“kanadık toprak olduk
çekildik bayrak olduk
döküldük yaprak olduk
geldik bugüne”[1]
Anadilinin, egemenlerce kamusal alanın dışına itildiği, abes ile iştigal edilen bir coğrafyada yaşıyoruz.
Ancak hep dedim, diyorum, diyeceğim de: Anadili ve gereklerini “tartışma”ya kalkışmak nafiledir. Çünkü ne yapılırsa yapılsın, anadilinin anlam ve bağlamı sömürgeci egemenlerce baskı altına alınamaz.
Yaşamın başat öğesi olarak dil, ulus hakikâtinin varlık nedenidir.
Bir ulusun dilini yasaklamak ya da dil ile ilgili kurumları baskı altına almak, o halkın düşünce ve zihniyet gelişimini yok etmek kastından başka bir şey değildir.
Dil bir iletişim aracı olduğu kadar, düşünme ve ifadenin toplumsallaştırılmasıyla doğrudan ilintilidir.
Dili olmayanın düşüncesi, tarihi, hafızası, zihniyeti, kimliği de yoktur.
Dilini yitirmiş bir halk, bir toplum tarihini yitirmiştir.
Anadili mücadelesi toplumsal varoluş meselesidir.
Malum: 21 Şubat, Birleşmiş Milletler’e bağlı ‘Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü’nün (UNESCO) kararı ile 2000’den beri tüm yerkürede ‘Uluslararası Anadili Günü’ olarak kutlanıyor. Bunun nedeni, yeryüzü bahçesinde çiçeklenmiş dillerin çeşitliliğine ilişkin farkındalık yaratıp, kültürel çeşitliliği desteklemek…
* * * * *
Daha önce de değinmiştik: “Anadil/ Langue mère” ile “anadili/ Langue maternelle” terimleri ayrı kavramlardır. Ancak bu iki kavram çoğu kez karıştırılıyor. “Anadil”, temel dil demektir, yeryüzünde konuşulan ilk (hipotetik) dile işaret eder.
“Anadili” ise, insanın içinde doğup büyüdüğü aile veya toplum çevresinde ilk öğrendiği dili tanımlar. Yani insanın çocukken anasından, evindekilerden ve soyca bağlı olduğu topluluktan öğrendiği dildir.
Normal olarak herkes kendi annesinden öğrendiği dili, içine doğduğu ailenin, etnisitenin, halkın dilini her türlü işinde kullanmakta, kendini ifade etmekte özgürdür.
Doğalında kullanır. Bütün uğraşların, çabaların, tasavvurların hangi dilde anlatıldığının bir önemi yoktur, anlatanın ve anlatılanın aynı dili bilmeleri yeterlidir.
Hiç kimsenin ya da egemenliğin bir diğerinin dilini yasaklaması veya “Dilini şu alanda/ mekânda kullanabilirsin ya da kullanamazsın,” demeye hakkı yoktur!
Hindistan’dan bağımsızlığını kazanan Pakistan resmi dili olarak Urduca’yı ilan ederken, en çok konuşulan dillerden Bengalceyi yasakladı. Bunun üzerine üniversite öğrencilerinin yasağına itiraz etti. Protesto gösterisinde polisin silahlı müdahalesiyle çok sayıda öğrenci öldü, yüzlercesi yaralandı. Ödenen bu kanlı bedel sonrasın yasak kaldırıldı.
UNESCO, bunca can verilerek anadilini kullanma hakkının savunulduğu günü, kültürel çeşitliliği ve çok dilliliği teşvik etmek ve bu öğrencileri anmak için “Dünya Anadili Günü” ilan etti. İnsanın anadilini kullanabilmek için canını vermek zorunda kalması insanlığın en büyük trajedilerinden biriydi kuşkusuz!
İyi de bu konuda Pakistan yalnız mı? Elbette hayır!
Onlarca sömürgeci devlet, egemen etnisitenin konuştuğunun dışındaki dilleri yasakladı. Anadilinde konuşmak isteyenlere saldırdı, muazzam baskılar kurdu; kültürel kırım uygulayarak pek çok dili yok etti.
Dillerini konuşabilmek için muazzam bir direniş veren halklardan biri de Kürt halkıdır.
Ve ne yazıktır ki Türkiye’de ‘Dünya Anadili Günü’ deyince akla gelen tek dil Türkçedir! Anadili olarak başka herhangi bir dilden bahsetmek zinhar yasaktır, “bölücülüktür, vatan hainliğidir”…
* * * * *
“Nasıl” mı?!
‘Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanı’ Mustafa Hüsnü Bozkurt’un, “… ‘Ana dilde eğitim’ talebi de yine Batı emperyalizminin 100 yıldır bir türlü gerçekleştiremediği antiemperyalist ve laik bir üniter ulus devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’ni, 2 ile başlayıp zamanla artırılacak parçalara bölmek hedefine hizmet eden, ‘insan hakkı’ tatlandırıcısı ile cilalanmış art niyetli bir taleptir. İstenen, ana dili öğrenmek, ana dille konuşmak, yazmak, eser vermek değildir. Bunlar her yurttaş için temel haktır, serbesttir. Asıl istenen, ulus olmanın olmazsa olmazı olan ‘dil birliği’ yok edilerek bölünmeyi kolaylaştırmaktır.
Bir ulus devlette eğitim mutlaka dil birliği esasıyla (tek dille) yapılmalıdır. Ülkenin bütününde tüm yurttaşlar aynı dille eğitim görmediklerinde yaşamları boyunca farklı dillerde eğitim alan, ortak bir dille anlaşamayan yani dil birliğinden yoksun insanlar nasıl olup da ulus olabilecekler, ortak gelecek hedefinde birleşebilecekler, ülkenin her yerinde yaşamlarını sürdürebilecek, çalışabilecek, milletin diğer fertleriyle anlaşabilecek ve mesleklerini yapabileceklerdir?”[2] diye haykırdığı bir coğrafyada yaş(atıl)ıyoruz!
Ve elbette bunun tarihsel arka planı vardı. “O da ne” mi?
Bunun yanıtını da Sevgi Özel şöyle veriyor: “Cumhuriyetin 9. yılında Mustafa Kemal dile de el attı. Önce ulusun tarih bilincini kökleştirmek için yasa çıkarmadan 12 Nisan 1931’de Türk Tarih Kurumu’nu; 12 Temmuz 1932’de, ‘Türk dilinin öz zenginliğini meydana çıkarmak, onu dünya dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek’ amacıyla Türk Dil Kurumu’nu (TDK’yi) kurdu. TDK, 26 Eylül 1932’de, ilk Türk Dili Kurultayını düzenledi. 26 Eylül’ün Dil Bayramı olması kararı alındı. Atatürk dernek yapısındaki kurumlara, siyasanın güdümüne girmeden özgürce yaşasınlar diye vasiyetnamesiyle gelir bırakmıştı.”[3]
* * * * *
Tekçi ulus devlet kurgusuyla ötekini asimile ya da inkâr eden kurgu, asla birleştirmedi, aksine ayrıştırdı, düşmanlaştırdı, egemenlerin iktidarını güçlendirdi.[4]
Oysa Karl Marx ve Friedrich Engels, “Başka ulusu ezen bir ulus özgür olamaz,” derlerken; “Proletaryanın ulusal baskı konusundaki tutumu ezilen uluslar ile ezen uluslar için aynı mıdır? Hayır değildir; ne ekonomik ne siyasal ne ideolojik ne manevi açıdan vb. aynıdır,”[5] vurgusuyla ekler V. İ. Lenin:
“Ulusların ne çeşitten olursa olsun ezilmelerine karşı mücadele etmeksizin, sosyalistler, asıl büyük hedeflerine ulaşamazlar. Bu yüzden sosyalistler, ezen ülkelerin sosyal demokrat partilerinden, ezilen ulusların, kelimenin politik anlamıyla kendi kaderlerini tayin hakkını, yani politik bağımsızlık hakkını tanımlarını ve bu hakkı savunmalarını istemelidirler. Büyük bir ulusun ya da sömürgeleri olan bir ulusun sosyalisti, eğer bu hakkı savunmuyorsa şövenisttir… Kendi ulusunun başka uluslar üzerindeki en küçük baskısına izin veren hiçbir proleter, sosyalist bir proleter olamaz.”[6]
O hâlde ezilenleri ve ezilen ulusların tüm demokratik taleplerini, burjuvazinin anladığı anlamda değil, ezilen ulusların eşitlikçi özgürlük talebinin gereğinden hareketle savunup destekleyecek ve de anlamak kardeşleşen enternasyonalist ortak dil gerektirir, gerçeğine sırt dönmeyeceğiz…
* * * * *
Türkiye’nin genelinde dilsel/dinsel kimliklerine dair manzarayı esasta değiştirerek, zaman içinde yeni ve tek dilli bir tablo yaratma girişimleri hemen kesintisiz devam ederken; ulus devlet milliyetçiliğinin “dilsel hiyerarşi”si coğrafyamızda ölüm, sürgün, katliam ile bezeli bir tarihsel miras ve derin bir “kültürel yoksullaşma” bıraktı.
Lakin bu egemenlerin hanesine nafile gayret olarak kaydoldu. Çünkü inkârcı ötekileştirmeden hiçbir şey çıkmaz. Toplumsallaşan hiçbir şey yok edilemez. Hafızası olmayan bir tarih ya da hakikât yokken; zorbalık ile varlığa yokluk yükletilemez.
Ve bu tabloda Jack London’ın, “Devrimciler, yanlışlara ve adaletsizliğe karşı çıkarlar, doğruluğu överler ve hepsinden önemlisi, insan özgürlüğünün ölümsüz şarkısını söylerler; tüm ülkelerin, tüm dillerin tüm zamanların şarkısını,” saptaması her şeyin özeti olup çıkar.
3 Mayıs 2025, 19:41:19, İstanbul.
N O T L A R
[1] Hasan Hüseyin Korkmazgil.
[2] Mustafa Hüsnü Bozkurt, “Ulus Devlet, Yurttaşlık Ve Dil Birliği Konusu”, Cumhuriyet, 22 Ekim 2024, s.2.
[3] Sevgi Özel, “Dil Devrimi 92 Yaşında”, Cumhuriyet, 3 Eylül 2024, s.4.
[4] Bkz: İlham Bakır, “Bunlar ki Anamıza da Düşman Dilimize de Düşman”, Yeni Yaşam, 27 Şubat 2024, s.11; Attila Aşut, “… ‘Anadil’ ve ‘Anadili’ Karmaşası”, Birgün, 15 Mart 2025, s.9; Zeynel Kete, “Dil Yaşamın Güçlü Gerekçesidir”, Yeni Yaşam, 3 Eylül 2024, s.10; Şükrü Aslan, “Sınır Şehrinde Diller Kimlikler ve Hafıza”, Birgün, 17 Temmuz 2024, s.10.
[5] V. İ. Lenin Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay. 1979.
[6] V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin Savaşa Karşı Tutumu, çev: N. Solukçu, Sol Yay., 1970.