Yusuf Özbey / Sosyalist Mezopotamya, Sayı: 10, Temmuz 2021
Adıyaman Cezaevi ve Pirin Palas denince birçoğumuzun aklına 12 Eylül darbesi ve orada yaşanan vahşet gelir. Adıyaman Cezaevi’nde ve Pirin Palas’ta yaşadıklarımız hafızalarımızda hep taze kalacak ama bizden sonra gelen kuşaklara bu zulmü anlatmak, tarihi bir sorumluluktur, “gerçeğe karşı susanlar, geleceğe karşı da konuşamazlar.”
Gözaltı ve işkencehanenin merkez üssü ‘Pirin Palas’tı. (Yetiştirme Yurdu olarak inşa edilen, 12 Eylül darbesinden sonra askerlerce el konulan, Perre antik kenti yakınındaki yer.) Gözaltına alınanlar en az 45 gün, birçoğu da 2-3 ay burada tutuluyordu. Ağır işkencelerden geçirildikten sonra, ifadeler alınmak üzere mahkemeye sevk edilir; kimi bırakılır, çoğu da tutuklanıp cezaevine gönderilirdi.
12 Eylül’den önce, halktaki devrimci bilinç ve birikim egemen sınıfları korkutuyordu. O zamanki TİSK (Türkiye İşveren Sendikası Konfederasyonu) başkanı, darbe sonrası şöyle diyordu: “Şimdiye kadar bizim anamız ağladı, şimdi onların anası ağlasın.” Gerçekten de sıra bizim analarımızın ağlamasına gelmişti. Adıyaman’da yaşayan her devrimci, demokrat ve yurtsever gencin yolu bir şekilde Pirin Palas’a veya cezaevine düşüyordu. Çünkü gençlerin büyük bir kesimi sol ve sosyalist fikirle tanışmış, faşizme ve gericiliğe karşı mücadele sürdürüyordu.
Seksenli yıllarda Adıyaman merkez nüfusu 53 bindi. Gözaltına alınan kişilerin sayısı ise 5.000’den fazlaydı. Bu demek oluyor ki her on kişiden biri gözaltına alınmış. Kaldı ki bunlar resmi rakamlar. Bu rakamlara göre bile yapılan zulmün boyutu açıkça görülmekte.
Öte yandan Adıyaman merkez ve ilçelerinde aynı zulüm devam ediyordu. Özellikle alevi köylerinde işkence ve baskı daha da katmerliydi. Köyler sık sık basılıyordu. Köy halkı köyün meydanında toplayıp herhangi bir bahaneyle sıra dayağından geçiriyorlardı. Kadınlar erkeklerin sırtlarına bindirilip koşturuluyor, geride kalanlara dayak atılıyordu. Erkeklerin -özellikle yaşlıların- sakal ve bıyıkları kesiliyor, olmadık küfür ve hakaretlere maruz bırakılıyorlardı. Bu sıklıktaki hakaretlere ve dayaklara dayanamayıp intihar edenler bile oluyordu. Bu arada ihbar mekanizması durmadan işliyordu. Hemen hemen her kesimin içinde ihbarcılar türemişti. İhbarcılığa teşvik ediliyor ve ihbarcılar ödüllendiriliyordu. Masum insanlar özel veya siyasi nedenler ile ihbar ediliyor, olmayan bir suçu işkence ile kabul ettirmeye çalışıyorlardı. Direnenlere çok ağır işkenceler yapılıyor; ölenler, sakat kalanlar oluyordu. Yoldaşlarımız Yusuf Ali Erbay ve Halil Uluğ’u bu işkencelerde kaybettik. Ayrıca bilindiği kadarı ile üç masum kişi daha işkence ile öldürüldü.
Asıl konuya dönersek; Adıyaman E Tipi Kapalı Ceza ve İnfaz Kurumu, 51 yıl önce 1970 yıllında bölgenin en büyük cezaevlerinden biri olarak yapılıyor. 600 kişilik bu cezaevi 51 yıldır faaliyette(!) 12 Eylül darbesinden sonra kapasitesinin 2-3 katı kadar tutuklu vardı.
Tutuklanıp cezaevine gelenleri girişte askerler karşılıyordu, saatlerce ‘Hoş Geldin’ dayağı faslı başlıyordu. Askerler dayak atmaktan dolayı yorulduktan sonra işi gardiyanlar devralıyordu (Bu gardiyanların çoğu Adıyamanlı ve ne yazık ki içlerinde tanıdıklar da vardı.) Tutukluları giriş odasına aldıktan sonra çırılçıplak soyuyor ve dövmeye başlıyorlardı. Gardiyanların dövmesi, tutukluların daha çok zoruna gidiyordu. Çünkü bunlar hem sivil hem de Adıyamanlı! Dayak ve hakaretlerden sonra tutuklular itile kakıla ‘Müşahede’ denilen koğuşlara götürülüyor ve oradaki hücrelere tıkılıyordu. Hücrelerde kalan tutukluların yaraları 2-3 hafta sonra biraz iyileşmiş oluyor ve tutuklular koğuşlara dağıtılıyorlardı.
Koğuşlardaki üç katlı ranzalar dolmuş, ranza aralarına, koğuş ortasına bile yataklar seriliyordu. Adli mahkumlar ile siyasiler bilinçli olarak aynı koğuşta tutuluyordu. Önceleri siyasiler ayrı koğuşlarda kalıyormuş, darbe sonrası bu ayrı olan koğuşları karıştırmışlar. Siyasileri baskı ve gözetim altında tutmak için yapılmış yeni bir uygulama idi.
Sabahın köründe koğuşlar basılıyor, herkesi koğuş avlusunda topluyorlardı. Sabah sayımı yapılıyordu. Saç sakal kontrolü ardından askerler tarafından askeri eğitim yaptırılıyor, yanlış hareket yapan dövülüyordu. İstiklal marşının on kıtası dahil, tüm askeri marşlar ezberletiliyor, ezberlemeyenler her gün dayaktan geçiriliyordu. Akşam sayımından sonra eğitim bitiyor ve koğuş kapıları kilitleniyordu.
Zaman zaman siyasilerin isimleri anons edilip ‘kapı altı’ denilen yere çağrılıyorlardı. Kapı altına gidenler dövülüp geri gönderiliyordu. Koğuştaki tüm mümessiller (koğuş başkanları), cezaevi idaresi tarafında adli mahkumlardan seçilmişti. Mümessilin görevi koğuşta olan biteni başgardiyana rapor etmekti. Yani dışarıda olduğu gibi içeride de ihbar mekanizması aralıksız işliyordu. Haftada bir iki defa koğuşlar aranıyor, kitap varsa el konuluyor, her yer alt üst edilip eşyalar yerlere atılıyordu.
Tutuklanmak demek, tekrar gözaltına alınmamak demek değildi. Tutuklu olmasına rağmen insanlar koğuşlardan alınıp, tekrar gözaltına götürülüyor, günlerce işkence edilip, yeni suçlar yüklenerek geri getiriliyorlardı. Cezaevine geldikten sonra girişte tekrar dayak faslından geçiriliyorlardı. Yeni girenlerin feryatları koğuşlarda yankılanıyordu.
Haftada bir kere koğuştakiler toplu olarak cezaevi hamamına götürülüyordu. Yıkanmak için 5 dakika veriliyor, 5 dakika sonra sular kesiliyordu. Çoğu insan sabunlu kalıyordu. Yıkanmak bile bir eziyete dönüşüyordu.
Cezaevi yemekleri yenilir gibi değildi. Gelen karavanda da yemeğin içinde et namına bir şey yoktu. Bazen yemeklerde kurt ve böcek olurdu. Para oldukça kantinden bir şeyler alınırdı ama fiyatlar çok fahişti. Özellikle çay fiyatları piyasanın 4-5 katıydı. Çay ocağında tepsiyle satılan çaylar da bulaşık suyundan farksızdı.
Cezaevinin bir reviri vardı. Doğru dürüst hiçbir sağlık hizmeti vermiyor, hasta revire götürülmüyor, ilaç verilmiyordu. Götürülenler de güzel bir dayaktan geçirilip gönderiliyordu. İnsanlar revire gitmekten korkar olmuştu.
Mahkemeler; Adana 6. Ordu Sıkı Yönetim Komutanlığı’nda görülüyordu. Tutuklular balık istifi gibi ring araçlarına bindiriliyor, aç susuz Adana’ya götürülüyor, yolda hiçbir ihtiyaçları karşılanmıyordu. Tuvalet ihtiyaçlarını gidermek için poşetler veriliyordu.
Haftada bir kez kapalı görüş vardı. Görüş yeri loştu, gelen görüşmecilerin yüzü pek seçilemiyordu. Görüş yerinin üst tarafına bombeli bir ızgara, alt tarafına yarım metre mesafeli çit cam konulmuştu; bir taraftan tutuklular, öteki tarafta görüşmeciler bağırıyor, sesler birbirine karışıyordu. Ayrıca görüşmenin her iki tarafına askerler konulmuştu. Askerler Kürtçe konuşmayı yasaklamışlardı. Kürtçe konuşan anaları susturuyorlardı. Türkçe bilmeyen analar konuşmadan, yavrularının yüzüne bakıp, ağlaya ağlaya giderlerdi.
Adıyaman halkı geçmişte çok acılar çekti. Çok ihanetler ve çok yiğitlikler gördü. 12 Eylül darbesi fırtına olup esti gürledi, kasırga oldu, karabasan oldu çöktü güzelim memleketin üzerine. Darbenin faturasını Adıyaman insanı çok ağır ödedi. Gözaltılar, ölümler, intiharlar, sürgünler, işten atılmalar, şehirde ve köylerde insanı insanlıktan çıkaran işkenceler, baskılar, Pirin Palas’lar, tekel depoları, Ergenekonlar, Kara Bela ve daha niceleri…
Bunca acılara ev sahipliği yapan cezaevi, Elazığ Sivrice’de meydana gelen depremden hasar gördüğünden dolayı bugün yıkılıyor. Yıkıp geçtiği gençliğimizi, sevdalarımızı, hayallerimizi unutarak…
Kapitalist sistem, iktidarını tehdit eden kesimleri susturmak için her zaman cezaevlerine ihtiyaç duyar. Baskı ve sömürüye dayalı gayri insani düzenini başka türlü yaşatmasının olanağı yoktur. Nihayet (!) bugün Adıyaman’da biri kapalı diğeri açık olmak üzere iki büyük cezaevi yaptırılıyor. Daha büyük cezaevlerine ihtiyaç duyulduğuna göre tehdit büyük demektir. Şu bilinmelidir ki; yeryüzünde tarihin akışını tersine döndürecek hiçbir güç yoktur, olamaz da. Yarınlar can çekişen kapitalizmin ve onun son kalesi faşizmin değil; emekçilerin gözünü diktiği yüce sosyalizmindir. Bugün yaptırdığınız cezaevlerini, yarın kapitalizmin başına yıkmak devrimci görevimizdir.