa Kemal’in ‘İsmet, yarın sabah cumhuriyeti ilan edeceğiz’ demesi gibi bir şey. Cumhuriyet ilan edildiğinde tüm kurumları hayata geçmemişti. Bu da bizim nasıl yönetilmek istendiğimizle ilgili bir irade beyanıdır,”[51] biçiminde tanımladığı demokratik özerklik/ özyönetim konusunda temel belge,[52] Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) 14 maddelik özerklik açıklamasıydı.[53]

Eski BDP Genel Başkanı Demirtaş, “Türkiye, coğrafi ve nüfus olarak büyük bir ülke, tek bir merkezden, tek bir başbakanla yönetilemez” diyerek kendi demokratik özerk yönetimlerini kuracaklarını söyledi.

Demirtaş, Ankara’nın Hakkâri’ye uzak olduğunu söyleyerek “Buradan Ankara’nın bürokrasisini aşmak neredeyse imkânsız hâle gelmiş. O yüzden biz diyoruz ki: İl genel meclislerine, bölge meclislerine yetki verilsin. Buradaki yatırımcı, buradaki işini, il genel meclisi ve bölge meclisi ile çözsün. Bu yüzden bizim önerdiğimiz demokratik özerklik yönetim modeli, aslında bütün bu sorunların çözümüdür. Her şey Ankara’dan yönetilemez. Türkiye, coğrafi ve nüfus olarak büyük bir ülke, tek bir merkezden tek bir başbakanla yönetilemez,” dedi.

Kendi demokratik özerk yönetimlerini kuracaklarını söyleyen Demirtaş, “Anadilimizle, kültürümüzle kendi topraklarımızda yaşayacağız. Onuru olan hiçbir halk, kendi dilinden, inancından ve kültüründen vazgeçmez. Şimdi şu okulda Kürtçe eğitim yapmak bu köye zarar verir mi? Biz diyoruz ki bu çocuklar Türkçe de öğrensin, ama kendi anadilinde eğitim yapacak” diye ekledi.[54]

DTK Genel Başkan Yardımcısı Aysel Tuğluk da, “Kürt sorununu devlet çözmezse yine bunu Kürt halkı çözecek. Bizden çağrı bekleyenlere şunu diyoruz, Kürt meselesinde muhatap Öcalan’dır. Ölümlerin olmasını istemiyorsanız, uzatılan barış elini tutun. Öcalan’ın elini tutarsanız, Kürtlerin haklarını hukuksal güvenceye alırsanız, çözüm ortaya koyarsanız neden çatışma olsun. Gerçekten bir çözüm istiyorsanız halkın iradesine saygı duyun. Hiçbir şeye saygı duymuyorsanız ölülerimize saygı duyun. Kendi kendimize çözeriz derseniz, Kürt halkı buna izin vermeyecek. Kendi özerk demokratik yapımızı kuracağız,” vurgusuyla konumlarını izah etti.[55]

I.3) NE YAPMA(MA)LI?

Coğrafyamız, gündemi AKP’nin belirlediği “Yeni Anayasa” tartışmasına kilitledi; bu iyi bir durum olmadığı gibi, “Yetmez ama evet”ci liberallerin kavrayamadığı dezavantajlı bir pozisyondur da.

“Ne olması gerektiği”ni gündemden düşüren bu açmaz; “yeni bir cumhuriyet” ihtiyacını perdeleyerek, unutturuyor.

Kaldı ki Anayasa hukukçusu Hacettepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Murat Özdemir’in ifadesiyle, “… ‘Yeni Anayasa’ tartışması bu hâliyle doğru sonuçlar üretemez. Yeni anayasadan önce, yeni bir cumhuriyet projesi lazım. İş tersten kurulmaz.

Çünkü ‘Anayasa verili bir Cumhuriyet projesinin normatif ifadesidir’. Yani önce bir cumhuriyet projeniz olması lazım. ‘Cumhuriyet projesi nedir?’, diye sorulabilir. Cumhuriyet projesi, kendisi verili bir şey olmayan toplumsal bütünlüğün, onca çelişkiye, sınıfsal yarıklara, acılara rağmen neden istenilebilir olduğunu bize anlatan bütün bir söylemler, değerler, semboller topluluğudur.

Eğer Anayasa belirli bir Cumhuriyet projesinin normatif ifadesi ise Anayasa yapabilmeniz için önce bir Cumhuriyet projeniz olması lazım. Bu projenin hâkim hâle gelmesi de lazım. Hâkim hâle gelebilmenin ön koşulu projenin kendisini kendi muarızlarına dahi ehvenişer kabilinden sunabilmesidir. Türkiye’de bugün en büyük sorun hâkim bir cumhuriyet projesinin bulunmamasıdır. Bu da toplumsal bütünlüğün parçalanma tehlikesini beraberinde getirir. Çünkü projenin eksikliğinde ‘geleceği neden birlikte üreteceğiz’ sorusu açıkta kalır, ikna edici bir yanıtla karşılanmaz.

Türkiye’nin anayasaya değil, toplumun kahir ekseriyetinin ehvenişer kabilinden de olsa kabul edebileceği bir bütünleştirici cumhuriyet projesine ihtiyacı var. Projenin eksikliğinde akdedilecek yeni anayasa -içinde ne olursa olsun ama ne olursa olsun- önceki Anayasa gibi ciddi meşruiyet problemleri yaşar. Meşru olmayıp da hukuki/yasal olacak olan bir metni üretmenin gizli bir mantığı olabilir. Ancak bu yolla siyasetin krizinin aşılamayacağı aşikârdır.”[56]

Bu altı çizilmesi gereken birinci önemli noktadır.

İkincisine gelince: Herkes 82 Anayasasını sadece bir darbe anayasası olduğu için reddediyor. Sadece 82 Anayasasının reddine dayanan bir “anayasa perspektifi”yle yol alınamaz…

Çünkü “82 Anayasası’na ilişkin duygularınız yeni anayasayı nasıl yapacağınızı öğretmez. Dolayısıyla, Türkiye’de var olan anayasa konusunda bir ölçüde anlaşılır bir genelleşmiş hüküm bulunmakla beraber anayasa politiğine dair ciddi bilgi ve bilinç ortada yok. Ve bir anayasa eylemine hazırlandığımız bugünlerdeki en önemli sorunlarımızdan birisi tam da burada. Anayasa yapmayı düşünüyorsak bunun yapılması koşullarını nasıl tanımlamamız gerekir?

Jürgen Habermas, ideal bir tartışma için dört önkabul sayar. Bunlar, tartışmada açıklık, diğer bir deyişle tartışmaya anlamlı katkıda bulunabilecek hiç kimsenin tartışmadan dışlanmaması, tartışmaya katılan herkesin eşit konumda olması, tartışmayı etkileyebilecek ve sonucu belirleyecek hiçbir baskının bulunmaması ile tartışmacıların içtenliğidir.[57]

Demokratik bir anayasa yapılabilmesi için anlamlı olması bir tarafa isteyen herkesin bu sürece katılımının koşulları sağlanıyor mu? Herkesin sürece dahil olması mümkün değil ise de bu noktada rol almak isteyenlerin, kapıların ardına kadar açık olduğunu bilmeleri gerekir. Çünkü anayasa yapımı bir gruba ya da devlete ihale edilecek bir iş değil. Bunun için ifade özgürlüğünün ve bu özgürlükle doğrudan bağlı olan diğer temel hakların her kişi ve gruba eşit olarak tanınması gerekir.”[58]

Üçüncüsü de, anayasa yapmanın iktisadi bir mesele olduğu gerçeğinin öne çıkartılmasına ilişkin noktadır.

Dördüncüsü: “üst kimliksiz”, “anayasal yurttaşlık” esas alan anayasanın, aynı zamanda ortak kimlik belgesi niteliği de taşımasına dikkat edilmeli.

Beşincisi: “Anayasa konuşulurken çalışma yaşamına ilişkin haklar ve özgürlükler gözardı edilmemesidir.

Yani “Sol ve sosyalistler için mesele, yeni anayasada hangi maddenin nasıl yazılması gerektiğinden çok böyle bir anayasanın işçi ve emekçilerin çıkarlarına olup olmayacağını tartışmak, olmayacaksa onlara bunu göstermek ve bu sürece çıkarları tamamen farklı başka bir taraf olarak katılmalarını sağlayacak bir örgütlenme yaratmak olmalıdır. Kimileri bunun bir sinizm, hadi olmadı Marksist bir ortodoksluk olduğunu ileri sürebilir, ama kesinlikle öyle değil. Tersine, egemenlerin kullandığı kavram ve anlamlara teslim olup onların kavramlarıyla tartışmaktır asıl sinizm. Çünkü önerdiğimiz şey, ‘arkana yaslanıp izlemek’ anlamında antipolitik bir tutum olmadığı gibi, her şeyi ekonomiye indirgeyen bir tavır hiç değil. Tam tersine, hem kültürel-kimlik sorunlarının gerçekten barışçıl çözümüne yönelik hem de ekonomik alanda işçi ve emekçilerden yana bir politika geliştirerek bizlere sunulan demokrasi ve özgürlük kavrayışından daha ileri, daha gelişmiş bir anlayışı gündeme sokmaktır… Kültürel haklar tanınmadan olmaz, üstelik egemen sınıfların yüklediği anlamlardan daha ileri bir biçimde, ama taşeronlaşma, esnek çalışma, özelleştirme vb. yoluyla işçi ve emekçilerin hak gaspları gırla giderken ne demokrasi, ne özgürlük olur ne de ‘demokratik anayasa’…”[59]

“İyi de ne yapmalı” mı?

Anayasa “kişisel iktidarı” değil, toplumu oluşturan yurttaşların özel ve kolektif temel ve özgürlüklerini korumalıdır.

İnsan haklarına ve onuruna saygı duymalıdır.

Ayrım gözetmeksizin “eşit yurttaş ve eşit haklar” ilkesiyle toplumsal çoğulculuğu barış ve huzur zemininde buluşturmalıdır.

Anayasa tüm bunları güvence altına almalıdır.

Yani Anayasa her bir yurttaşın hakkını korumak ve güvence altına almak zorundadır. 78 milyon yurttaşa eşit ve aynı gözle bakmalıdır.

Anayasa’nın içeriğine ve uygulamalarına baktığımızda çokça tuhaflıklar görürüz.

Anayasa’nın en temel insan haklarına, zerre kadar saygısı olmadığı gibi, kâğıt üzerinde yazılı olan hükümlerin hiçbir kıymeti ve geçerliliği kalmamıştır.

Somut örnek mi istiyorsunuz?

Vereyim: TC Anayasasının 2. Maddesinde yer alan yalanlar!

“İnsan haklarına saygılı” diyor. Yalan!

En temel insan hakları olarak bildiğimiz sağlık, eğitim, yaşam, barınma, düşünce, inanç, basın gibi haklarımızı Türkiye’de kullanırken devletten ve iktidardan “saygı” görmenin mümkün olmadığı gibi, zulmün mağdurları hâline getirildik. İktidar kendisinde olmayan herkese nefret, ayrımcılık, dışlama ve şiddet politikalarına sığınmıştır.

Anayasa Türkiye’nin “demokratik devlet” olduğu iddia ediliyor! Yalan!

Tekçi, otoriter ve mezhepçi bir rejime “demokratik” demek mümkün olmadığı gibi, en temel demokratik hakların kullanılmasını yasaklayan, devletin tüm ideolojik ve şiddet aygıtlarını iktidar elitinin güvencesi ve zorla iktidarı elinde tutmasına hizmet ettiği bir ülkede demokrasiden bahsedilemez.

“Hukuk devleti” deniliyor! Yalan!

İktidarın tekeline geçmiş, iktidarın emrinin dışında karar vermeyen, hukuksal kararların yerine, ideolojik, siyasi ve mezhepçi kararların verildiği bir ülke için “hukuk devleti” diye bahsetmek mümkün mü?

Halkın demokratik haklarını ve yurttaşlık temel haklarını, Anayasal hakların korunması yerine, Sarayın iktidar güvenliğini koruyan keyfi, fiili uygulamalara göz yuman ve hukukunun hukuk dışılığına tanık olduğumuz yargı sisteminden nasıl bir “hukuk devleti” çıkabilir ki?

Başka bir iddia ise, Türkiye’nin “laik devlet” olduğu iddiasıdır. Yalan!

Türkiye’de hiçbir hükmü ya da yaptırım gücü olmayan ve en çok itibarsızlaştırılan şey, Anayasa’da yazılı olan “laiktir” tanımıdır!

Güya “laiklik anayasal güvence altında” imiş! Laiklik bu ülkede yine Anayasa’da yer alan zorunlu din dersleri ve Diyanet kadar korunmamış ve kollanmamıştır.!

Dinin mezhepçilik ekseninde Diyanet İşleri Başkanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı aracılığı ile AKP hükümeti tarafından kurumsallaştırıldığı, kamu hizmetlerinin, yayınlarının, eğitimin mezhepleştirildiği bir ülkeye “laik” diyebilir miyiz?

AİHM tarafından hukuk dışı ve dinsel ayrımcılık olarak görülen zorunlu din dersleri ve laiklik karşıtı odak olan DİB Anayasal güvence altındadır!

Birde Anayasa’da “sosyal devlet” yazıyor. Yalan! İki kutu makarna ve dört torba kömür ile halkın kendi parasını ona “sadaka” olarak veren bir sistem sosyal olabilir mi? Sosyal devlet demek, her yurttaşa ve aileye asgari geçim standartlarında göre gelir güvencesini sağlamaktır. İşsizin, yoksulun ve dar gelirlinin asgari geçimi kamu bütçesinde nakit olarak, her ay hesabına yatırılmalıdır. Bu ise dört kişilik aile için her ay yoksulluk sınırı olan 4 bin 443 liranın hesabına yatırılmasıdır. Üç koli sosyal yardım değil, sadakadır! Devlet sadaka dağıtmaz sosyal hak dağıtır!

Özetle Anayasa’nın yazılı maddelerinin, iktidarın sözlü fetvaları ve dayatmaları kadar hükmü yoktur.

Ne yapmalı?

AKP ile anayasa yapılmaz!

Anayasa için halka kendi söz, yetki ve kararını kullanabileceği ortam ve süreçler yaratılmalıdır. Bu ise AKP ile olmaz![60]

“Bu yolda ileri adımlar nasıl atılır” mı?

Öncelikle, “Eğer niyet gerçekten demokratik bir anayasa ise, öncelikle antidemokratik yasal düzenlemelerin acilen kaldırılması ve demokratik bir anayasa için ilk önkoşulların sağlanması gerek,”[61] uyarısını “es” geçmeden; anayasa kazanımlarını değersizleştirmek ve öğütmek için her fırsatı kullanan çevrelerin oyununa gelmemek için, üç düzlemde çalışmak gerekir: i) Öncelikle, ‘sivil anayasa emeği’ günışığına çıkarılmalı… ii) Sonra, bugüne kadar yapılan değişikliklerin bilançosu çıkarılmalı… iii) Nihayet, “anayasa süreci” sosyalleştirilmeli. Bunun için “katılımcı anayasa” kavramı üzerinde de durulmalı…[62]

Ancak en önemlisi her şeyden önce bir “toplum”, bir “rejim” tahayyülünün ortaya konulmasıdır. Bir başka deyişle “nasıl bir toplum, nasıl bir düzen için hangi Anayasa?” sorusuna net bir yanıt verilmelidir. Bu yeterince kutuplaşmış ve tutunumu fazlasıyla bir toplum için, elzemdir.

Ve konuya dair unutulmaması ve hep anımsatılıp/ anımsanması gereken bir uyarı: “Bir halk her zaman anayasasını gözden geçirip düzeltme, ıslah etme ve değiştirme hakkına sahiptir. Bir kuşak, gelecek kuşakları kendi yasalarının hükmü altına alamaz,” der 1793 tarihli Fransa Anayasası’nın 28. maddesi…

  1. AYRIM: BAŞKANLIK SİSTEMİ

“Yeni Anayasa” söylenceleriyle kamufle edilen (made by Erdoğan patentli) başkanlık sistemi konusunda -taa 2012’de- eski Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün, “Anayasa değişmese de yarı başkanlık olacak,”[63] derken; Murat Sevinç’in, “2000’lerin anayasa serüveninde AKP, ‘tek adam’ın isteği, rüyası doğrultusunda başkanlık sistemine odaklanmış durumda”;[64] Muhammed Nureddin’in, “Türkiye başkanlık sistemi yolunda”[65] notunu düştükleri “Yeni ve sivil bir anayasa sorunu, artık bir demokratikleşme sorunu olmaktan çıkmış, bir olağanüstü rejimin tesis edilmesi sorunu hâline gelmiştir.”[66]

Görülmesi gerek: “Erdoğan kendisini iktidara mahkûm hâle getirdi. Başkanlık’ı isteme sebebi, sadece daha fazla güç elde etmek değil; aynı zamanda, iktidarını daha kalıcı hâle getirmektir.”[67]

Durumun böyle olması; coğrafyamızı, Denis Diderot’nun, “Dema tu bikevî riyek xelet, tu çi qas lêz bikî, tuyê ew qas winda bibî,”[68] diye betimlediği bir sarsıntıya mahkûm ederken; AKP patentli baskıların yoğunlaşarak yaygınlaşmasını devreye soksa da; unutmamakta yarar var: “Nulla tempestas magna perdurat/ Şiddetli fırtına uzun sürmez”!

4 seçmenden 1’inin oy kullanmadığı, yüzde 74.13 katılımlı, 10 Ağustos 2014 tarihli cumhurbaşkanlığı seçimi sonuçlarına[69] istinaden devreye sokulmak istenen “Yeni Osmanlıcı Türkiye tipi başkanlığa geçiş”in[70] siyasal tonları konusunda Turan Eser’in saptamaları açıklayıcı olduğu kadar, öğreticidir de:

“Eğer kişisel iktidarınızı kurarak halka hükmetme hırsı aklınızı ve ruhunuzu zehirlemişse, makamları ‘Kral’ ya da ‘Halife’ gibi kullanmayı hedeflemişseniz, kişisel kurallarınızı dayatırsınız. Hatta bu yolda birlikte ıslandığınız kardeşlerinizi bile gözden çıkarırsınız. Çünkü Osmanlı geleneği böyle buyurmuştur!

Bugün ‘Türkiye için zaruret’ olarak dayatılan ‘Türk Tipi Başkanlık’ için kurulan ‘Anayasa Komisyonu’, aslında kişisel bir hırsı tatmin etmekten öte gitmeyecektir.

‘Ecdatlarımızın tarihinde başkanlık sistemi var’ diyen zihniyet, padişahlık dönemine dayanıyor.

Kişisel iktidar hırsı öyle bir hastalıktır ki, bu hırs mevcut Anayasal hükümleri ve hukuksal kuralları bile hiçe sayar.

Denetimi sınırlandırılmış, yargı, yasama ve yürütme erklerinin tek bir şahsın elinde toplanmasına zemin sağlayacak ‘Türk Tipi Başkanlık’ sistemi, aslında Osmanlı tipi Hilafet makamıdır.”[71]

Bu tür bir başkanlık sistemiyle AKP, “Anlaşıldığı kadarıyla ‘reis’i, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki ‘şef’ karşılığı kullanıyorlar. Öyle ya, Atatürk ‘Ebedi Şef’… 2. Cumhurbaşkanı İnönü ‘Milli Şef’ ise… 12. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a da bir unvan gerekiyor. Yakın ve derin çevre ‘Reis’i uygun gördüğüne göre…”[72] bu hâl “tek adam”lık değilse nedir?

Kaldı ki AKP kalemleri/ ağızları da bunu doğrulamaktadırlar!

Örneğin başkanlık sistemine, “diktatörlük” kaygısıyla karşı çıkılmasını eleştiren Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı (damat!) Berat Albayrak, “belediye başkanı” benzetmesinde bulunarak “Belediye başkanları diktatör mü?” sorusuyla[73] akıllara zarar bir duruş sergilerken; Cemil Ertem de, “Suriye savaşı ile yeni anayasa ve başkanlık sistemi tartışması birbirinden ayrı tartışmalar ve saflaşmalar değildir. Çünkü Suriye savaşı, özünde bir pazar ve enerji alanları paylaşımı savaşıdır. Rusya’nın buradaki temel amacı, elinde tuttuğu kuzey enerji ve ticari geçişlerine alternatif olarak gelecek ve Türkiye’nin denetleyeceği güney geçişlerine ortak olmak ya da bunları tamamen ele geçirmektir. Türkiye, yeni anayasayla ulaşacağı başkanlık sistemi dinamiği ve onun kurumları olmadan bu coğrafyada Rusya’nın ve diğer devletlerin hamlelerine cevap veremez.”[74] “Şunu tekrar edelim ki yeni anayasa ve başkanlık sistemi, yalnız yasama ve yürütme nizamının ve kurumlarının ve hukuki üst yapının değişmesi değildir. Türkiye’nin ekonomi kurumlarının ve anlayışının da buna bağlı olarak kökten değişmesidir; bu anlamda başkanlık sistemi tartışması Türkiye için yeni bir refah yolu tartışmasıdır. Açık söyleyelim ki ekonomide katılımcı karar alma mekanizmalarının öne çıktığı, piyasa mekanizmasının daha etkin işlediği, büyüklerin küçükleri ezmediği, gelir dağılımının daha adil olması için etkin bir kamu politikasının devrede olduğu bir ekonomiyi ve buna bağlı büyüme ve kalkınma süreçlerini öne çıkartacağımız bir yeniliğe de tekabül edecektir başkanlık sistemi,”[75] demektedir!

Bu kadar da değil; “yürütmeyi tek elde toplamak” vurgusuyla Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Prof. Dr. Murat Karagöz de ekliyor:

“Başkanlık sisteminin ilk ve en önemli avantajı yürütmeyi tek elde toplaması, devlet başkanı ve hükümet başkanının aynı kişi tarafından temsil edilmesidir. Bu husus, devlet yönetiminde başlı başına bir bürokratik tasarruftur. Bu hem zaman, hem maliyet ve hem de etkinlik bakımından devlet işleyişinde önemli bir avantajdır.”[76]

II.1) ERDOĞAN’LI DURUM

Nâzım Hikmet’in, ‘Taranta – Babu’ya Sekizinci Mektup’undaki, “Mussolini çok konuşuyor Taranta – Babu!/ Tek başına/ yapayalnız/ karanlıklara/ bırakılmış bir çocuk gibi/ bağıra bağıra/ kendi sesiyle uyanarak,/ korkuyla tutuşup/ korkuyla yanarak/ durup dinlemeden konuşuyor./ Mussolini çok konuşuyor Taranta – Babu/ çok korktuğu için/ çok konuşuyor!” dizelerini anımsatan Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçimindeki “vizyon belgesi”, mevcut anayasal durumu yok sayan, icranın başı mantığıyla hazırlanmış hükümet programı gibiyken; fiili durum yaratarak, siyasi otorite ve iradeye sahip cumhurbaşkanı (başkan) olacağını ilan etmişti[77] bile.

Bu konuda en kapsamlı ve en açık konuşmayı 29 Ocak 2015’de TRT’de yaparak, “Çok başlılık ayaklarımıza pranga vurmuş gibi süreci zorlaştırıyor. Parlamenter sistem tamamen yok farz edilmiyor ki! Amerika’da mesela Temsilciler Meclisi ve Senato var. Türkiye illa onu yapacak değil. Parlamento ve milletvekilleri olarak bunu alır ve süreci işletir. Tabii ki denetim esaslı olacak. Parlamento denetleyecek. Meclis’in vermediği izni siz kullanamazsınız. Belirlenmiş bir yetki alanı var. Parlamentonun vereceği yetkileri kullanma hakkı olacaktır,” dediği konuşma şunları açıkça ortaya koyuyordu:

  1. i) ABD sistemini, yani iki meclisli Kongre’nin denetimini, “Türkiye illa onu yapacak değil” diye reddediyor.
  2. ii) Denetimi sadece parlamentoya ve milletvekillerine bırakıyor. Yani ‘Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonu’ şüphelilerini yargıya yollamaya gerek görmeyen Meclis gibi, çoğunluğu kendi seçtiği milletvekillerinden oluşan bir parlamentoya!

iii) Üstelik parlamentonun denetimi olarak, “denetimden” değil, “yetki alanından” söz ediyor. Yani mevcut yetkilerini kullanırken yapılacak bir “denetimden” değil, yetki alanının önceden belirlenmiş olmasından, kendi yapacağı anayasanın sınırlarından söz ediyor.

Aynı konuşmasının devamında şunları da söylüyordu:

“Yargı engelliyor mesela… Halk sorumlu olarak siyasiyi tutuyor. Yargıyı tutuyor mu? Hayır… Yargı ile sürtüşüyorsunuz… Bunların düzeltilmesi lazım. Başkanlık sisteminde ben bunların aşılacağına inanıyorum.”

Hiçbir yoruma gerek bırakmayacak biçimde, yargı denetimini kaldıracağını açıkça söylüyor! Yani Erdoğan’ın kafasındaki rejimde yargı denetimi yoktur…[78]

Siz bakmayın Erdoğan’ın, başkanlık sistemi tartışmalarına ilişkin olarak, “Biz bu ülkede bir daha milli şef özentileri çıkmasın diye başkanlık sistemi diyoruz. Bir daha vesayet odaklarından güç alınarak milletin iradesi hiçe sayılmaya kalkışılmasın diye başkanlık sistemi istiyoruz. Hiç kimse millete efendilik taslamayı mürebbi edasıyla parmağını sallayarak milleti terbiye etmeyi aklından geçirmesin diye başkanlık sistemini teklif ediyoruz,” demesine![79]

Aynı Erdoğan, “Gazi Mustafa Kemal’in de uygulamalarında başkanlık sistemi vardı,” vurgusuyla “Türk tipi Başkanlık” adı altında önerdiği modelin, Kemalist dönemin tek parti-milli şef modeli olduğunu açıkça ifşa etti. “Erdoğan da tıpkı Mustafa Kemal gibi, hem parti başkanı hem cumhurbaşkanı olmak istiyor. Bütün milletvekillerini kendisi atamak istiyor. Meclisi biçimsel hâle getirmek, bütün yetkileri elinde toplamak istiyor. Herhangi bir denge denetleme mekanizması olmaksızın mutlak güce sahip olmak istiyor.”[80]

Kaldı ki Can Dündar ve Erdem Gül’ün tahliyesiyle ilgili olarak yaptığı açıklamada, “AYM’nin kararına uymuyorum,”[81] diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önerdiği başkanlık sisteminin, kendi yasalarına bile ne kadar saygılı olacağı tartışmalıdır.[82]

“Erdoğan’ın istediği başkanlık sistemine ‘diktatörlük’ diyoruz,” diyen Alman Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Cem Özdemir, Amerikan başkanlık modelinde Başkan Obama ve karşısında bağımsız bir Meclis olduğuna dikkat çekip, “Obama istediği yasayı Meclis’ten geçiremiyor. Benim anladığım kadarıyla Sayın Erdoğan’ın istediği ‘Ben varım, başka kimse yok’. Biz o sisteme ‘diktatörlük’ diyoruz. Demokrasi demiyoruz.” ifadelerini kullanırken;[83] siyaset bilimci Andrew Arato da ekliyordu:

“Erdoğan için bir anlam ifade edecek tek başkanlık sistemi modelinin hiper-başkanlık olduğunu söylemiştim.”[84]

“Hiper-başkanlık” evresine yönelen güzergâh konusunda ise, yine AKP’li bir kalemin, Fahrettin Altun’un şu satırları, hepimize neyin ne olduğunu anlatmaktadır:

“Yeni bir evrede, yeni bir dönemde yaşıyoruz. Bu yeni evreye kimileri ‘Yeni Türkiye’ adını veriyor. Kimileri ise ‘Post-Kemalist dönem’ diye niteliyor. 1930’larda formüle, 60’larda revize, 80’lerde tahkim edilen Kemalizm 2000 sonrasında tarihin dışına itildi. AKP, muhafazakâr bir değişim programı ile, tedrici bir surette gerçekleştirdi bunu. Kırıp dökmeden, toplumsal mutabakatı esas alarak, kapsayıcı bir program çerçevesinde başardı bu değişimi.”[85]

Kaldı ki, “Bu kadar güçlü bir tek parti iktidarı varken, başkanlık sistemini tartışıyor olmamız, ülkenin ihtiyaçlarından çok, bir “tek adam” rejiminin kurumsallaştırılması ihtiyacından kaynaklanıyor. Bu ihtiyaç da, o başkanlık sisteminin pratikte neye dönüşeceğini gayet net bir şekilde ortaya koyuyor… Türkiye’de başkanlık, sistemin otoriterleşmesinde, kesif koyu karanlık bir merhaleyi temsil ediyor…”[86]

II.2) AKP VE “BAŞKANLIK SİSTEMİ”

Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Profesör Serap Yazıcı’nın, “Türkiye’nin siyasal kültürü, partilerin yapısı, partilerin çok sayıda olması, uzun süredir devam eden kutuplaşma eğiliminin kuvveti ve parti liderlerinin hâli hazırda kişiselleşme yönünde güçlü eğilimler sergilemesi, başkanlık sistemine geçilmesi hâlinde Türkiye’deki modelin, Latin Amerika’dakine benzeyeceği izlenimi uyandırıyor. Bu yüzden köklü bir sistem değişikliğine gitmek isabetli değildir,” diye betimlediği merhale hakkında Prof. Dr. Ergun Özbudun da ekliyor:

“Bu sistem, kararnamelerle yönetim imkânı sağlıyor. ABD’de bu tasavvur bile edilemez. Anayasa Mahkemesi’nin ve HSYK muadili bir kurulun üyelerinin önemli bir çoğunluğunu, Başkan’ın seçmesi öngörülüyor. Kısmen de yine onun kontrolü altında olan politik Meclis çoğunluğu. Böyle bir sistem fevkâlâde endişe verici ve rejimi değiştirici bir durum yaratır.”[87]

Böylesi bir sistemin oluşturulmasında, AKP, Erdoğan’ın elindeki maşadır; işte birkaç örnek:

  1. i) Başbakan Binali Yıldırım AKP İl Başkanları toplantısında, “Anayasa ne söylerse söylesin, Cumhurbaşkanımızın fiili olarak sorumluluğu doğmuştur,” derken;[88]Erdoğan’ın ‘seçilmiş cumhurbaşkanı’ olduğunu vurgusuyla ekliyor: “Cumhurbaşkanımızın Türkiye siyasetindeki yeri sembolik cumhurbaşkanlığı olan ülkeler gibi değil. Güçlü cumhurbaşkanlığı. Yapmamız gereken fiili duruma uygun anayasa değişikliğini yapmak. Ülke zaman kaybetmemeli…”[89]
  2. ii) AKP’li Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Burhan Kuzu, Ahmet Hakan ile yaptığı söyleşide “Birisi çıkıp da ‘Başkanlık sistemi diktatörlük getirir’ dediğinde gırtlaklamak istiyorum,” dedi…[90]

iii) TV’de Bekir Bozdağ konuşuyor: “Bizim başkanlık anayasası önerimiz, ABD başkanlık sisteminden daha güçlüdür,” diyor… Ve sürdürüyor: “Bakın, Obama esir alınmış durumda Meclis tarafından, ona zavallı,” deniyor![91]

  1. iv) Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Genel Kurulu’na hitap eden dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu, “Bizim için başkanlık sistemi daha uygundur,”[92]..

İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç Dr. Murat Özbank, yürütmenin tek bir makamda toplanmak istediğinin altını çizerken;[93] “AKP’nin önerdiği başkanlık sistemi, yürütmenin aşırı güçlendirilmesini ve yasama ile yargı tarafından denetlenmemesini amaçlıyor. Yürütme, yasama organı gibi çalışabiliyor, hatta, Meclis’i feshedebiliyor,”[94] diyor.

Kaldı ki yine AKP’li kalemlerinden (W. Shakespeare’ın, “En çok diktatörün gölgesini kendi gölgesi sanan soytarılara üzülüyorum,” sözünü anımsatan!) Emre Aköz’ün ifadesiyle, “AKP’nin Kasım 2012’de Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na verdiği tekliften anlıyoruz ki… Gönüllerde yatan: ABD tipi Başkanlığın, revize edilmiş şekli…[95] Yani ‘prangalardan’ kurtulmuş bir başkan”lıktır![96]

Ayrıca Yrd. Doç. Yunus Sözen’in, AKP’nin önerdiği başkanlık sisteminden demokratik bir anlayış çıkmayacağına dikkat çekerek, “Bu da, demokratik olmayan bir başkanlık sisteminin tercih edileceğini gösterdiği gibi, aslında Türkiye’ye uyan otoriter rejimdir demek oluyor,” dediği[97] tabloda, hem nalına hem de mıhına vuran AKP’nin ne dediği de konjoktürel bir müphemlikten meçhuldür:

Örneğin bu konuda Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun enine boyuna tartışalım dediği başkanlık sistemiyle ilgili, “İstenen başkanlık sisteminin hiç bir boyutu bilinmiyor. Ne konuşuyoruz anlamış değilim. Benim sorduğum hiçbir meslektaş bunun yanıtını vermiş değil. AKP’nin önde gelen ismi Burhan Kuzu dahil, somut örnek veya açıklama yapmıyor,” dedi ve ekledi:

“Yapılan tartışma öyle bir noktaya geldi ki… Siyasette, başkanlık deyince akla gelen temel model Amerikan tipi başkanlık sistemidir. İstenenin o olmadığı açıklandı. Oradaki başkanın yetkilerinin çok sınırlı olduğu ifade edildi. Cumhurbaşkanı, Başbakan ve AKP’nin öne çıkan isimlerinden Burhan Kuzu tarafından ‘zavallı’ tabiri kullanıldı…

Meksika tipi başkanlık sistemi dillendirildi. Meksika tipinin cazip tarafları var ama mevzu karışık… Milletvekili 3 yıl, başkan da 6 yıl görev yapıyor ve bir kez seçilebiliyor. Dolayısıyla o da gündemden düştü. Hatta AKP’li hukukçular, ‘bu mesele niye gündeme geldi anlamadık diye’ yorumlar yaptılar.

Fransa’daki gibi yarı başkanlık olur dendi. Fransa’da çift başlılık problemi ciddi ölçüde var. Hatta son olarak Nazi Almanyası konusunda bir ifade tevil edildi. Ben açıklamayı dinledim. Tevildeki argümanın ne olduğunu tam anlamadım. Cumhurbaşkanı’nın önüne böyle bir konunun gelmiş olduğu izlenimi uyandı. Açıklama tatmin edici olmadı. Ne konuşuyoruz ben anlamış değilim.

Benim sorduğum hiçbir meslektaş bunun yanıtını vermiş değil. Burhan Kuzu dahil somut örnek veya açıklama yapmıyor. O da olabilir bu da olabilir… Ne tür olacak anlamaktan aciziz. Demokrasi içinde bir sistem mi yoksa demokrasi dışında başka bir başkanlık sistemi mi düşünüyorlar? Demokrasi içinde bir sistem düşünüldüğünde, Hitler falan akla gelmez. Böyle şeyler akla geliyorsa, otoriter veya totaliter uygulamaya geçecekmişiz gibi gözüküyor.”[98]

O hâlde yeri gelmişken “başkanlık sistemi” meselesine ilişkin olarak öncelikle kimi verileri sıralayalım:

Konfederal İsviçre gibi istisnai sistemler bir kenara, Avrupa ülkelerinin yüzde 69’u parlamenter sistemle yönetiliyor… Orta Afrika ülkelerinin ise yüzde 70’i başkanlık sistemiyle!

Kalitatif açıdan, “insani gelişmişlik” sıralamasının tepelerinde yer alan Norveç, Hollanda, ABD, İngiltere, Fransa gibi 20 ülke. Bunların 16’sı parlamenter sistemle, sadece 3’ü başkanlık veya yarı başkanlıkla yönetiliyor.

“İnsani gelişme indeksinin” en alt sıralarında bulunan Sudan, Afganistan, Kongo gibi 20 ülke… Bunların 16’sı başkanlık, 3’ü yarı başkanlık, sadece 1 tanesi, Etiyopya parlamenter sistemle yönetiliyor!

Araştırmada şu tespiti okuyoruz: “Parlamenter sisteme sahip ülkeler, başkanlık sistemine sahip ülkelere göre, insani gelişmişlik indeksinde daha iyi durumdalar.”

Dünyada “İyi yönetilen” 20 ülkeden 16’sı parlamenter sistem… Aynı listesinin en altındaki 20 ülkeden 16’sı başkanlık, 3’ü yarı başkanlık, 1 tanesi parlamenter sistemle yönetiliyor.

İsviçre, ABD, Kanada, Almanya, İngiltere, Singapur gibi en refahlı 20 ülkenin 16’sı parlamenter sistemle, biri başkanlıkla; biri yarı başkanlıkla yönetiliyor, İsviçre ve Hongkong ise bu sınıflamanın dışında.

Zimbabve, Yemen, Togo, Angola gibi en yoksul 20 ülkenin 15’i başkanlıkla yönetiliyor. Kalanı parlamenter veya yarı başkanlık…

Demek ki, başkanlık sistemi ülkeleri uçurmuyor. Hiçbir sistem sihirli değnek değildir. Kalkınma, yüzlerce faktöre bağlı farklı bir konudur.

Bu bulgular bilimseldir. Çünkü BM, Dünya Bankası, Uluslararası Şeffaflık Örgütü gibi kurumların datalarına dayanıyor.[99]

Bir şey daha: “Amerika kıtasındaki devletlerin büyük bölümü başkanlık sistemine dayalı hükümet modelleriyle yönetiliyor… Başkanlık sisteminin demokratik ve istikrar sağlayıcı bir yönetim modeli olmadığı görüşünü savunanların örnek gösterdikleri yönetimler içinde Güney Amerika ülkeleri öne çıkıyor,”[100] diye ekliyor Aydın Hasan…

Aynı konuda Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Rona Serozan da şunları aktarır:

“Başkanlık sisteminde halk tarafından seçilen başkan, engelsiz ve denetimsiz, ülkeyi başına buyruk yönetir. O kadar ki Başkan, Meclis’in yerine geçip yasa gücünde kararname çıkarabilir; özel sekreterler kurulu mesabesindeki Bakanlar(ım) Kurulu üyelerini azledebilir; Meclis’i kayıtsız koşulsuz fesih edebilir.

Başkanın şahsında toplanan hükümet etme (yürütme) erkinin yasama erki (Meclis) karşısında herhangi bir sorumluluğu olmaz. Başkanın güvensizlik oyuyla Meclis tarafından görevden düşürülmesi de söz konusu olmaz. Başkanlık sisteminin değişik sürümlerinde bu özellikler kısmen törpülense bile, sistemin özü ana çizgileriyle budur.

Bu rejim en başta otoriter bir yönetime dönüşmeye yatkındır. Denetimsiz tek adam erki kolaylıkla keyfi bir despotluğa, otoriter bir diktaya kayabilir. Ama bu sistem denetimin ve dengelemenin eksikliği yüzünden aynı zamanda kolaylıkla ‘nepotizm’e de (ahbap çavuş kayırmacılığına da) sürüklenebilir. Dahası, bu rejimde denetimsizlik sayesinde yolsuzlukların hasır altı edilmesi olasılığı artar…

Başkanlık sistemini benimsemiş ülkelerin (özellikle Latin Amerika ve yakın çevremiz coğrafyasındaki ülkelerin) pratiği ve tanınmış siyasal bilimcilerin çalışmaları bu gerçekleri, açıkçası, başkanlık rejiminin otoritarizme, nepotizme, yolsuzluğa, istikrarsızlığa ve darbeye yol açma sakıncalarını apaçık ortaya koymaktadır…

Demokratik kültürün ve kurumların, demokratik katılımın ve saydamlığın, demokratik çoğulculuğun yerleşmediği ve dünya demokrasi ıskalasında en alt sıralarda yer alan bizim gibi ülkelerde başkanlık rejimi kısa zamanda tek kişinin keyfi ve otoriter diktasına dönüşür. Açıkçası, başkanlık sistemi bizde düpedüz bir tek şef iktidarı, bir alaturka padişahlık ya da Türkiye Cumhuriyeti A.Ş. CEO’luğu görünümüne bürünür. Bu arada rejimin kayırmacılık, yolsuzluk, istikrarsızlık ve darbe riskleri de geniş ölçekte karşımıza çıkar.”[101]

II.3) İTİRAZLAR: CHP İLE HDP

Başkanlık sistemi dayatmaları karşısında yeterince net bir itiraz ve politik duruş hâlâ ufukta görünmüyorken; CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu için mesele, “Türkiye’de Başkanlık sistemi mümkün değil. Ortada bir başkanlık talebi yok, dikta talebi var. Bakın Türkiye bir sivil darbe dönemi yaşıyor”dan ibarettir![102]

Anayasa meselesinde (ve bununla bağıntılı) olduğu üzere başkanlık meselesinde de önemli gelgitlerle müsemma HDP’ye gelince…

İlk aşama, devrede olduğu sanılan “barış süreci”ni “zedelememek” için AKP’yle “mutabakat” arayışıdır.

Ankara’da 20 Kasım 2015 tarihinde 40 farklı ülkenin büyükelçi ve mazlahatgüzarıyla bir araya geldiği 3.5 saat süren toplantıda HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’a yeni anayasa ve başkanlık sistemine yönelik görüşleri de sorulduğunda; başkanlık sisteminin tartışılmasına karşı olmadıklarını, konunun bir çok platformda tartışılmaya devam ettiğini vurgusuyla, “Biz başkanlık sisteminin tartışılmasına değil tek adam sistemine karşıyız,” dedi.[103]

Aynı biçimde HDP sözcüsü Ayhan Bilgen de, “Başkanlık sistemine karşı değiliz. Türkiye’de yeniden yapılanma sürecine katkı sağlayan, yeni bir kurucu irade, bir arada yaşamayı güçlendiren yeni bir konsept düşünüyoruz. Anayasa’nın ruhu da felsefesi de her şey bu nokta tartışılır,” demişti.[104]

Bunun elbette bir evveliyatı vardı. Örneğin BDP adına Pervin Buldan, Altan Tan ve Sırrı Süreyya Önder’in 23 Şubat 2013’de İmralı’da Abdullah Öcalan ile yaptıkları görüşmeye ait olduğu iddia edilen tutanaklar ortaya çıktı. Buna göre, Öcalan, Başkanlık sistemine ve Başbakan Erdoğan’ın olası başkanlığına destek verebilecekleri vurgusuyla, “Başkanlık sistemi düşünülebilir. Biz Tayyip Bey’in başkanlığını destekleriz. Biz AKP ile bu temelde bir başkanlık ittifakına girebiliriz. Yalnız Başkanlık ABD’deki gibi olmalı.”[105]

Dönemin Başbakanı Erdoğan’ın, “2023’te eyalet sistemi konuşulabilir,” dediği[106] günlerde (14 Mart 2013 akşamı) BDP Eşbaşkanı Gülten Kışanak, başkanlık modelini şöyle değerlendiriyordu: “Aslında Türkiye’de yürütülen tartışmayı yanlış ve eksik buluyoruz. Başkanlık sisteminin kendisi kötü bir sistem değildir ama şu koşullarla: güçler ayrılığı iyi tarif edilirse, denge mekanizmaları güçlü olursa, merkezi hükümet ile yerel yönetimlerin yetki paylaşımı demokratik bir şekilde yapılırsa…”[107]

Yine dönemin Başbakanı Erdoğan’ın, “BDP ile referandum noktasında müşterek adım atabiliriz” açıklaması ve BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın, “Anayasada yakın olduğumuz parti AKP” sözleri, muhalefetin, İmralı süreci ile Başkanlık sistemini “al-ver” pazarlığı olarak nitelemesine yol açtı.

Öcalan, BDP görüşmesinde Başkanlık konusunda destek ifadeleri kullanırken, BDP Eşbaşkanı Gültan Kışanak, “Başkanlığı tartışalım. AKP’nin ne dediği tam öğrenilemedi,”[108] dedi, vs…

Bu hâl 2015’lere kadar uzandı. Kuşkusuz, bu süreçte, başkanlık sisteminin ihtiva ettiği düşünülen “eyaletler sistemi”nin de güdüleyici etkisi vardı. Cumhurbaşkanı Erdoğan 4 Kasım 2015’de muhtarlara seslenişinde, anayasa değişikliklerinin öncelikli, yaşamsal sorumluluk olduğunun altını çizerken başkanlık rejimine geçişe ilişkin “Kişisel fikirlerim saklı kalmak koşulu ile Meclis’ten geçen değişikliklere onay vereceğim,” derken; Yalçın Akdoğan da, 3 Kasım 2015 tarihli açıklamasında anayasa değişikliklerine ilişkin, “Geri adım atmayacağımız bir madde de başkanlık sistemidir. Bu bizim temel görüşümüzdür,” demişti. Yine 4 Kasım 2015’de HDP sözcüsü Ayhan Bilgen’in “Başkanlığı tartışırız” açıklaması da bu söylemlerle örtüşüyordu.[109]

İkinci aşama ise, “barış süreci” yalanının yerle yeksan olduğu gerçekler dünyasıyla tanışıldığı koordinatlardır…

Hani HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın, “Yeni anayasaya ihtiyaç var ama Başkanlık Sistemi tartışması konusunda tutumumuzu değiştirecek hiçbir şey görmüyorum.”[110] “Sanki Türkiye’nin temel sorunu başkanlıkmış gibi yaklaşıyorlar. Bir başkanlık önermiyorlar, diktatörlük öneriyorlar ve biz asla buna evet demeyiz. Biz yerel yönetimlerin güçlenmesini öneriyoruz. Peki, siz ne öneriyorsunuz?”[111]

Veya HDP Eşgenel Başkanı Figen Yüksekdağ’ın, “Bizim bir başkanlık sistemi tartışmamız yok. Başkanlık sistemi tartışmasını yapan AKP Saray iktidarıdır. Gündeme getiren de odur. Bizim başkanlık rejimi diye bir gündemimiz yok. Bizim böyle bir tartışmamız da yok… Böyle bir şeyin Türkiye toplumunun siyasi ve toplumsal yaşamına hiçbir katkısı yoktur, biz buna inanıyoruz. İhtiyaç olsaydı önerirdik!”[112]

Ya da HDP Sözcüsü ve Kars Milletvekili Ayhan Bilgen’in, “Başkanlığa karşı durmakta ısrarlıyız. Başkanlık sistemine sonuna kadar karşı çıkacağız. Türkiye’nin ihtiyacının başkanlık sistemi olmadığını düşünüyoruz.”[113] “Biz yerel yönetimler güçlenmedikçe, güçler ayrılığı çok net biçimde işlevselleşmedikçe, medya ve sivil toplumun her türlü çalışması anayasal güvenceye alınmadıkça başkanlık sisteminin Türkiye’yi otoriterleşmeye götüreceği kaygısını taşıyoruz. Biz parlamenter sistemi öneriyoruz. Parlamenter sistemin demokratikleştirilebileceğine inanıyoruz,”[114] dedikleri evreye geçildi…

Ancak burada da bir soru(n) vardı![115]

“HDP’nin grup toplantısında başkanlık sistemi konusunda bir tartışma yaşandı.”[116] “Partililere, ‘Başkanlık tartışmaları kafa karışıklığı yaratıyor, yorum yaparak tartışma zemini yaratmayın’ uyarısı yapıldı.”[117]

Ama nafile…

HDP’li Dengir Mir Mehmet Fırat ve Celal Doğan’dan başkanlığa destek açıklamaları geldi. Fırat, “Anayasasını yenileyen Meksika’nın modeli tartışılabilir” dedi. Doğan da ABD modelinin tartışılabileceğini söyledi.

HDP Mersin Milletvekil Fırat, “Amerika ve Meksika tipi başkanlık sistemlerinin tartışılabileceğini” vurgularken, “Biz Türk usulü başkanlık sistemine karşıyız” dedi.

HDP İstanbul Milletvekili Doğan da Amerikan tipi başkanlık sisteminin tartışılabileceğini ifade ederken, bunu tartışmanın teslim olmak anlamına gelmeyeceğini belirtti.

“Bütün sistemlerin tartışılabileceği” vurgusuyla Fırat, “Başkanlık, yarı başkanlık, meclis hükümeti veya parlamenter sistem… Hepsi tartışılabilir. Bizim karşı olduğumuz Türk usulü başkanlık sistemidir,” dedi.

Doğan da “Her sistem, her konu, her kurum tartışılabilir. Karşı çıkıp ya da yandaş olarak, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olup zıtlaşıyoruz. Mademki yeni bir anayasaya ihtiyaç var her şey tartışılabilir” diye ekledi![118]

Konuyla ilişkili son bir hatırlatmanın altını çizmeden olmaz: Yanlış bir ağızdan çıkmış olsa da, “HDP il başkanlarının, belediye başkanlarının ve milletvekillerinin Öcalan’a ‘önder’, ‘ başkan’ diye hitabından biliyorum. ‘Kendi ideolojik hiyerarşisinde ‘başkanlık’ kuranların… Başkanlık sistemine karşı çıkmasını nasıl yorumlayacağız?”[119] sorusu doğrudur; yanıtlanmalıdır.

III. AYRIM: SORU(N)LARI LAİKLİK

“Yeni Anayasa” ile başkanlık sistemi dayatmaları, AKP’lilerin de inkâr etmediği üzere, bir toplumsal dönüşüme denk düşerken; meselenin “Aşil Topuğu”nu da laiklik oluşturuyor.

Evet, “Laiklik… en keskin meseledir.”[120] Çünkü, “Laiklik” deyince, “Öncelikle egemenliğin kaynağı “Tanrı” mı yoksa “millet” mi sorusuna net, samimi cevap verilmesini gerekir.[121]

Siz bakmayın “Laiklik ‘araç değer’dir,”[122] diyebilen liberal pespayeliklere!

Ya da laikliği gereksiz, hatta zararlı bir gayretkeşlik sayan tavırlara!

Önce şundan şüphe duyulmamalı: “Kutsal Kitaplar”a, “Tanrı Buyrukları”na dayanan demokrasi olmaz!

Hem “Bizim anayasamız Kur’an’dır,” diyenlere alkış tutup/ saygı duymak; hem de demokrasiden söz etmek kabul edilebilir bir şey değildir.

Laiklik bir “oyun” falan değil; bir toplumsal yaşam biçimidir.

Nuray Mert’in de, bugüne dair ki itirafında olduğu üzere: “Yıllarca, ‘laiklik’ adına din ve vicdan özgürlüğünün otoriter bir yaklaşımla kısıtlanmasını eleştirdim, laiklik ve demokrasinin buluşmasının gerekliliğini savundum. Hâlen aynı görüşteyim; laiklik olmadan demokrasiden söz edilemeyeceğini, demokrasi olmadan laiklikten bahsetmenin dayatma olduğunu düşünüyorum. Sonuçta, siyasi otorite ve toplumsal kuralların herhangi bir din adına meşrulaştırılmasının, din adına dayatma olmaktan başka bir şey olmadığını düşünüyorum. Bu ülkenin çoğunluğunun Sünnî Müslüman olması, Sünnî İslâmın diğerlerine dayatılması için bir gerekçe olamaz, dahası, kendini Sünnî Müslüman olarak tanımlayan insanların, yaşam biçimlerini devlet tarafından kontrol edilmesi de düpedüz din dayatması olur kanaatindeyim.”[123]

III.1) NEDİR?

Öncelikle bir şeyde anlaşmak gerek; Samir Amin’in ifadesiyle, “Laiklik Batılı bir fenomen değil, modernitenin bir koşuludur.”[124] Ya da laiklik, “kadın”dır ya da kadın demektir (“La laicità è donna”).[125]

Devamla: Kadim Yunan’dan gelen kavramın kökeninde de zaten insan var: “Laikos=halk”…

Sözcük kökenindeki “laicos”; bir “devlet aygıtı” ya da “devlet bürokrasisi” anlamına gelmiyor.

“Ayos/agios” olarak ifade edilen “kutsal”dan ayrışan, gereğinde ondan mesafe alan/alabilen… “halka ait olan” anlamını içeriyor. Yani “kutsala ait olmayan”, “insana ait olan” demek oluyor. Özetle “dünyevileşeni”, “dünyevi olanı” ifade ediyor. Zaten başka türlüsü düşünülebilir mi?

“Kişi/insan” içermeyen bir “dünyevileşme” mümkün olabilir mi? Laikliğin özünde kısacası -yerleşmiş hiyerarşinin her türlüsünü red eden- “özgür birey” var. Laiklik, başka deyişle “özgürlüğün” diğer adı oluyor.

Laikliğin yeşermesi ve yaşayabilmesi için öncelikle “birey özerkliklerinin korunabilmesi” şartken;[126] “laiklik” coğrafyamızda hep, “birey” yerine; “din devlet işlerini birbirinden ayırmak” ve son kertede sadece “devlet” üzerinden tanımlanmanın zaaflarını taşıdı.

Bunun altını çizerek devam edersek: Laikliğin -bir değil- iki anlamı olduğunu bir kez daha hatırlatmak gerek.

Laikliğin birinci anlamı, her türlü dinsel ve felsefi inancın bir toplumun siyasal olarak örgütlenmesinden bağımsız olması. Bu, daha basit biçimde, devletle din işlerinin birbirinden tamamen ayrılması olarak ifade edilir. Bu anlama göre, laiklik toplumun siyasal örgütlenmesinin niteliğidir. Laik devlet, hiçbir dine veya felsefi inanca öncelik tanımaz. Bunların hepsini kendi örgütlenme alanı dışında tutar ve hepsine eşit mesafededir. Bu anlamda laik devlet, toplumda tüm inanç biçimlerinin barış içinde yan yana yaşamasının güvencesidir. Sadece din özgürlüğü değil, aynı zamanda vicdan özgürlüğünün teminatıdır.

Bu çerçevede laik devlet, toplu yaşamın bu farklılıklar içinde yaşanabilir olmasını sağlayacak ortak hukuki normlar üretir. Bunu yaparken hiçbir dinin veya felsefi inancın iktidara ve kamu kurumlarına egemen olmamasını sağlamakla mükelleftir. Bu çerçevede devletin dini olamayacağı gibi, bir din hizmetinin sağlanması ve bu dinin eğitiminin verilmesiyle ilgili işlerin kamu kurumlarının sorumluluğunda olmaması gerekir…

Laikliğin ikinci anlamı, özel bir felsefi inancı benimsemeye işaret eder. Bu felsefi inanç, metafizik güçlere, varlık alemine hükmeden bir güce ve ilahi bir vahyin varlığına inanmaz. Bu, insanlara hükmeden bir aşkınlığın varlığını kabul etmeyen bir dünya görüşüdür. Elbette bir inanç biçimidir. Doğaüstü varlık ve güçlere inanmayan, herhangi bir ilahi vahye dayalı bir varoluş anlamına sahip olmayan bu dünya görüşü, felsefi laikliktir.[127]

Bu iki anlam bağlamında laikliği tarif ederken, kimileri “tarafsızlık” (nötralite) kavramına başvurup, onu devletin inançlar karşısında tarafsızlığı olarak tanımlar. Böylesi bir tanım, kamusal alandaki yaşam kurallarının dini esaslarına göre, düzenlenmemesini ya da bu tür bir zorunluluğuna “Hayır” denmesini de “olmazsa olmaz” kılar.[128]

Ayrıca, laiklik kavramını (sekülarism, laikçilik gibi terimler ekleyerek) karmaşıklaştırmak yanlıştır. Basitçe ifade edelim: Laiklik, devlet kurumlarının, hukukun, kamu yönetiminin din kurallarından, dinsel düzenleme ve kurumlardan ayrılmasıdır. İlkenin bir uzantısı gereği, devlet de din işlerine karışmamalıdır.[129]

Sözlüklerle yetinirseniz “laiklik” ile “sekülerliği” aynı kaba koyma yanlışını yapabilirsiniz. Bundan yararlananlar ya da laikliği yozlaştırmak isteyenler “laikliğin tanımı yok” diye karşınıza çıkabilirler.

Laik devlet; resmi dini olmayan, çeşitli dinlere mensup olanlar arasında yasalar önünde hepsine eşit davranarak işlem yapan devlettir.

Seküler devlet ise; kurumsal açıdan din-devlet kaynaşmasının yer aldığı, devlet tarafından desteklenen resmi kiliseleri olan, ancak kamusal hayatla hukuk düzenlerinde bu dinlerin etkili rolleri olmayan devlettir.[130]

Bu kapsamda; “Hakiki dindarlık zaten laik olmayı gerektirir. Tabi bu laikliği nasıl tanımladığınıza da bağlı. O yüzden mesele laiklik değil, tıpkı dindarlık gibi onun nasıl uygulanışıyla ilgili bir durumdur,”[131] türünden laikliği dindarlıkla eşitleyen “iddiaları” bir kenara bırakıp; laikliğin, insan hak ve özgürlüklerinin güvencesi olduğunu;[132] laikliğin otomatik olarak demokratik rejim sonucunu doğurmayacağını ama demokrasi için temeli oluşturduğunu[133] unutmadan eklenmelidir:

Laikliğin “din ve vicdan özgürlüğü” olarak tanımlanmasına karşı çıkan Prof Dr. Korkut Boratav’ın ifadesiyle, “Laiklik din ve vicdan özgürlüğü ile ilgili bir şey değildir. Aydınlanmanın bir öğesidir. Laiklik, ortaçağ kurumlarına, ortaçağın devlet anlayışına karşı verilen mücadelenin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Devletin ve toplumun dini kurallardan arınmasıdır. Kavramları karıştırmamak lazım. Zaten devlet ve toplum dini kurallardan arınırsa din de bireysel alana, bireyin dünyasına çekilecektir. Doğrusu da budur.”[134]

Çünkü “Laiklik, dinin ve vicdanın özgürleştirilmesidir! Devleti, siyaseti, ekonomiyi ve hukuku dinsel referanslardan arındırmaktır. Dini, ait olduğu insana ve vicdanına teslim etmektir. Devlet, siyaset ve sermayenin sömürü aracı olmaktan, dini kurtarmaktır.”[135]

Tekrarlayalım: Laiklik demokrasi için zorunludur, fakat yeterli değildir. Laikliğin (eskilerin deyişiyle) ‘mefhumu muhalifinden’ hareket edecek olursak akla ilk gelen soru şu olur: “Teokratik bir demokrasi mümkün müdür?”

“Teokrasiyi, din adamlarının, bir ülkeyi dini kurallara dayanarak yönetmesi” olarak tanımlarsak, teokrasilerin tanımları gereği demokratik olamayacaklarını kabul etmek gerekir.

Dine dayanılarak yönetilen coğrafyalardaki yönetim biçimine “demokrasi” diyemeyiz. Çünkü yasalar halkın iradesine ve isteğine göre yapılmamakta, kutsal metinlere ve ilâhi güçlere dayanılarak ülke yönetilmektedir.

Laiklik ve demokrasi, birbirlerini dışlayan, yok eden kavramlar değil, aksine birbirlerini bütünleyen kavramlardır. Bu iki olgunun en önemli kesişme noktalarından birisi, “bireyselcilik”tir. Laiklikte de, demokraside de bireysel seçimler önemlidir. Laiklikte dini inançlarınızı, demokraside de siyasal görüşlerinizi özgürce seçersiniz.

Bireyselcilik, aynı zamanda, kişinin siyasal hak ve görevlerle donatıldığı durum olan ‘vatandaş’ın ortaya çıkmasını sağlamıştır. “Birey”i temel almadan ne “vatandaş”ı, ne “demokrasi”yi, ne de “laikliği” anlayabiliriz.

Laiklikle demokrasi arasındaki en önemli bağlardan birisini “siyasal meşruluk anlayışı” oluştururken; dine dayalı yönetimlerde meşruluğun kaynağı, “Tanrı’nın iradesi”dir. Oysa demokrasilerde meşruluğun kaynağı “halk”tır.

O hâlde “Hakk gelecek, batıl zail olacak!” “İlahi düzen gelecek, beşeri sistem sona erecek!” vb. türünden çıkışların beşeri ve demokratik olmadığı “es” geçilmemelidir!

III.2) TARİHTEN NOTLAR

İtalyan siyaset kuramcısı Padovalı Marsilius, güçler ayrılığı ilkesine dayalı, laik bir devleti savunan ilk Ortaçağ düşünürlerindendir.

1324’de tamamladığı ‘Defensor Patis/ Barışın Savunucusu’ başlıklı yapıtında, Papalığın devlet işlerine karışmasının, devletin temel işlevi olan iç barışı sağlamasını engellediğini ileri sürdü.[136] Siyasal yönetimin halktan geldiğini, halkın sahip olduğu bu yönetimi hiç kimseye devretmemiş olduğunu, kendi iç deviniminden kaynaklanan gereksinimlere yanıt arayan toplumun aynı zamanda yasaların da yaratıcısı olduğunu anlattı.

Devletin mutlak iktidarının sınırlandırılması gerektiğini belirten Marsilius, vicdan özgürlüğünü de savundu.

Marsilius’a göre, din adamlarının görevi insanlara doğru yolu göstermektir. Ama hiç kimse, insanları dinî görevlerini yerine getirmeleri konusunda bir zorlamaya tabi tutamaz.

Bu düşüncenin, Avrupa’da laik yönetim anlayışının gelişip güçlenmesinde büyük katkısı oldu.

Osmanlılar’daki sekülerleşme ise, 1606’da Avusturya ile imzalanan Zitvatorok Antlaşması ile başladı.

11 Kasım 1606’da Avusturya ile Osmanlı Devleti arasında imzalanan Zitvatorok Antlaşması, Osmanlılarda sekülerleşmenin de başlangıcıydı. Çünkü 17 maddelik bu antlaşmanın 2. maddesi gereğince Osmanlı Devleti kuruluşundan beri ilk kez bir Hıristiyan devletini kendisiyle eşdeğer olarak görmeyi resmen kabul ediyordu.

Osmanlı Devleti, kuruluşundan başlayarak askeri fetih politikasını İslâm dinini yayma amacıyla birleştirmişti. Dolayısıyla Hıristiyanlara karşı Osmanlı savaşları, aynı zamanda gazâ (dini savaş) olarak görülüyordu. Osmanlıların özellikle Kanuni döneminin sonlarına kadar toprak bakımından sürekli genişlemesi, İslâm dininin de etki alanının genişlemesi anlamına geliyordu. Bu genel felsefenin ve fiili durumun sonucu olarak da, Osmanlı yönetimi İslâm dininin dünyaya egemen kılınmasını kutsal bir görevi olarak görüyor ve diğer dinlere mensup toplulukları ve devletleri de doğal olarak küçümsüyordu. Onların yaşadıkları toprakları da geleceğin egemenlik alanları olarak görüyordu.

Avusturyalılar’la 14 yıl süren savaştan sonra yapılan bu antlaşma sonucunda Osmanlılar birkaç kale ve şehir elde etmekle birlikte ilk kez politik ve manevi bakımdan kendilerini gerilemiş olarak hissettiler. Çünkü o tarihe kadar Osmanlı hükümdarlarıyla aynı derecede sayılmayan ve kendisine kral diye hitap edilen imparatora, bundan sonra Cesar (veya İmparator) denilecekti. Böylece Hıristiyan bir devletin kralının Osmanlı padişahı ile aynı derecede saygın ve yetkin olduğu kabul edilmiş oluyordu. Zitvatorok Antlaşması, elbette Osmanlıların daha sonraki savaşlarının dini muhtevasını yok etmedi, fakat bu tarihten sonra Osmanlıların İslâm dinini dünyaya yayma yönündeki iradeleri çok zayıfladı. (Buna karşılık dış politikadaki bu sekülerleşmenin iç politikada bir karşılığı olmadı. Azınlık durumundaki mezheplere mensup insanlar üzerindeki baskılar devam etti.) Çok yaygın bir anlayışa göre Osmanlılarda sekülerleşmenin başlaması, XVIII. yüzyılın başlangıcına, Lale Devri’ne (1718-1730) ait bir gelişme olarak görülmektedir. Şüphesiz III. Ahmet’in saltanat devrinde sadrazam 28 Çelebi Mehmet’in ve oğlu Sait Bey’in Fransa gezisinde gördükleri uygarlık örneklerini bir rapor hâlinde övgüyle padişaha sunmaları ve ardından da orada inceledikleri matbaayı Sait Bey’in resmi girişimleriyle ve Macar asıllı İbrahim Müteferrika’nın yönetiminde kurmaları, sekülerleşme ve modernleşme bakımından çok önemli gelişmelerdir.

XVIII. yüzyılın ikinci yarısında ise, özellikle deniz ve kara mühendishanelerinin kurulmasıyla başladığını kabul edebileceğimiz modern ve seküler eğitim ve ordu girişimleri, daha sonraki yüzyıldaki gelişmeleri kuvvetle etkileyecek girişimler olmuştu…[137]

Laiklik elbette bugünün mevzuu değil. İmparatorluğun yeni rejim tartışmalarıyla geçen son yüzyılında gündemi ateşleyen en hararetli konu. Osmanlı başkentinde laikliği resmi bir teklif olarak gündeme getiren ilk kişi Mısır Hidivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunu Mustafa Fazıl Paşa’ydı.

Mısır Hidivi İsmail Paşa’nın ısrarı ile valilik saltanata dönüşmüş, ağzını kapatması için 4.5 milyon İngiliz altını verilen Mustafa Fazıl Paşa da ‘Meclis-Hazain’ başkanlığına getirilmişti. Osmanlı sisteminin tepeden tırnağa ve radikal şekilde değiştirilmesine dair görüşlerini hidivlik hakkını kaybetmenin yarattığı küskünlüğün de etkisiyle seslendirdiği bilinen Fazıl Paşa üç ay sonra sadrazam Fuad Paşa’yla çatıştı ve hudut dışı edildi.

Osmanlı tarihinde hudut dışına çıkarılan ilk kişi olan Fazıl Paşa’nın soluğu Fransa’nın başkenti Paris’te aldığı biliniyor; muhteşem serveti sayesinde Champs-Eylsée’de bir malikâne kiralayan paşanın çevresini kendisinden önce Avrupa’ya kaçmış kimi aydınların aldığı da…

Aralarında Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa gibi isimlerin de bulunduğu kadroya Yeni Osmanlılar tanımı karşılığı olarak ‘Jeune Turc’ ismini veren oydu.

‘Muhbir’, ‘Hürriyet’, ‘Ulum’, ‘Fecir’ yayımlanmasına omuz verdiği gazeteler arasındaydı. Ziya Paşa’nın cumhuriyet yanlısı yazıları, Namık Kemal’in meclis idaresi isteğini dile getirdiği makaleleri, Ali Suavi’nin Ulum’da kaleme aldığı, “İbadatı, muamelat-ı dünyeviyeden ayırıp dünyaya müteallik başkaca ve müstakilen tedvin etmeli…” cümlesiyle dile getirdiği laiklik tartışması onun desteğiyle kamuoyuna yansımıştı.[138]

Özetle Osmanlılarda sekülerleşme, XVIII. ve XIX. yüzyılda ve XX. yüzyılın başlarında çok çeşitli boyutlarda gelişerek devam etmişti. XIX. yüzyıl Osmanlı dünyasındaki sekülerleşmenin önemli bir dönüm noktası da, 1839’daki Tanzimat Fermanı’nın ilanıydı.

Tanzimat Fermanı, ülkedeki Hıristiyan tebaa ile Müslüman halk arasındaki hak eşitliğini sağlamada önemli bir adım olarak değerlendirilebilirdi. Ancak aynı hak eşitliği, Osmanlı ülkesindeki Sünnî olmayan diğer mezheplere tanınmamıştı ve T.“C”de de farklı değildi.

Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi Ahmet Kuyaş, “Fransa’da ve Türkiye’de, Katoliklik ve İslâm, devlet içinde kültürel olarak kurumsallaşmış bir yapıdaydı. Jakoben bir kopuşla bu iki dinin devletten ayrılması gerekiyordu. Fakat iki dinin yapısal olarak ayrıştığını ve bu nedenle, laikliğin gelişim eğrisinin iki ülkede farklı olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Katolik kilisesi ile Jakobenler arasında kanlı bir mücadele varken, Türkiye’de din kurumuna dair bu kadar radikal bir kopuş olmamıştır,” derken; Bilgi Üniversitesi öğretim görevlilerinden Emre Gönen de ekliyor: “Türkiye’de temel sorun laikliğe geçiş esnasında çatışmaların yaşanmamış olmasıdır. Türkiye laikliğe sancısız geçmiş, temel sorunları çözememiştir. Cumhuriyet öncesi mahalle mektebinde Kur’an okutan hoca, çağdaş Cumhuriyetin öğretmeni olarak atanmıştır.”

Siyasal bilgiler profesörü Ali Kemal Doğan ise laiklik sosyolojisinin kurucusu olan hocası Jean Bauberot’nun laiklik kavramını “birlikte yaşama sanatı” olarak tanımladığını hatırlatıp, “Türkiye’de yeni kurulan laik ulus devlette Müslümanlık, Türklük ve yurttaşlık bir aradadır. Azınlıklar potansiyel tehlike olarak görülerek ulusal güvenlik için Sünnî bir eksen benimsenmiştir. Kısacası Türkiye’de laiklik adımının yanı sıra dinsel bir aidiyet olduğunu da görüyoruz,” derken;[139] Ali Kenanoğlu da şu önemli saptamayı dillendirir:

“Bizim ülkemizdeki din devlet ilişkisinin başka ülkelerde bir örneğine rastlamak mümkün değildir. Bu nedenle de Hükümetin çeşitli metinlerinde bu laiklik Türk laikliği olarak adlandırılmaktadır.”[140]

Türk laikliği anayasaya 1937’de girdi; ama bu devletin din işlerinden elini eteğini çekmesi veya her türlü inanca eşit mesafede olması değildi ve dini yaşamın esas düzenleyicisi olmasına dayalı bir “yerli ve milli” laiklik uygulaması 1924’den itibaren başlamıştı. Özetle Sünnî İslâm, devletin yarı resmi dini oldu ve öyle kaldı.[141]

Bir başka deyişle Osmanlı’dan T.“C”ye devlet ile dini kurumlar hiçbir zaman tam olarak bir birlerinden ayrılamadılar. Devletin, Diyanet İşleri Başkanlığı var, Diyanet İşleri Başkanı’nı hükümet atıyor, hükümetin emrindeki memuru, Sünnî din görevlileri örneğin imamlar maaşını devletin genel bütçesinden alıyor, çünkü bunlar devletin memurları konumunda. Günde beş defa hoparlörlerden haydin namaza diye çağrılar yapılıyor. Hiç bir gurup bu hoparlörlerle ezan okumaya son verilsin demiyor, diyemiyor.

Bu anlamda diyebiliriz ki, coğrafyamızda laiklik, kelimenin gerçek anlamında hiçbir zaman olmadı. Bunun olması için Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kapatılıp, devletin dini görevlilere genel bütçesinden maaş vermesine derhâl son verilmelidir. Devlet anayasası ile yasaları çerçevesinde, bu gün partilerini, demokratik kitle örgütlerini, derneklerini kontrol ettiği gibi, dini kurumları da kontrol etmeli, toplumsal barışı, toplumsal ahengi sağlamalı ama onu (dini- din adamını kendi bütçesinden) beslememelidir.

Türkiye’de gerçek bir “laiklik” talebi için zorunlu din derslerine karşı çıkmak, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kapatılmasını istemek kaçınılmazdır.

III.3) “KEMALİST LAİKLİK”

Ancak bu tür tedbirler Kemalist laiklikle mümkün değildir.

Biliyorum, böylesi bir tespit “Cumhuriyetin kazanımları” retoriğine sarılanları rahatsız edecektir; ama yapacak bir şey yok!

Kavranması gerek: AKP, Sünnî İslâm’ı, tıpkı Cumhuriyetçilerin merkezde araçsallaştırması gibi siyasi güç ve rant uğruna araçsallaştırdı ve Cumhuriyet’in kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nı (DİB) çıkarları için kullandı…

Mustafa Kemal de İttihatçıların ortak paydasına katılmakla birlikte, dinin toplumsal ve siyasi açıdan öneminin de farkındaydı. Nitekim Milli Mücadele döneminde “Bizim kanun-i esasimiz (anayasamız) Kur’an-ı Kerim’dir” dedi. Ancak modernleştirme projesi uygulanmaya başladığında başat unsur Türklük ve Türkleştirme politikalarıydı. Kürtler bu nedenle inkâr ve imha politikalarına maruz kaldılar.

Laiklik ilkesi de modernleşmenin bir aracı olarak getirildi. Aslında gerçek bir laiklik söz konusu değildi. Sünnî Müslümanlık Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulmasıyla devlet tarafından araçsallaştırıldı ve denetim altına alındı. Alevîlerin tekke ve dergâhları kapatıldı. Kürtler, Alevîler, gayrimüslimler, devlete yamanmayan gerçek Müslümanlar mağdur oldular.[142]

Bu tabloda görülmesi gerek: Toplumsal mücadele yalnızca AKP’nin neo-liberal İslâmcı gericiliğini değil aynı zamanda onun karşısında iflas eden Kemalist laikliğin de sınırlarını zorluyor. Her ikisinin de duvarları çatladı. Bugün politik bir ilke olarak laiklik, toplumsal/proleter bir devrime doğru genişletilmek zorunda

Gerici saldırılar şiddetlendikçe laikliğin savunma hattında bir yeniden canlanma gözleniyor. Popüler kampanyalar örgütleniyor, birlik çağrıları yapılıyor. Elbette gericiliğe karşı en küçük bir duyarlılığa bile ihtiyaç duyduğumuz günlerde samimi mücadele çağrılarının önemini kim yadsıyabilir ki? Ne var ki neo-liberal İslâmcı gericiliğe karşı etkin bir savunma hattının örgütlenmesinde başarısız olmuş ulusal/Kemalist cepheleşme eğilimleriyle de hesaplaşmak da kaçınılmaz görünüyor. Gericiliğe karşı mücadeleyi burjuva “ilericiliği”yle sınırlayan devletçi bir laiklik anlayışının bugünün proleter toplumsal mücadelelerinin ayağında bir pranga olmaktan öteye gitmediği açık…

Laikliği, cumhuriyetin yarım bıraktığı, eksikleri, hataları olan, bugün devrimciler tarafından tamamlanması veya aşılması gereken bir proje olarak görmeye devam ettiğimiz sürece laikliğin oturduğu mevcut (burjuva) zemini oynatabilmemizin imkânı yoktur. Toplumsal ve siyasal hayatın dünyevileşmesi anlamında laikleşme, cumhuriyet reformlarıyla hayatımıza girmemiştir. Cumhuriyetin laiklik politikası XIX. yüzyılın modernleşme çabalarının devamı ve yeni bir aşaması olmuştur ancak aynı politika laikliğin önündeki engellerden birini de teşkil etmiştir…

Günümüz Kemalist laikliği için diyebiliriz ki:

  1. Kemalist laiklik, bir ulus-devlet inşasının parçasıdır. Yani devletçidir. Mevcut devletin bekasını korumayı hedefler. Bu yüzden mevcut rejimi bütün çürümüşlüğüne rağmen korumayı hedefleyen diğer aktörler ile kolayca yan yana gelebilir, ittifak kurabilir, onların politikasına tabi olabilir. Bunun en son örneklerinden biri anayasadan laiklik maddesinin kaldırılması tartışmalarında eskinin bir numaralı laik rejim bekçisi TSK’dan ses çıkmaması ve CHP’nin de AKP’nin erken dönem argümanı olan “vicdan özgürlüğünün garantisi olarak laikliği” savunmasıdır.
  2. Kemalist laiklik, dinselleştirmenin sermaye birikimi ve sömürü ile olan ilişkisini sorun etmez. Oysa İslâmcılık kapitalizm ile tamamen uyumlu hâle gelmiştir. Neo-liberal tahribatın yürütücüsüdür. Sermaye birikimi dinselleştiği için veya başka bir ifade ile kapitalist sömürüyü mümkün kılan şey bugün dinselleştirme olduğu için hem laikliği savunmak hem sermaye sahipleri ile ortaklaşmak mümkün değildir…
  3. Kemalist laiklik, gericilik olgusunu basitçe ilerlemeye, gelişmeye, yeniliklere, çağdaşlığa karşı çıkan yobazlık olarak görür. Oysa ki gericilik, kapitalist ilişkilerle eklemlenmiştir. Neo-liberal dönemde gericilik “kızlarımızı beynini yıkayıp kapatıyorlar”, “dini siyasete alet ediyorlar-dini istismar ediyorlar” gibi argümanlarla açıklanamaz. Çağdaşlaşmanın her türlü imkânlarından yararlanan İslâmcılık artık basit bir “istemezükçü” gericiliği değil, alternatif bir toplumu hedeflemektedir. Bu toplum, dinselleştirme yoluyla tahakküm altına alınan ve kapitalist sömürünün azami kılındığı bir toplumdur.

Yani Kemalist laiklik, AKP ve Sünnî İslâm devletleşmeden önce (burjuvazinin çıkarlarıyla) sınırlı bir laikliği temsil ediyordu. Sermaye egemenliğinin önünün açılması dinin politik egemenliğinin kırılmasına bağlıydı; şimdi de tam tersi. Neo-liberal sermaye egemenliğinin yerleşmesi, sermaye egemenliğinin dinselleşmesine bağlı.

Yani bugün burjuvazinin çıkarları laikliğe ihtiyaç duymuyor. Bu sebeple Kemalist laikliğin içi tamamen boşalmıştır. Laiklik artık politik bir ilke olarak kapitalizme karşı mücadelenin kurucu ilkesidir. Bugün laik olmak demek, emek yönetiminin dinselleşmesine ve halkın kolektif hak arama eylemini gayrı meşru ilan eden sermayenin dinselleşmesine karşı mücadele etmek demektir. Sermaye birikiminin dinselleşmesine koşut olarak her türlü sömürüye direnmenin koşulları da sekülerleşmiştir. Dinselleşen sermayeye, dinselleşen cinsiyetçiliğe, sözün kısası, tahakküm kurmanın her türlü biçiminin dinselleşmesine karşı direnmenin yolu laikliği yaygın/kitlesel ve sistem-karşıtı bir mücadele hattına dönüştürmekten geçiyor.[143]

III.2) ERDOĞAN’LI, AKP’Lİ DURUM

Erdoğan’lı, AKP’li durum(umuz)u, “Laikliğin tümüyle devreden çıkartılması on yılı aşkın bir süredir Türkiye’de resmi politikadır,”[144] saptamasının betimlediği coğrafyamızda; Güneri Cıvaoğlu, “… ‘Parasında ‘Tanrıya güven’ yazılı ve başkanlık görevine başlayış töreninde ‘kutsal kitaba el basarak yemin’ olan Anglo Amerikan seküler devlet bir laik devlet türevidir ama ikisi farklıdır. ‘Avrupa’nın laik devlet’ kavramına göre yapılanan Türkiye, Amerika’nın ‘seküler devletine’ doğru -bir bakıma- ‘rota kaydırmakta,”[145] saptamasının altını çizerken; Umur Talu da ekliyor:

“Anayasa’nın daha başında, TC demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir, yazıyor. Demokratik, kalmadı; bakiyeyi kaldırdık. Sosyal, kalmadı; artığını özelleştirdik. Hukuk devleti, kalmadı; bilhassa şahsileştirdik. Laiklik neden kalsın ki?”[146]

Kolay mı?

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in, “Fransız ihtilaliyle birlikte insanlık başka bir arayış içine girdi. Dinlerin dışında daha seküler bir dünya kurmayı tasarladı. Fakat sekülerizm dinlerden kaynaklanan şiddeti de geride bırakarak dünyayı topyekûn bir savaşın içine soktu,”[147] diye haykırdığı tabloda, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden Yrd. Doç. Dr. Ateş Uslu’nun ifadesiyle, “Hilafet konusu 2010’lu yıllarda iki konuyla bağlantılı olarak gündeme geliyor: Güçlü yürütme/başkanlık sistemi tartışmaları ve ‘bölgesel güç’ tartışmaları. Hilafet, çoğu zaman dinsel otorite ve siyasal iktidarın sınırsız yetkilerini üzerinde toplayan bir tür ‘mutlak yönetim’ olarak anlaşılıyor. Oysa hilafet çokça sanıldığının aksine sınırsız güç bahşeden bir makam değildi; İslâm siyasal metinlerinde halifeye çok çeşitli hukuki ve ahlâki kısıtlamalar getiriliyordu. Ancak hayallerin ve idealize edilmiş kavramların (özellikle de hilafet gibi dinsel boyutlar taşıdıkları takdirde) kitleleri mobilize etme potansiyelleri bulunuyor. Dolayısıyla ilerleyen dönemde tarihsel içeriğinden tamamen boşaltılmış bir hilafet tanımı üzerinden bir hegemonik söylemin geniş kitleler tarafından benimsenmesi mümkün”dür.[148]

Tüm bunlar AKP’nin, yeni anayasada “Devlet düzeni kısmen de olsa din kurallarına dayandırılamaz” hükmü olmasına karşı çıktığı;[149] dönemin Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın 6 Haziran 2012’de, “Anayasada müdahaleci laiklik var,”[150] dediği; TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın, “Laikliğin farklı inanç gruplarına sağladığı hürriyetlerin mevzuatta yer bulması, devlet ve milleti karşı karşıya getirmeyen bir laikliğin tarifi ve tatbikatı yeni anayasada olmalıdır.”[151] “Laiklik cumhuriyetin temel esaslarından değil.”[152] “Yeni anayasa dindar olmalı,”[153] görüşünü dillendirdiği tabloya ilişkin olarak Rıza Türmen, “Bütün topluma tek bir inancı giydirmeye çalışan AKP projesi laiklikle bağdaşmayan bir projedir,”[154] saptamasını dillendiriyor.[155]

Yine Marmara Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Behlül Özkan, AKP’nin siyasal İslâm geleneğine yaslandığını ve hiçbir zaman gerçekten demokratik değerleri benimsemediğini, fakat bu değerleri zamanında çıkarları için kabul ettiğini belirtip, AKP’nin 14 yıllık iktidarında gelinen noktanın ise demokratik değerleri toptan imha etmek olduğunun altını çizerek ekliyor: “Türkiye’de ülkenin 1950 sonrası askeri bürokratik hegemonya sisteminden doğan İslâmcılar, 1990’larda bu sistemi değiştirmek vaadiyle iktidara geldiler. AKP’nin isminde var olan Adalet ve Kalkınma’dan eser yok. Sonunda da İslâmcılar yeni statüko oldular.”[156]

  1. AYRIM: NE YAPILMALI?

“Laikliğe dair gerilimlerden kurtulması için, bu kavramın, üzerine yüklenen tüm felsefi/sınıfsal anlamlardan arındırılması ve ‘dine karşı tarafsızlık’ şekilde anlaşılması lazım,”[157] önerilerine “Hayır” diyen toplumcu laiklik, asla dinle değil, yalan ve yalancılıkla,[158] yani dini var eden koşullara karşı mücadele eder.

“Dine karşı tarafsızlık” politikası yerine; “Devletin hiçbir dini kurumu olmamalı,” der ve ekler: “Din işleri, organizasyonu, eğitimi, öğretimi, finansmanı da dahil”!

Toplumcu laiklik ile eşitlikçi-özgürlük mücadelesini birbirinden ayırmak mümkün değilken; aklın özgürleşmesine denk düşen laiklik, toplumsal yaşamı dinsel kurallardan arındırmaktır.

Laiklik, asla inançla aklı uzlaştırmak falan değildir. Laiklik, aklın toplumsal yaşamda artan egemenliği demektir.

Ve laiklik konusundaki en büyük yanılgı onu “ulu’l emre itaat” (din) üzerinden tarif etmeye kalkışmaktır.[159]

Unutmayın; “Credo, quia verum est/ İnanıyorum, çünkü gerçek,” diyen din; “hakikât” ve “kutsal” tanımı gereği mutlak ve evrenseldir, ya da evrenselliği arzular. “Kutsal”a ilişkin evrensellik arzusu özellikle patolojiktir. Bu arzu, diğer kutsalların varlığı ile bağdaşmaz. Bu bağdaşmazlık, kolaylıkla “ötekinin” yok olmasını arzulamaya açılır…[160]

Ayrıca din her zaman iktidarı arzular ya da din “iktidar” ister, iktidarsız yapamaz. İktidar ve din birbirini her zaman besler. Tarihte dini kullanmayan dine yaslanmayan bir iktidar tam tersi iktidarı arzulamayan ve iktidarı meşrulaştırmayan din de yoktur. Birbirini besleyen ve buna mukabil yer yer de tüketen bir simbiyotik (bağımlı, ilişik) ilişki vardır.[161]

Toplumcu laiklik tam da bunlar için gerekliyken; Karl Marx’ın maddeci tarih görüşüne göre din, toplumsal formasyonun üst-yapısında yer alan bir kurumdur.

Hatırlanacağı üzere 1844’te Karl Marx şunları yazıyor: “Dini yapan, oluşturan insandır; din insanı oluşturmaz. İnsan, devletin, toplumun ürünüdür. Bu devlet ve bu toplum dini üretir. Din de dünyanın tersine döndürülmüş bir bilincidir… Din mazlum yaratığın soluğudur; kalpsiz bir dünyanın kalbidir ve ruhsuz koşulların ruhudur. Halkın da afyonudur. Halkın sahte saadeti olan dini ilga etmek, halkın gerçek mutluluğunu talep etme anlamı taşır. Kendi durumlarına ilişkin yanılsamalarından kurtulma daveti, aslında, yanılsamalara gerek duyan bir dünyadan kurtulma davetidir.”

Bu ifadeler, dinin iki boyutunu da içerir. Halk kültürü olarak din: “Mazlum yaratığın soluğu; kalpsiz bir dünyanın kalbi”… Ve halk sınıflarının sömürü düzenine teslimiyetini sağlayan ideolojik işlevi ile; “halkın da afyonu” olan din…

Karl Marx ile Friedrich Engels, daha 1848 devrimlerinden itibaren hem bilimsel hem de programatik çalışmalarında, din ve işçi sınıfı ilişkilerini inceleyip, her türlü dinsel inancın insan gelişmesinin önünde engel oluşturduğunu altını çizmişlerdi

Karl Marx ile Friedrich Engels’in ‘Hegelschen Recht Philosopie’ (1843-1844)’de kaleme aldığı belgede, üç noktada toplanabilecek itirazları temel olarak şöyle özetlemek mümkündür.

“Gerçekten, kendisinden önce hükmetmekte olan sınıfın yerini alan her yeni sınıf, kendi amaçlarına ulaşmak için de olsa, kendi çıkarını toplumun bütün üyelerinin ortak çıkarı olarak göstermek zorundadır. Ya da şeyleri fikir planında açıklamak istersek: bu sınıf, kendi düşüncelerine evrensellik biçimi vermek ve onları tek mantıklı, evrensel olarak tek geçerli düşünceler olarak göstermek zorundadır.”[162]

Tıpkı emekçilerin kendi yaptıkları ürünlerin bir kez ellerinden çıktıktan sonra pazar ekonomisinin bir gereği olarak kendilerini yaratan emekçileri kontrol etmeye, yönetmeye başlaması gibi; “dini yapan insanların yeniden din tarafından şekillendirilmesi” yani dinsel yabancılaşma.

Din, bilim geliştikçe bilimsel gelişmenin dışında hattâ karşısında olmak zorunda olan çarpık bir dünya görüşüdür bu yüzden bir “Epoche”dir. (Geçici bir olgudur.)

Dinin psikolojik rolünü anlamak onun dünyayı içine düşürdüğü “bu allahın belası” rolü de anlamak demektir.

Bütün bu eleştirel yaklaşımlarına rağmen, Klasik Marksizm dinin bir illüzyon olarak yasaklanmasının ve ortadan kaldırılmasını savunmaz, ona ihtiyaç duyulan nedenleri yani “illüzyonu” ortadan kaldırmayı savunur.

‘Gotha ve Erfurth Programları’nın Eleştirisi’nde kilise ve devletin tam olarak birbirlerinden ayrılması, bütün dinsel cemaatlere hiç bir ayrıcalık ve öncelik tanınmadan onların sadece bir dernek, bir dostluk grubu olarak kabul edilmesini ve bütün eğitim verme, eğitim kurumu kurma yetkilerinin ellerinden alınmasını savunur.[163]

Başka çaresi de yoktur.

“Siyasal İslâm AKP adlı parti çatısı altında buluştu ve 2002’de siyasal iktidarı ele geçirdi… Bunca yıl iktidar açlığı çekmiş böyle bir siyasal güç, olası bir seçim yenilgisinde çekilip gider mi?”[164] sorusunun tüm yakıcılığıyla gündemde olduğu koordinatlarda, “Laiklik Marksizmin ilkesi olamaz”;[165] “Laik ve bilimsel eğitim’ sloganı niçin yanlıştır; karşı devrimcidir ve gericidir”[166] fantezilerine, Yusuf Kaplan’ın şu saptamalarını hatırlatalım:

“Bu coğrafyaya Müslümanlık adına, Müslümanlık için ayak bastık. Zamanla İslâm medeniyetinin en önemli çekim merkezlerinden ve havzalarından biri hâline getirdik bu coğrafyayı.

Ne zaman ki biz bu coğrafyayı mesken tuttuk, bu coğrafyaya iskan ettik; duyarlıklarımızı, ruhumuzu bu coğrafyanın taşına, toprağına nakşettik, işte o zaman bu coğrafya ve bu coğrafyanın hinterlandı olan İslâm coğrafyası yüzyıllarca sükun buldu, huzur buldu…

İslâm, yegâne varlık nedenimiz ve sigortamız.

Oysa İslâm, bu toplumun da, bölgemizin de -genelde- tek varlık nedeni, birliğinin, dirliğinin, kardeşliğinin yegâne sigortasıdır.

Bugün Türkiye hem içerden hem de dışardan tam bu nedenle kuşatılıyor: Türkiye’nin medeniyet iddialarını üstlenmesi, Batılıları ve içerideki seküler uzantıları Batıcıları ürpertiyor.

Eğer Türkiye, medeniyet iddialarını benimseyen bir yörüngeye girecek olursa, bu, bizim orta ve uzun vadede bölgenin tarihini Batıcılıların değil yeniden bizim yapacağımız, Batıcılılarınsa buradan defolup gitmeleri anlamına geliyor…

Türkiye’nin bölgeye çeki-düzen vermesine ve içyapısının da İslâmî bir yörüngeye oturtulmasına içeriden Batılıların gerçek anlamda uydusu azgın azınlık Batıcılar tarafından büyük bir tepki verildi bir asır boyunca. Bu tepki şu ân anlamsızlaştı.

Türkiye, medeniyet iddialarına sahiplenecek hem içeriyi hem de bölgesini şekillendirecek bir yolculuğa çıkacak. Batılılar ve içimizdeki Batıcı kelaynaklar ne kadar direnirlerse dirensinler, bildiğimiz dünya çöktü ve yeni bir dünya kurulacak.

Bölgemizde yaşanan kaos, yeni bir dünyanın kurulmasıyla sonuçlanacak.”[167]

Bu satırların yazarının herhâlde “yeşil kuşak” projesinden, ABD’nin Ortadoğu’ya “ılımlı İslâm”la nüfuz etme tasarımlarından vb. haberi yok! Kafasındaki dünya tahayyülü “dar-ül harp” ve “dar-ül İslâm”dan ibaret. Ve hâlâ “küffara karşı, yeni bir medeniyet müjdesi” olarak çıkan “mazlum İslâm” efsanelerinin yalanından besleniyor…

Ancak algı ve kavrayış düzeyi neden olursa olsun, bu tüm laiklere karşı bir savaş ilanıdır;[168] o hâlde şimdi yapılması gereken de toplumcu laiklik ile eşitlikçi-özgürlük mücadelesini birbirinden ayırmadan birleştirmek, mücadele etmektir.

13 Temmuz 2016 18:40:43, Ankara.

N O T L A R

[*] Arasöz Dergisi, Ağustos 2016…

[1] Blaise Pascal.

[2] Fikret Soydan, “Anayasa Meselesi ve Sistemin Yeniden Dizaynı”, Kaldıraç, No:128, Ocak 2012, s.50-53.

[3] Seyfi Öngider, “Minareyi Çalan Kılıfını Hazırlar!”, Radikal İki, 5 Şubat 2012, s.2.

[4] Raşit Kaya, “Anayasa Yapmak Üzerine”, Birgün, 27 Mayıs 2012, s.5.

[5] Selin Ongun, “Prof. Dr. Ergun Özbudun: Allah Islah Etsin Demekten Başka Sözüm Yok”, Cumhuriyet, 7 Mart 2016, s.13.

[6] Cafer Karatepe, “… ‘Yeni Anayasa’ Tıratoryası”, 9 Mart 2016… http://sendika10.org/2016/03/yeni-anayasa-tiratoryasi-cafer-karatepe/

[7] Hakkı Taş, “Lüks Anayasa”, Radikal İki, 11 Aralık 2011, s.8.

[8] İbrahim Ö. Kaboğlu, “… ‘Yeni Anayasa’ Deme Hakkınız Yok, Eğer;”, Birgün, 19 Kasım 2015, s.9.

[9] Bu konuda çok önceleri dediklerim(iz) için bkz: Sibel Özbudun-Temel Demirer, “… ‘Yeni Anayasa’ya Eski(meyen) Dersler!”, Devrim Yolunda Kurtuluş, No:3, Ekim 2007; Devrimci Demokrasi, Yıl:6, No:120, 8-16 Ekim 2007; Devrimci Demokrasi, Yıl:6, No:121, 23-31 Ekim 2007; Devrimci Demokrasi, Yıl:6, No:122, 10-16 Kasım 2007… Atılım, Yıl:2, No:2007 42 (179), 20 Ekim 2007… Mücadele (Almanya), No:198, Ekim 2007…

[10] İhsan Çaralan, “Bu Meclis ‘Yeni Bir Anayasa’ Yapabilir mi?”, Evrensel, 19 Kasım 2015, s.3.

[11] İzzettin Önder, “Anayasa İdeolojisiz Olur mu?”, Evrensel, 19 Aralık 2011, s.5.

[12] Deniz Nazlım, “Hacettepe Üniversitesi Anayasa Hukuku Doçenti ve Sınır Tanımayan Avukatlar Derneği Genel Başkanı Öykü Didem Aydın: AKP Anayasası Zamanın Ruhuna Aykırı”, Gündem, 31 Mart 2016, s.11.

[13] Nitekim bu sözcüğün ilk defa Osmanlıca’ya çevrilmeye çalışıldığı XIX. yüzyılın ortalarında karşılık olarak önerilen terimler arasında, klasik Osmanlı siyasal düşüncesinin önemli bir kavramını içeren; “nizam-ı serbesti” terimi de görülür.

[14] Selçuk Erez, “Anayasa Değil, Hatt-ı Hümayun!”, Cumhuriyet Pazar, No:1357, 25 Mart 2012, s.9.

[15] Cevahir Ömürcan, “Bireyin ve Devletin Toplumla Sözleşmesi: Anayasa”, Gündem, 25 Şubat 2013, s.10.

[16] Ümit Kardaş, “Osmanlı-Türk Sistemi”, Taraf, 17 Şubat 2015… http://www.taraf.com.tr/yazarlar/osmanli-turk-sistemi/

[17] İlhan Cihaner, “Yeniden Anayasa…”, Birgün, 4 Aralık 2015, s.3.

[18] Fuat Keyman, “Yeni Anayasa Süreci Bitti ve Bizler Aldatıldık”, Milliyet, 23 Kasım 2013, s.22.

[19] Can Paker, “Yeni Anayasadan Ne Bekliyoruz?”, Milliyet, 27 Kasım 2012, s.26.

[20] İzzettin Önder, “Bu Yönetimde Demokratik Anayasa”, Evrensel, 7 Mayıs 2016, s.5.

[21] Güven Gürkan Öztan, “Sermaye-İktidar Kol Kola Yeni Anayasaya”, Birgün, 7 Aralık 2015, s.3.

[22] Ayşe Sayın, “Gizli Saklı ‘Sivil’ Anayasa”, Cumhuriyet, 27 Ocak 2012, s.4.

[23] Özdemir İnce, “Arap Devletlerinde Din ve Anayasa”, Hürriyet, 13 Kasım 2011, s.17.

[24] “Anayasa’dan Ata’yı Silecekler”, Cumhuriyet, 15 Haziran 2016, s.6.

[25] Rifat Başaran, “Yeni Anayasa İçin Referandum Resti”, Radikal, 31 Ocak 2013, s.13.

[26] İbrahim Ö. Kaboğlu, “Yerli ve Milli Anayasa Çelişkisi”, Birgün, 4 Şubat 2016, s.9.

[27] İbrahim Ö. Kaboğlu, “Anayasa İçin ‘Türk Tipi’ Öneriler…”, Birgün, 7 Ocak 2016, s.9.

[28] Özdemir İnce, “Arap Devletlerinde Din ve Anayasa”, Hürriyet, 13 Kasım 2011, s.17.

[29] Ali Sirmen, “Anayasa Benim!”, Cumhuriyet, 3 Mart 2016, s.4.

[30] Ahmet Altan, “Anayasa ve Vicdan”, Taraf… http://www.taraf.com.tr/ahmet-altan/makale-anayasa-ve-vicdan.htm

[31] Eser Karakaş, “Anayasayı Hep Birlikte Unutturuyorlar”… https://www.yenihayatgazetesi.com/anayasayi-hep-birlikte-unutturuyorlar-eser-karakas-22252

[32] Yavuz Baydar, “Anayasasızlaştırma”… http://www.ozgurdusunce.com/yavuz-baydar/anayasizlastirma-18708/

[33] Orhan Bursalı, “Totaliterliğin Aracı, Yeni Anayasa ve Sandık”, Cumhuriyet, 7 Nisan 2016, s.6.

[34] Bülent Sarıoğlu, “… ‘Düşünceye Sınır’ Tartışması”, Hürriyet, 14 Temmuz 2012, s.19.

[35] Nazlı Ilıcak, “Dindar Anayasa”, 28 Nisan 2016 … http://www.ozgurdusunce.com/nazli-ilicak/dindar-anayasa-19054/

[36] Meriç Tafolar, “CHP’den Alternatif Anayasa Taslağı”, Milliyet, 31 Mart 2016, s.21.

[37] “Kurucu İradeye Dokundurtmayız”, Milliyet, 13 Mart 2016, s.19.

[38] “Kılıçdaroğlu’ndan Anayasa Komisyonu Yanıtı: Parçası Olmayız”, Cumhuriyet, 3 Mart 2016, s.5.

[39] Namık Durukan, “HDP, ‘CHP’siz Olmaz’ Dedi”, Milliyet, 10 Mart 2016, s.18.

[40] Ozan Demircan, “Yüksekdağ ‘Maybe’ Dedi”, Cumhuriyet, 20 Kasım 2015, s.5.

[41] “HDP’den İlk Değerlendirme: Ortada Eşit Bir Seçim Yoktu”, Radikal, 1 Kasım 2015… http://www.radikal.com.tr/politika/hdpden-ilk-degerlendirme-ortada-esit-bir-secim-yoktu-1464167

[42] Mahmut Lıcalı, “Kaçak Çay İçer Gidersiniz”, Cumhuriyet, 26 Aralık 2015, s.7.

[43] Şerif Karataş, “HDP’li Mithat Sancar: Anayasa Tartışmaları Demokrasi ve Barış İçin İmkân”, Evrensel, 24 Şubat 2016, s.9.

[44] “Demirtaş: Biz Böyle Bir Faşist Devletin Haini Olmaktan Gurur Duyarız”, Radikal, 23 Ocak 2016… http://www.radikal.com.tr/politika/demirtas-biz-boyle-bir-fasist-devletin-haini-olmaktan-gurur-duyariz-1499804

[45] Mahmut Lıcalı, “HDP Sözcüsü Bilgen: Başkanlık Tartışılabilir”, Cumhuriyet, 5 Kasım 2015, s.6.

[46] “Demirtaş’tan Yeni Anayasa Açıklaması”, Radikal, 7 Kasım 2015… http://www.radikal.com.tr/politika/demirtastan-yeni-anayasa-aciklamasi-1467985/

[47] Ayşe Yıldırım, “Diktatörlüğe Karşı Demokrasi Programı”, Cumhuriyet, 6 Aralık 2015, s.7.

[48] Okan Müderrisoğlu, “Anayasa Süreci… HDP’nin Islahı… Özeleştiriler ve Öncelikler…”, Sabah, 14 Ocak 2016, s.21.

[49] “Demokratik Özerklik Haktır, Tartışılamaz”, Radikal, 19 Temmuz 2011, s.14.

[50] Ayşe Sayın, “Özerklikten Dönüş Yok”, Cumhuriyet, 26 Temmuz 2011, s.7.

[51] Rifat Başaran, “BDP’li Yıldız’dan Özerkliğe ‘Cumhuriyet’ Benzetmesi”, Radikal, 17 Temmuz 2011, s.17.

[52] “Özyönetimlerle ilgili siyasi çözüm deklarasyonu’ önemli bir belge. Sosyalistlerin, bu deklarasyonun, ‘tartışmaya açıktır’ ifadesini bir çağrı olarak kabul edip önyargılarla, kanaatlerle değil ‘düşünceyle’ yaklaşarak, olumlu katkı yapmak amacıyla cevap vermeleri gerekiyor…

Deklarasyon, ‘Kürt sorununu’ ‘demokratik özerkliğin’ çözeceğini söylüyor. ‘Kürt sorunu’ tam olarak tanımlanmadığı sürece bu saptamanın anlamlandırılması zor. Diğer taraftan, bir ulusal sorunun ulusal bağımsızlıkla sonuçlanması, hatta ırk ayrımına dayanan bir rejimin (Güney Afrika) yıkılması, ne demokrasiyi garanti ediyor, ne toplumsal sorunun çözümünü. Ezilen ulusun ya da ırkın seçkinleri bir devlet sahibi oluyor ama emekçi sınıfların durumu değişmiyor.

Diğer taraftan yerel/bölgesel özerklik olarak tanımlanan şeyin gerçekleşmesi hâlinde ortaya ‘demokratik’ (liberal ya da doğrudan vb.) bir yapının çıkabilmesi, tamamen o bölgedeki servet dağılımına, sınıflar arasındaki dengeye, siyasi örgütlenmelerin niteliğine bağlıdır.

Deklarasyonun ileri sürdüğü 14 maddeye bakınca da kapitalizmi, bölgede servet dağılımının siyasi kültürel sonuçlarını, kapitalist, feodal sınıfların ittifaklarını, çıkarlarını, reflekslerini hesaba katmayan ya da bunların bu 14 maddenin talep ettiği özgürlüklerle uyumlu olduğunu varsayan bir ‘demokrasi’ arayışı ile karşılaşıyoruz.” (Ergin Yıldızoğlu, “Özyönetimlerle İlgili Siyasi Çözüm Deklarasyonu”, Cumhuriyet, 31 Aralık 2015, s.9.)

[53] Belge ulusal solcuları rahatsız etti. İstanbul Barosu, DTK’nin açıkladığı 14 maddelik özerklik açıklamasına, 14 başlık ile çok sert bir cevap verdi. Yapılan yazılı açıklamada, “Talep edilen sözde ‘demokratik özerklik’ veya ‘özyönetim’, açıkça ülkenin bölünmesini istemek ve bu yönde bir kalkışma çağrısıdır. Cumhuriyet’e karşı bu kalkışma ve meydan okuma kabul edilemez. Anayasanın değiştirilemez ilkelerine aykırı bu taleplerin hukuken ve fiilen gerçekleşme şansı bulunmamaktadır,” denildi. (“İstanbul Barosu’ndan DTK’nin Özerklik Açıklamasına Sert Tepki”, Cumhuriyet, 30 Aralık 2015, s.6.)

[54] “Demirtaş: Ankara Hakkâri’ye Uzak”, Cumhuriyet, 10 Mayıs 2011, s.5.

[55] “Muhatap Öcalan”, Milliyet, 27 Şubat 2011, s.23.

[56] Nurcan Gökdemir, “Prof. Dr. Ali Murat Özdemir: Yeni Anayasa İçin Önce Cumhuriyet Projesi Lazım”, Birgün, 7 Kasım 2015, s.5.

[57] Taner Timur, Haberması’ı Okumak, Yordam Kitap, 2008, s.234.

[58] Muzaffer Şakar, “Anayasa Nasıl Yapılır Abidin?”, Radikal İki, 15 Ocak 2012, s.1-12.

[59] Mustafa Kemal Coşkun, “Yeni Anayasa Kime Lazım?”, Radikal İki, 15 Ocak 2012, s.6.

[60] Turan Eser, “Anayasa Kim İçin Yazılır?”, Birgün, 10 Mayıs 2016, s.7.

[61] Kemal Şahin, “Devlet Anayasa Yapıyor!”, Radikal İki, 8 Ocak 2012, s.5.

[62] İbrahim Ö. Kaboğlu, “… ‘Anayasa Darbecilerine’ Dikkat!”, Birgün, 26 Kasım 2015, s.9.

[63] Gökçer Tahincioğlu, “Anayasa Değişmese de Yarı Başkanlık Olacak”, Milliyet, 13 Kasım 2012, s.21.

[64] Murat Sevinç, “Şey Anayasacılığı!”, Radikal İki, 23 Aralık 2012, s.5.

[65] Muhammed Nureddin, “Türkiye Başkanlık Sistemi Yolunda”, Evrensel, 23 Mayıs 2016, s.10.

[66] Levent Toprak, “Sivil Anayasa Diye Diye…”, Marksist Tutum, 1 Mart 2016… http://marksist.net/levent-toprak/sivil-anayasa-diye-diye.htm

[67] Nazlı Ilıcak, “Erdoğan Neden Başkanlık İstiyor?”, 27 Şubat 2016… http://www.ozgurdusunce.net/erdogan-neden-baskanlik-istiyor-makale,533.html

[68] “Yanlış yola girdiğinde, hızlandıkça daha da kaybolursun.”

[69] 12. Cumhurbaşkanı, halkın oylarıyla yapılan ilk seçimde Başbakan Tayyip Erdoğan oldu. 20 milyon 282 bin seçmenin tercihiyle yüzde 51.95 oy alan Erdoğan, ikinci sıradaki rakibi Ekmeleddin İhsanoğlu’na 13.61 puan fark attı. Yüzde 73’te kalan katılım oranı, yüzde 89 olan 30 Mart 2014’deki seçime göre 16 puan düşük gerçekleşti. (Bülent Sarıoğlu, “Yüzde 51.9’la Çankaya’da”, Hürriyet, 11 Ağustos 2014, s.14.)

Cumhurbaşkanlığı seçimine katılım oranı yüzde 74.13 olarak gerçekleşti. Bu oran daha 4 ay önce yapılan yerel seçimlerdeki gerçekleşen yüzde 89.9 oranıyla kıyaslanınca oldukça düşük. Toplam seçmen üzerinden bakıldığında her 4 seçmenden 1’i oy kullanmamış. Ya da yerel seçimlerde oy kullanan her 6 seçmenden 1’i bu kez sandığa gitmemiş. (Bekir Ağırdır, “Düşük Katılım”, Hürriyet, 12 Ağustos 2014, s.17.)

[70] Şükran Soner, “Osmanlıcı Başkanlık…”, Cumhuriyet, 28 Mayıs 2015, s.9.

[71] Turan Eser, “Anayasa Kim İçin Yazılır?”, Birgün, 10 Mayıs 2016, s.7.

[72] Ahmet Tan, “… ‘Reis’ine Türüt Bir Anayasa”, Cumhuriyet, 21 Şubat 2016, s.10.

[73] “Belediye Başkanları Diktatör mü?”, Milliyet, 28 Ocak 2016, s.16.

[74] Cemil Ertem, “Yeni Anayasa: Başkanlık Sisteminin Temel Meşruiyet Alanları”, Milliyet, 18 Şubat 2016, s.10.

[75] Cemil Ertem, “Başkanlık Sistemi ve Ekonomi”, Milliyet, 7 Ocak 2016, s.10.

[76] Murat Karagöz, “Bu Ülkede Yapılabilecek En Büyük Devrim: Başkanlık Sistemi”, Milliyet, 2 Mayıs 2016, s.22.

[77] Hüseyin Çakır, “Fiili Başkanlık ve Cumhurbaşkanlığı Seçimi”, Taraf, 15 Temmuz 2014, s.10.

[78] Emre Kongar, “Başkanlık mı? Diktatörlük mü?”, Cumhuriyet, 3 Şubat 2015, s.2.

[79] “Tek Adamlığa Garip Savunma”, Cumhuriyet, 5 Şubat 2015, s.4.

[80] Alp Altınörs, “Kemalist Başkanlık!”, Gündem, 2 Aralık 2015, s.6.

[81] “Erdoğan: Ben Gidiyorum Ortalık Çalkalanabilir”, Cumhuriyet, 29 Şubat 2016, s.11.

[82] Alın size bir örnek: “Kuvvetler ayrılığı ilkesinin en keskin şekilde uygulandığı Başkanlık Sistemi’ni isteyen ve 10 yılda Türkiye’yi gerçek mânâda bir demokrasiye kavuşturan Başbakan Erdoğan’ın bu ilkeye değil, bu ilkenin istismarına haklı olarak karşı çıktığı açıktır.” (Hasan Celal Güzel, “Kuvvetler Ayrılığının Püf Noktası”, Sabah, 23 Aralık 2012, s.7.) Ne demeli?!

[83] Hilal Özdemir, “Erdoğan’ın İstediği Başkanlık Sistemine ‘Diktatörlük’ Diyoruz”, Cumhuriyet, 6 Ocak 2016, s.4.

[84] Doğu Eroğlu, “Siyaset bilimci Andrew Arato: Erdoğan’ın Hevesini Gezi Kırdı”, Birgün, 9 Mayıs 2014, s.11.

[85] Fahrettin Altun, “Başkanlık Sistemi Neden Gerekli?”, Sabah, 5 Şubat 2015, s.18.

[86] Orhan Kemal Cengiz, “Başkanlık Sistemi Neyi Temsil Ediyor?”, Radikal, 21 Nisan 2014, s.12.

[87] Aydın Hasan, “Başkanlık mı, Güçlü Parlamento mu?”, Milliyet, 12 Şubat 2016, s.20.

[88] “Binali Yıldırım: Anayasa Ne Derse Desin Başkanlık Sistemini Bu Ülkeye Getireceğiz”, Cumhuriyet, 3 Haziran 2016, s.5.

[89] Serpil Çevikcan, “Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım: ‘B Planı’ Hemen Devreye Girer”, Milliyet, 27 Nisan 2016, s.24.

[90] Mehmet Y. Yılmaz, “O Düzenden ‘Diktatör’ Çıkar Burhan Bey”, Hürriyet, 5 Şubat 2015, s.17.

[91] Orhan Bursalı, “Biji Başkan RTE”, Cumhuriyet, 21 Şubat 2013, s.6.

[92] Güven Özalp, “Başkanlık Sistemi Daha Uygundur”, Hürriyet, 20 Nisan 2016, s.22.

[93] Şerif Karataş, “Yrd. Doç Dr. Murat Özbank: Başkanlık Ülke Yönetmeyi Zorlaştırır”, Evrensel, 7 Aralık 2015, s.9.

[94] Fuat Keyman, “Başkanlık Sistemi”, Milliyet, 10 Nisan 2013, s.22.

[95] “Amerikan sisteminin kendisine şiar edindiği ve demokrasinin ne olduğunu dünyaya tanımlamak için kullandığı ana kavram ‘fren ve denge’ mekanizmasıdır. Sözünü ettiğim kurumlar sıralaması ve her kurumun diğerini denetim altında tutması bu yetki temerküzünü engellemek içindir. Sistemin en tepesinde duran başkan da bütün bu mekanizma içinde tepeden tırnağa denetlenir. Her tasarrufu için bir kurumun onayını almak zorundadır. Amerika, demokrasinin ‘halk yönetimi’ olduğuna inanır ve bu surette o gerçeğin somutlaştırılacağını varsayar. Kısacası güçsüz başkan güçlü sistem modelinin bir uygulamasıdır ABD yöntemi. Kaldı ki, ‘federal sistem’ bunu ayrıca hem kolaylaştırmakta hem de zorunlu kılmaktadır.” (Hasan Bülent Kahraman, “Hangi Başkanlık Sistemi?…”, Sabah, 9 Şubat 2015, s.16.)

[96] Emre Aköz, “Başkanlık Sistemi: Teori ve Uygulama”, Sabah, 6 Şubat 2015, s.6.

[97] Şerif Karataş, “Yrd. Doç. Yunus Sözen: Başkanlık İstikrar Getirmez, Türkiye’yi Otoriterliğe Götürür”, Evrensel, 19 Kasım 2015, s.7.

[98] Hilal Köse, “Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu Bile Anlamadı: Hangi Başkanlık?”, Cumhuriyet, 6 Ocak 2016, s.4.

[99] Taha Akyol, “Başkanlık Sistemi”, Hürriyet, 5 Kasım 2015, s.20.

[100] Aydın Hasan, “Meksika’da Başkan 2. Kez Seçilemiyor”, Milliyet, 11 Şubat 2016, s.21.

[101] Can Uğur, “Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Rona Serozan: ‘Başkanlık Sistemi’ Diktayı Yasallaştırır”, Birgün, 26 Nisan 2015, s.7.

[102] Hakan Çelik, “Kılıçdaroğlu: Seçimden Sonra Çatışma Başlayacak”, Posta, 25 Aralık 2014, s.18.

[103] “Demirtaş’tan Büyükelçilere ‘Başkanlık’ Açıklaması”, Radikal, 21 Kasım 2015… http://www.radikal.com.tr/politika/demirtastan-buyukelcilere-baskanlik-aciklamasi-1476971

[104] “HDP Sözcüsü Bilgen’den ‘Başkanlık Sistemi’ Açıklaması”, 11 Kasım 2015… http://haber.sol.org.tr/turkiye/hdp-sozcusu-bilgenden-baskanlik-sistemi-aciklamasi-135690

[105] “İmralı’dan Mektup Erdoğan’dan Bomba”, Birgün, 1 Mart 2013, s.9.

[106] Erdem Gül, “… ‘Eyalet’ Mesajı”, Cumhuriyet, 28 Mart 2013, s.5.

[107] Sedat Ergin, “BDP Başkanlık Modeline ‘Evet’ Diyebilir mi?”, Hürriyet, 16 Mart 2013, s.18.

[108] Serpil Çevikcan, “BDP’li Demirtaş: Başkanlık İçin Uzlaşmayacağız”, Milliyet, 28 Mart 2013, s.22.

[109] Şükran Soner, “Başkanlıkla Barış Süreci”, Cumhuriyet, 5 Kasım 2015, s.9.

[110] “Demirtaş’tan ‘Başkanlık Sistemi’ Açıklaması”… http://haber.sol.org.tr/turkiye/demirtastan-baskanlik-sistemi-aciklamasi-135123

[111] “Demirtaş: Yapılan Şey Seçim Değildi, Saray Darbesi Yaşandı”, 7 Kasım 2015… http://siyasihaber1.org/demirtas-yapilan-sey-secim-degildi-saray-darbesi-yasandi

[112] Ayşe Yıldırım, “Figen Yüksekdağ: Diktatörlüğe Karşı Demokrasi Programı”, Cumhuriyet, 6 Aralık 2015, s.7.

[113] Namık Durukan, “Başkanlığa Sonuna Kadar Karşı Çıkacağız”, Milliyet, 5 Kasım 2015, s.17.

[114] Namık Durukan, “HDP Sözcüsü Ayhan Bilgen: Otoriterleşme Kaygımız Var”, Milliyet, 4 Kasım 2015, s.17.

[115] HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın geçtiğimiz günlerde yaptığı “İçimizde gizli Erdoğan seviciler vardı. Onlar da şimdi eski vekil” açıklamasıyla kastettiği isim olduğu söyleyen Adil Zozani konuştu. Zozani, HDP’nin 7 Haziran sonrasında hata yaptığını, AKP ile kesinlikle koalisyon kurmama tavrının yanlış olduğunu söyledi. (“Adil Zozani: HDP Hata Yaptı”, Radikal, 20 Aralık 2015… http://www.radikal.com.tr/politika/adil-zozani-hdp-hata-yapti-1494692)

[116] Mahmut Lıcalı, “HDP’de Meclis Grubunda Değişiklik Sinyali”, Cumhuriyet, 19 Kasım 2015, s.5.

[117] “HDP Üyelerine ‘Başkanlık’ Uyarısı!”, Radikal, 9 Kasım 2015… http://www.radikal.com.tr/politika/hdp-uyelerine-baskanlik-uyarisi-1468835

[118] Türey Köse, “Meksika Tipi Başkanlık”, Cumhuriyet, 5 Kasım 2015, s.6.

[119] Fatih Çekirge, “Artık Çaren Yok O Silahı Gömeceksin”, Hürriyet, 6 Kasım 2015, s.20.

[120] Soli Özel, “Dananın Kuyruğu”, Haber Türk, 29 Nisan 2016, s.21.

[121] Semih İdiz, “Laiklik Tartışması”, Milliyet, 16 Haziran 2012, s.18.

[122] Bekir Berat Özipek, “Anayasada Laiklik Tartışmasına Dair”, Yeni Yüzyıl, 28 Nisan 2016… http://www.gazeteyeniyuzyil.com/makale/anayasada-laiklik-tartismasina-dair-2137

[123] Nuray Mert, “Laikliği Tartışalım”, Cumhuriyet, 29 Nisan 2016, s.5.

[124] Samir Amin, Modernite Demokrasi ve Din, Çev: Fikret Başkaya-Uğur Günsür-Güven Öztürk, Özgür Üniversite Yay., 2006.

[125] Nilgün Cerrahoğlu, “Laiklik Kadın Demektir”, Cumhuriyet, 9 Mart 2013, s.12.

[126] Nilgün Cerrahoğlu, “Kişi ‘Laik’ Olduğunda…”, Cumhuriyet, 20 Eylül 2011, s.9.

[127] Ahmet İnsel, “Laikliğin İki Anlamı”, Radikal İki, 30 Ocak 2011, s.1-3.

[128] Ali Sirmen, “Baskıcı Laiklik”, Cumhuriyet, 3 Mayıs 2016, s.4.

[129] Korkut Boratav, “Laiklik Üzerine Bir Konuşma”, Birgün Pazar, Yıl:12, No:423, 19 Nisan 2015, s.12-13.

[130] Orhan Erinç, “Dindar Devlet (!)”,Cumhuriyet, 28 Nisan 2016, s.6.

[131] Sefa Mehmetoğlu, “Dindarlığın Ölçütü ve Laiklik”, Gündem, 29 Nisan 2016, s.11.

[132] Faik Akçay, “Laiklik Özgürlüklerin Güvencesidir”, Taraf, 27 Nisan 2016… http://www.taraf.com.tr/laiklik-ozgurluklerin-guvencesidir-2/

[133] Hüsnü Öndül, “Laiklik, İnsan Hakları ve Demokrasi”, Evrensel, 28 Nisan 2016, s.2.

[134] Nurcan Gökdemir-Can Uğur, “Kişisel Görüş Değil AKP’nin Kimliği”, Birgün, 28 Nisan 2016, s.9.

[135] Turan Eser, “Laiklik Din Düşmanlığı mı?”, Birgün, 3 Mayıs 2016… http://www.birgun.net/haber-detay/laiklik-din-dusmanligi-mi-110949.html

[136] http://www.filozof.net/Turkce/filozof-biyografi-m/19600-padovali-marsilius-kimdir-hayati-eserleri-hakkinda-bilgi.html

[137] Osman Bahadır, “Osmanlılarda Sekülerleşmenin Başlaması”, Cumhuriyet, 30 Aralık 2012, s.9.

[138] Avni Özgürel, “Laiklik Teklifi ve Sürgün”, Radikal, 25 Mayıs 2003, s.9.

[139] Gürer Mut, “Türkiye’de Devlet Dinden Ayrışmadı”, Cumhuriyet, 15 Mayıs 2016, s.5.

[140] Ali Kenanoğlu, “Alevîlik ve Laiklik”, Evrensel Pazar, 8 Şubat 2015, s.5.

[141] Ahmet İnsel, “Özgürlükçü Laiklik”, Cumhuriyet, 3 Mayıs 2016, s.7.

[142] Ümit Kardaş, “Emevi-Jöntürk Geleneği”, 6 Temmuz 2016… https://www.yarinabakis.com/2016/07/06/emevi-jonturk-gelenegi/

[143] Yeşim Akmeraner, “Kemalist Laikliğin Sınırları”, 3 Temmuz 2016… http://sendika10.org/2016/07/kemalist-laikligin-sinirlari-yesim-akmeraner/

[144] Güray Öz, “Laikliği Savunmanın İvediliği”, Cumhuriyet, 11 Ocak 2015, s.7.

[145] Güneri Cıvaoğlu, “Başörtü/ Laisizm/Sekülerizm”, Milliyet, 10 Ekim 2013, s.19.

[146] Umur Talu, “Bir Anayasa Kahramanı!”, Haber Türk, 29 Nisan 2016, s.16.

[147] Tayfun Atay, “Sekülerizm, Asıl Şimdi!”, Cumhuriyet, 18 Aralık 2015, s.13.

[148] Berkant Gültekin, “Yrd. Doç. Dr. Ateş Uslu: Halifelik Bugün İdealize Ediliyor”, Birgün, 3 Mart 2016, s.11.

[149] Türey Köse, “Laiklik Güvencesine ‘Hayır’…”, Cumhuriyet, 10 Ağustos 2012, s.4.

[150] “Bozdağ: Anayasada Müdahaleci Laiklik Var”, Radikal, 7 Haziran 2012, s.17.

[151] “TBMM Başkanı İsmail Kahraman: Şahsi Düşüncem”, Milliyet, 27 Nisan 2016, s.21.

[152] “Meclis Başkanı Kahraman’dan Yine Çok Tartışılacak ‘Laiklik’ Açıklaması”, Cumhuriyet, 22 Mayıs 2016, s.4.

[153] Nagehan Alçı, “Anayasada İslâmi Vurguya Gerek Yok”, Milliyet, 28 Nisan 2016, s.20.

[154] “Laikliğin Kırıntısından Bile Rahatsız Oldular”, Evrensel, 27 Nisan 2016, s.9.

[155] Müslümanların çoğunlukta olduğu 10 ülkede 10 bini aşkın katılımcıyla halkın şeriata karşı tutumlarını inceleyen bir anket, Türkiye’nin gündemindeki anayasa ve laiklik tartışmalarının toplumsal karşılığına ışık tutuyor. ABD merkezli Pew Araştırma Merkezi’nin yaptığı araştırmaya göre, Türkiye’de yüzde 13’lük bir kesim yasaların Kur’an’a göre hazırlanmasını istiyor. Buna karşılık dinin yasalarda hiçbir etkisi olmamasını isteyenlerin oranı yüzde 36’yı buluyor. Kur’an’ın değer ve prensiplerinin dikkate alınmasını isteyen, ancak İslâmi yasalara lüzum görmeyen kesim ise yüzde 38 ile en büyük grubu oluşturuyor. (“Laiklik Yükselişte… İşte Son Dört Yıldaki Değişim”, Cumhuriyet, 29 Nisan 2016, s.5.)

[156] Ömür Şahin Keyif, “Behlül Özkan: Laikliği Önemsizleştirerek Dinci Radikalizmi Yeşerttiler”, Birgün, 21 Nisan 2016, s.7.

[157] Mustafa Akyol, “Laikliği Asıl ‘Laikçiler’ İhlâl Ediyor”, Radikal, 18 Mayıs 2007, s.11.

[158] Yeri gelmişken; yazısını “Selam, Yaradana selam!” diye noktalayan Salih Mikdat’ın, “Üzerinden üç yıl geçti. Temel Demirer ve şürekâsı bir din sempozyumu tertiplediler. Soru-cevap kısmında bir genç, Demirer’e itiraz ederek, ‘…ama Karmatîler gibi İslâmî sosyalist dinamikler de var tarihte’ deyince sempozyum sahibi Demirer, gence öfkelenerek, ‘ben böyle bir şey bilmiyorum, ben bilmiyorsam, tarihte böyle bir şey yoktur, saçmalamayı kes!’ diye bağırdı, hatta itirazlarını sürdüren, kürsüye gelip konuşmak isteyen gencin konuşmasına mani oldu,” (Salih Mikdat, “Köpük”… http://istiraki.blogspot.com/2016/04/kopuk.html) satırları asılsız bir yalan, bir halisünasyondur.

Yine aynı çevrenin yayın organında Kerem Kamoğlu’nun, “28 Şubat sürecinde Sol’da baskın olan kavram, restorasyondu. Düzenin kendisini restore etmek için bir hamle yaptığı söyleniyordu. Yalçın Küçük, Metin Çulhaoğlu, Kemal Okuyan ve Temel Demirer gibi isimler, çıktıkları panellerde, yazdıkları yazılarda verili dönemi bu kavrama göre analiz ediyorlardı. Teorik analiz, elbette ileride öznel olarak ne yapılacağına dair izler de taşıyordu. Bu yazarlar, esasta orduya dayalı yürüyen bu restorasyon sürecinde, egemenlerin sola belirli bir kapı aralığı bıraktığından söz ediyorlardı. Temel Demirer, sanata, edebiyata düşkünlüğü üzerinden, burada ‘parmak arası’ türünden bir mecaza başvuruyordu. Hepsi de, ‘arkaik, geri kalmış’ yapıların bu kapı aralığından veya parmak arasından geçemeyeceğini söylüyordu,” (Kerem Kamoğlu, “Restorasyon”, İştirakî… http://istiraki.blogspot.com.tr/2015/03/restorasyon.html) satırları da uydurmadır, yalandır, mesnetsizdir!

Yine aynı yazarın, Kerem Kamoğlu’nun, “Temel Demirer bir gün Batı’da popüler olan ‘Zapatista turizmi’ bünyesinde biletini alıp Meksika’ya gidiyor. Oradaki eğitim çalışmalarını izliyor. 19 yaşındaki bir genç öğretmenin anlattıkları karşısında, ‘iyi ama bu söylediklerin Marksizme aykırı’ diyor, genç de, ‘daha iyisini biliyorsan sen yap!’ diye cevap veriyor. ‘Halk en iyi öğretmendir’ deyip halkın rahlesi önünde diz çökmeyi bilmiş bir harekete verilen bu ‘ayar’ hiçbir anlam taşımıyor. Demirer, burada ‘ben de onun gibi olmak istiyorum’ diyen solcularca taltif edildiği gibi, orada da önemseneceğini zannetmiş anlaşılan. 19 yaşındaki Meksikalı devrimci, kendi gerçeğinin üzerindeki buluttan gelen bu sese o gerçek adına tepki koyuyor aslında,” (Kerem Kamoğlu, “Yoldaşlar Yakın Diplomaları!”, http://istiraki.blogspot.com.tr/2015/02/yoldaslar-yakn-diplomalar.html) satırları da, olmamış bir şeyi olmuş gibi, asla olmadığı yerde tek bir somut veriye dayanmaksızın; yalana müracaat ederek, kurguluyor!

Ve nihayet Salih Mikdat’ın, “Bir-iki reklâm üzerinden din düşmanlığını aşikâr eyleyen Kaldıraç da bu yüzeysel, burjuva ilerlemecilerine has görüşü politik programlarının başına yazmış görünmektedir. Onların yıllar önce ‘benim ergenlik dönemime ait tezlerimi mutlaklaştıran ergenler’ diye kendisini eleştiren kurucu babaları Yalçın Küçük’ün yanına hizalandıkları açık. Oturup televizyon izleyen, oradaki reklâmlardan ‘derinlikli’ ideolojik analizler geliştiren bu yapının Yalçın Hoca’larının bugün hizalandığı yere dikkat etmesi gerekiyor… ‘Siyasal İslâm, Reklâm ve Ramazan’ isimli makalenin yazılma sebebi de buradadır. Yalçın Küçük ile Temel Demirer’in yer değiştirmesi de,” (Salih Mikdat, “Kaldıraç’ın Din Düşmanlığı”, İştiraki, Haziran 2016… http://istiraki.blogspot.com/2016/06/kaldracn-din-dusmanlg.html) satırları Altan Açıkdilli’nin (Altan Açıkdilli, “Siyasal İslâm, Reklam ve Ramazan”, 10 Haziran 2016… http://direnisteyiz3.org/siyasal-İslâm-reklam-ramazan/) bir yazısına itiraz ederken; ne benim Kaldıraç’dan olmadığımdan ne de “haşa”(!) “kurucu babaları” olmadığımdan bi haber zavallı manipülasyonlarda somutlanıyor!

Bu zavallılıklara, “yalancılık kötüdür” vurgusuyla, “Yağmurun sesini duyabilmek için dinlemeyi öğrenmek gerekir,” diyen Abdülgaffar el Hayati’nin uyarısını anımsatmakla yetineceğim!

[159] Güray Öz, “Laiklik Dinle Tanımlanır mı?”, Cumhuriyet, 27 Nisan 2016, s.7.

[160] Ergin Yıldızoğlu, “Elinde Çekiç Olan Adamlar”, Cumhuriyet, 19 Ekim 2015, s.7.

[161] Metin Albay, “Türkiye’de Laiklik ve Din Tahayyülleri”, 25 Haziran 2016… http://sendika10.org/2016/06/turkiyede-laiklik-ve-din-tahayyulleri-metin-albayy/

[162] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, Seçme Yapıtlar, C:1, Çev: Sevim Belli, , Sol Yay., 1976, s.57

[163] Murat Ceyişakar, “Din, Laiklik ve Marksizm (1)”, Politika, Yıl:2, No:32, 23 Mayıs 2016, s.18-19.

[164] Aydın Engin, “Evet, Seçimle Geldiler, Peki Seçimle Giderler mi?”, Cumhuriyet, 22 Haziran 2016, s.10.

[165] Metin Kayaoğlu, “Laiklik Marksizmin İlkesi Olamaz”… http://www.teorivepolitika.net/index.php/okunabilir-yazilar/item/234-laiklik-marksizmin-ilkesi-olamaz

[166] Demir Küçükaydın, “BHH’nin ‘Laik ve Bilimsel Eğitim’ Sloganı Niçin Yanlıştır; Karşı Devrimcidir ve Gericidir?”, 3 Mayıs 2015… http://blog.radikal.com.tr/politika/bhhnin-laik-ve-bilimsel-egitim-slogani-nicin-yanlistir-karsi-devrimcidir-ve-gericidir-98997

[167] Yusuf Kaplan, “Türkiye’nin Önündeki İki Takoz: Batılılar ve Batıcılar”, Yeni Şafak, 10 Temmuz Haziran 2016… http://www.yenisafak.com/yazarlar/yusufkaplan/turkiyenin-onundeki-iki-takoz-batililar-ve-baticilar-2030281

[168] “Mümin kişi yalan söylemez, iftira atmaz, hiç kimsenin ayıbını yakalamaya kalkmaz. İşin eğlenceli yanı şu: Bunları hep birbirlerine hitaben söylüyorlar; yani karşılarındakiler diyorlar ki, ‘Sen Müslümansın; yalan söylemek, iftira atmak vb… senin inancına aykırı, müminliğine yakışmıyor; o yüzden de yapmamalısın/yapma’; ‘yapma’ derken de karşısındaki Müslümanın/Müslümanların/müminlerin bunları yapmakta olduğunu hem iddia, hem kabûl hem de ikrar etmiş oluyorlar.

Ancak, işin -en hafif tabiriyle- edepsizce bir yanı da var: Bu pislikleri Müslüman yapmaz demekle, Müslüman olmayanlar için ahlâksızca işler yapmanın normal, olağan, beklenir olduğunu da iddia ve ilân etmiş oluyorlar. Bu, tabiî ki edepsizlik; ama aynı zamanda bir iftira; daha da vahimi Müslüman olmayanları veya Müslüman da olsalar Müslümanlığı kendileri gibi anlamayan veya yaşamayanları peşinen kötü, ahlâksız ilân edip aşağılamış, dolayısıyla nefret objesi hâline getirip kendi yandaşlarına hedef göstermiş oluyorlar.

‘Allah’tan kork’ diyorlar, birbirlerini ahlâksızlık etmemeye davet ederken. Allah korkusuyla ahlâklı olsalar, yani belirli bir ahlâk sisteminin koyduğu kurallara bire bir itaat etseler, ne yazar: Belirli bir ahlâkiyetin, isterse mükemmel bir ajanı olsalar da, etik bir aktör konumunda değillerdir. Bir şeyi, cennete gitmek/cehenneme gitmemek için yapıyor veya yapmıyorsan sahibinden sopa yememek için onun komutlarına itaat eden herhangi evcil hayvandan ne farkın olabilir ki?” (Kadir Cangızbay, “Demokrasinin Zorunlu Koşulu: Laiklik”, Birgün, 18 Ocak 2014, s.9.)

 

Exit mobile version