Site icon Rojnameya Newroz

ADALETSİZLİK KARŞISINDA DEVRİMCİ SANATIN KONUMU VE İŞLEVİ

…Devrimci sanat, ezilenleri egemenlerin “adalet” diye sunmaya kalkıştığı adaletsizliği var eden koşullara karşı mücadeleye çağırır, sevk ederken; adalete ihtiyaç duyulmayan bir eşitlik/ özgürlük ütopyası için ayaklandırır…

ADALETSİZLİK KARŞISINDA

DEVRİMCİ SANATIN KONUMU VE İŞLEVİ

TEMEL DEMİRER / Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

 

I) SANATIN “NE”LİĞİ

I.1) “İYİ DE BUGÜN” MÜ? DEDİNİZ!

II) ADALET(SİZLİK) MESELESİ

II.1) TÜRK(İYE) ADALET(SİZLİĞ)İ

II.2.1) HUKUK(SUZLUK)TAN ÖRNEKLER!

II.2.2) ZAMANAŞIMI(?!)

II.2.3) ÇARPICI OLAYLAR

II.2.4) BAĞIMLI YARGI

III) GELECEK İÇİN

 

ADALETSİZLİK KARŞISINDA DEVRİMCİ SANATIN KONUMU VE İŞLEVİ[1]

TEMEL DEMİRER

“Özgürlük hiçbir zaman verili değildir,

her zaman tehdit altındadır.

Mutlak belirlilik, her defasında da,

özgürlük yoksunluğudur.”[2]

Adaletsizlik karşısında devrimci sanatı konuşmak için öncelikle sanatın “ne”liğine dair saptamaların net biçimde ortaya konulması gerekiyor.[3]

 

I) SANATIN “NE”LİĞİ

 

Sanat en genel anlamda hayatta var olmuş ve var olabilecek her şeyin tanığı ve bu tanıklığın en estetik yansımasıdır. Yapılan araştırmalar en eski sanat eserinin 75 bin yıl önceye ait olduğunu ortaya çıkarsa da insanın sanatla buluşmasının yaklaşık 100 bin yıl öncesine dayandığı tahmin edilmektedir. İnsanlık tarihinin geçirdiği süreç de sanata doğrudan yansımıştır. Sanat tarihinin insanlık tarihiyle birlikte yazılması da bu nedenledir.

Dünyayı değiştirmek ve tarihe tanıklık etmek amacıyla yola çıkıldığında sanat hiç bir zaman tarafsız değildir. Sanatçı çağına tanıklık ederken, özgürlüğünü ve etkinliğini kontrol altına almaya çalışan sisteme, kendisine ve topluma dayatılan tüm yaptırımlara karşı muhalif bir tavır sergilemek zorundadır.

Tarih boyunca sanat insanın kendisini en özgür şekilde ifade edebildiği alanlardan biri olmuş ve sanatçılar eserleriyle karanlıkla mücadelede toplumlarda öncü rolü üstlenmiştir. İşte tam da bu nedenle toplumsal aydınlatmayı istemeyen egemen güçler sanata ve sanatçıya uyguladıkları baskı ve sansürle aydınlanmanın önüne geçmeye çalışmıştır.

Sanat özgürlüğün en güzel ifade şeklidir. Sanatçılar özgür ruhların yeryüzündeki yansımalarıdır. Ve sanatın en önemli özelliği hiçbir otoriteye hizmet etmemesidir. Ve sanatın evrensel gücü onu sınırlamaya çalışan her türlü politikadan çok daha güçlüdür. Tarih perdesinde bir sanat eserinin evrensel sonsuzluğu karşısında tüm baskıcı unsurlar silik birer gölgeden ibarettir.[4]

Çünkü tarafsız olamayan, olması da mümkün olamayan sanatın özünde muhalefet vardır.

Kaldı ki sanatta “tarafsız olmak” egemen taraftan olmak demektir, güçten, iktidardan yana olmak demektir. Ezilenin, sömürülenin, haksızlığa uğrayanın, sesini duyuramayanın karşısında olmak demektir. Korku ve tehdit ve baskı düzeninden yana olmak demektir…

Sanat, sanatçının bilinçli eylemiyle, bilinçli bir faaliyetiyle, üretimine mutlak kendi kişiliğini, kendi aldığı tavrı getirecektir. Tavır almak, taraf olma zorunluluğunu getirir.[5]

Tarafsız sanat olmaz, olamaz. Çünkü sanat da, kültür de sınıflı bir dünyada hegemonya mücadelesi alanıdır; buradaki mücadele de kıran kıranadır!

Yeri geldi aktarayım:

Theodor W. Adorno, “Her sanat yapıtı işlenmemiş bir suçtur.” “Sanatın bugünkü görevi, düzene kaos getirmektir.” “Sanat, kırılmış bir mutluluğun taşıdığı vaattir”…

Friedrich Schiller, “Sanat, özgürlük tarafından emzirildikçe büyür”…

Bertolt Brecht, “Barış, insandan yana olan tüm çabaların, tüm üretimin, yaşama sanatını da içermek üzere tüm sanatların temelidir”…

Oscar Wilde, “Sanatın… altüst etmeğe çalıştığı şey, türün tekdüzeliği, adetlerin köleliği, alışkanlığın tiranlığı ve insanın makine düzeyine indirgenmesidir”…

Albert Camus, “Sanat zorbalığa karşıdır.” “Politika ve sanat dünyanın düzensizlikleri karşısında başkaldırmanın iki ayrı yüzüdür.” “Sanat dünyaya kötülük etmek için icat edilmemiştir.” “Dünya aydınlık olsaydı, sanat olmazdı.” “Sanat bence en büyük sayıda insanı ortak acılar ve sevinçlerle coşturacak görüntüleri, biçimleri bulmaktır.” “Sanat hem bir coşma, hem de bir yadsıma işidir,” saptamaları sanatın ne olması gerektiğini gayet net ifade eder…

“Ya sanatçı” mı?

O da… Bertolt Brecht’in, “Sanat gerçekliğe tutulan ayna değil, onu şekillendirmek için kullanılan çekiçtir”…

Anton Çehov’un, “Sanatçının görevi soru sormaktır, cevaplamak değil”…

Ezra Pound’un, “Sanatçı her zaman başlangıcı temsil eder. Bir başlangıç, bir buluş, bir keşif olmayan herhangi bir sanat eserinin dünyası küçüktür”…

Albert Camus’nün, “Sanatçı yalanla ve kötülükle uzlaşamaz.” “Hiçbir sanatçı gerçekten vazgeçmez.” “Sanatçı başkalarının katlandığı acıları uyuşturmaz içinde.” “Sanatçı tanımı gereği, bugün tarihi yapanların buyruğuna girmez,” formülasyonlarıyla ifade edilenden başka bir şey değildir, olamalıdır da…

Sanat taraflıdır; ezilenden yana, ezilene yönelik adaletsizliğe başkaldırarak; bugün “estetik” denilen geleceğin ahlâkını yaratır…

 

I.1) “İYİ DE BUGÜN” MÜ DEDİNİZ?

 

Sanatın sanat olmaktan çıkartıldığı kapitalist yabancılaşma dünyasında “İyi de bugün” mü dediniz?

O Max Horkheimer’ın, “Bir zamanlar sanatın, edebiyatın ve felsefenin amacı varlıkların ve hayatın anlamını açıklamak, dilsiz olan her şeyin sesi olmak, doğaya acılarını anlatması için bir dil vermekti. Başka bir deyişle gerçeği asıl adıyla çağırmaktı. Bugün doğanın dili koparılmıştır. Bir zamanlar her sözün, çığlığın ya da jestin içsel bir anlamı olduğuna inanılırdı: Bugünse hepsi sıradan bir olay, bir rastlantı olarak görülmektedir,” biçiminde ifade ettiği ayrı bir felakettir…

Kapitalist piyasanın meta fetişizmi çılgınlığı günümüzde sanatı son derece uzmanlaşmış bir uğraş hâline getirdi. Müzeler ve galeriler, küratörler, sanat eleştirmenleri, sanat dergileri, bienaller… Sanat artık tüketimle buluştu ve satın almanın kendisi sanata dönüştü.[6]

Bununla eş zamanlı kesitte “Toplumun yüzde 49’u hiçbir zaman sinemaya gitmiyor. Toplumun yüzde 39’u hiç kitap okumuyor… Toplumun yüzde 66’sı konser, tiyatro ya da opera gibi herhangi bir etkinliğe katılmamış… Toplumun yüzde 81’i hiçbir enstrüman çalmıyor; yüzde 57’si video, VCD, DVD, internetten film, dizi izlemiyor; yüzde 47’si hiç dergi okumuyor; yüzde 86’sı hiçbir hobi kursuna gitmemiş… En sık yapılan aktivite ise yüzde 85’le televizyon izlemek”[7] iken bir şey daha oldu; ki onun hikâyesi de Akif Beki’nin satırlarında şöyle izah ediliyor:

“Cumhurbaşkanı Erdoğan, sık sık kültür ve sanat ortamındaki sığlaşmadan yakınıyor. Huber Köşkü’ndeki sanatçı iftarında da aynı sorundan dert yandı. Devleti kültür ve sanatın işverenliğinden çekip nitelikli işlerin destekçisi, teşvikçisi yapmayı savundu… Kültür ve Turizm Bakanı Nabi Avcı da dinleyiciler arasındaydı, mesajı almıştır.”[8]

“Alınan mesaj” doğrultusunda “III. Kültür Şûrası”nın sonuç raporları komisyon başkanlarınca okundu. Raporlarda milli kültürün canlandırılmasına odaklanıldı. Yereli esas alan evrensel bir yaklaşımla yerli ve milli içerik üretiminin artırılması gerektiği de ifade edildi.

Raporlarda, “Sadaka taşı”, “Misafir Taşı” gibi İslâmi hassasiyet taşıyan sanat eserlerinin de öne çıkarılması vurgulandı. Milli Saraylar, Yunus Emre Enstitüsü gibi kurumların da güçlendirilmesi gerektiği ifade edildi.

Kültür Şûrası’nda, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın milli kültür stratejisinin kontrol altına alınması yönündeki çağrısı da hatırlatıldı.

Kültür Ekonomisi Komisyonu Başkanı Ali Saydam, Türkiye’nin dünya kültür ekonomisinde payının yüzde bir olduğunu açıkladı. Saydam, “Milli Kültür Fonu” kurulması gerektiğini belirterek bakanlığın kamu dışındaki kurum ve kuruluşlarla sponsorluk ilişkileri kurmasını tavsiye etti.

Sahne Sanatları Komisyonu Başkanı İskender Pala, sanatsal ve idari yönetimin ayrıştırılması gerektiğini belirtti. Repertuvar ve metinlerin milli değerlerle örtüşmesi gerektiğini belirten Pala, “AKM’nin ihyası”na da vurgu yaptı.

Sinema, Radyo ve Televizyon Komisyonu Başkanı Deniz Bayrakdar, milli ve tarihi şahsiyetlerin uluslararası büyük bütçeli sinema filmleriyle tanıtılmasına değindi. “Ömer Lütfi Akad Sinema Müzesi” önerisi getirdikleri raporda ayrıca Film Bankası kurularak sinema projelerinin finansal anlamda desteklenmesi gerektiğini belirtti. Bayrakdar, Türkiye Sinema Kuruluş tarihinin yeniden belirlenmesini vurguladı. Sinema filmlerinin sınıflandırılarak seyirciye ulaştırılması, yabancı filmlerden alınmayıp Türk filmlerinden alınan 650 dolar artı KDV gösterim ücretinin kaldırılması, TRT’de sinema kanalının kurulması gibi önerileri de sundu.

Müzik Komisyonu Başkanı Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya konuşmasında “çoksesli ve teksesli gibi sığ kavramları gündeme getirmeyeceğiz” ifadesinin şaşkınlığını henüz atamamışken “Wagner’i günahım kadar sevmem” diyerek Wagner’in müzikle ilgi bir sözünden örnek vermesi epey dikkat çekti. Çetinkaya, raporda, özel tiyatrolara verilen desteğin benzerinin müzik topluluklarına da verilmesi gerektiğini vurguladı.

Görsel Sanatlar Komisyonu Başkanı Prof. Uğur Derman, “sanat eğitiminde mahallileştirmeye gidilmeli, milli değerler göz ardı edilmemeli, mahallelerde sanat atölyeleri güçlendirilmeli, her şehirde bienal yapılmalı” gibi önerileri sundu.

Kültür ve Turizm Bakanı Nabi Avcı da, “Şûrada ortaya çıkan hiçbir cümleyi zayi etmeden gelecek için tam bir fikr-i takip içinde olacağımızdan emin olmanızı istiyorum” dedi. Avcı, ayrıca “Bireyselliği ve bencilliği bir norm hâline getiren modern hayat biçimine karşı çocuklarımızı, gençlerimizi milli ve manevi değerlerimizle donatmalıyız,” biçiminde konuştu.[9]

Bu millîleş(tir)me, yerelleş(tir)me vaveylası arasında sanat, aslî özelliklerinden arındırılıp, sanat olmaktan çıkarılarak, sömürü düzeni adalet(siz)iğine eklemleniyor…

 

II) ADALET(SİZLİK) MESELESİ

 

Adalet(sizlik) meselesine gelince; altı defalarca çizilerek anımsatılması gereken şey Theodor W. Adorno’nun, “Gerçek adaletin ortamı, adaletsizliktir,”[10] saptamasıdır.

Gerçekten de Platon’un ‘Devlet’inde, Socrates ve Thrasymachus arasındaki konuşmada Thrasymacus için, “Güçlünün çıkarına olanın gerçekleşmesidir”; Socrates’e için de “Herkesin kendi hakkını almasıdır,”[11] biçiminde tanımlanan “adalet” kavramı, adaletsiz söz konusu olduğu için vardır.

Devrimci sanat, adaleti savunmak yerine; adaleti bir gereksinin olmaktan çıkartmak için vardır. Yani devrimci sanat, kendini adaleti savunmakla sınırlamadan adaletsizliği var eden sisteme karşı mücadele eder.

Bu bağlamda denilebilir ki, devrimci sanat adaletsizliği karşı mücadelenin ürünüdür. Bu asla “es” geçilmemelidir!

Öte yandan Adalet kelimesi Arapça’da “adl” kökünden gelirken; manası da “denge” ve “denklik”tir.

Türk Dil Kurumu’nun tanımına göre, “Yasalarla sahip olunan hakların herkes tarafından kullanılmasının sağlanması”yken; Justinianus’a göre de, “Adalet herkese kendi hakkını vermek konusunda kat’i ve devamlı bir iradedir.”

Hukuk sözlüklerinde bir denge(sizlik) sistemi olarak adalet, “Herkesin hakkını tanıma; karşılıklı zıt yararlar arasında hakka uygun olan eşitlik veya denge” olarak geçerken; hakkaniyet ise, “Somut olayların özelliklerine uyan çözüm biçimlerinin en yüksek ahlâki temelini oluşturur,” şeklinde formüle edilir.

Hangi biçimsellikte olursa olsun,[12] insan(lık) tarafından adaletsizlik karşısında ortaya atılmış, sınıfsal bir kavramdır adalet; “eşit(siz)lik” ile devreye girer.

Bu nedenle her “adalet” dediğiniz, o kadar da adil bir şey olmayabilir.

Bu nedenle egemen adalet, acz içinde olanların güç sahibi olandan isteyip asla alamadıkları manipülasyondur çoğunluk.

Adalet, olayın taraflarından birince dağıtılacaksa o zaman da kesinlikle taraf tutma adaletsizliği görülecektir.

İşin gerçeği bir terazi göstergesiyle simgeleştirilen “herkes için adalet”, tam anlamıyla hayaldir. Özetle “herkes için adalet” diye bir şey yoktur. Çünkü kuralları koyacak kadar güçlü olanlar, adaleti de biçimlendirirler. Sınıflı sömürücü toplum koşullarında adalet birbiri ile çelişen iki farklı anlamda kullanılır ve kuramsallaştırılır.

Yani adalet, yasa koyucunun elinde yasanın zorlayıcılığına tabidir. Ve sanılanın aksine hukukla her zaman aynı paralelde gitmeyen kavramdır.

Bir toplumda egemen sınıfın (ekonomik, siyasi ya da ruhani anlamda egemen) gücünü korumak için devlet kanadı ile koyduğu yaptırımlara verdiği ad ve toplumun bu kuralları sosyalleştirme sürecidir. Örneğin hukuk kuralları, mahkemeler, kutsal kitaplar vs. Bu adalet anlayışının yansımasıdır…

Ortada belirli eylemler üzerinde karar verebilecek bir güç ve bir norm vardır. Size neyin doğru neyin yanlış olduğunu söyler.

Günümüzde genelde bunlar ya din kuralları ya da modern burjuvazinin kuralları etrafında şekillenmiştir… Adaletin mülkün temeli olması da buradan gelir. Hammurabi kanunları bile, mülkü yani özel mülkiyeti ve toplumun (sınıflı) yapısını korumak için konulmuştur…

Adalet kavramı “hak”la ilişkilidir. Adalet yerini bulsun demek hak olan yerini bulsun demektir. Hak kavramı ise “güç”le ilişkilidir. Yani güçlü olan her daim haklıdır.

“Güç” ise çoğunlukla “para” ile ilişkilidir. Zengin olan güçlüdür, güçlü olan haklıdır, haklı olanın adaleti “gerçek adalettir”.

Ve biliyoruz ki güçlünün (muktedirin, iktidarın, zenginin!) adaletine bel bağlanamaz!

Tam da bunun için “There is no justice. Not in this world/ Adalet yok. Bu dünyada yok,” diye özetlenen dünyada zengine değil, yoksula derler, “Hammer of justice crushes you/ Adaletin tokmağı ezer seni” diye…

Bir başka deyişle adalet, insan zihninin bir ürünüyken; emekçi insan(lık) da adaletsizliğin mağdurudur. Yani adalet muğlak ve müphem bir kavramken adaletsizlik çok nettir.

Sonra “Adalet” denilen kavram o kadar değişkendir ki, Fransa’da ağır suç sayılan, Avusturalya’da sadece ihlâl olabilir. (Mesela Hollanda’da marijuana kullanmak serbestken, Türkiye’de aynı fiil için 6 ay hapis cezası öngörülebilmektedir.)

Tamam! Genel olarak adalet, hakkın gözetilmesi ve yerine getirilmesi anlamına gelir. İnsanların toplum içindeki davranışlarıyla ilgili olduğundan ahlâk ve din kurallarıyla da ilişkilidir ve tarih boyunca tartışmalı bir alan olmuştur. “Haklı ile haksızın ayırt edilmesinin adaletle sağlandığı”ndan söz edilir! “Adalet kavramının temelde hukuk kurallarına uygunluk içerdiği”nden dem vurulur! “Justittia est constans et perpetua voluntas lus suum cuique tribuendi/ Adalet, herkese hakkını verme konusunda müstakar ve kesintisiz bir iradedir,” denir.

Ayrıca M.Ö. 223-170 yılları arasında yaşamış modern hukukun temelini oluşturan Gnaeus Domitius Annius Ulpianus; Gaius -Papinianus, Paulus ve Modestinus’la beraber- Roma Hukuku’nun en büyük beş hukukçusundan birisi olarak adaleti, “onurlu yaşamak (honeste vivere), başkalarına zarar vermemek (alterum non leadere), herkese kendine ait olanı vermek (suum cuique tribuere),” diye tanımlanır.

Ve güçsüzün güçlüden hakkını almasının, yaşamaya değer bir hayatın varlığına olan inancın soyut ifadesi olarak “Modern Adalet” anlayışının mimarı sayılabilecek aydınlanma düşünürü Cesare Beccaria’ya göre, “adaletin üç temel yasası vardır”:

i) Cezanın amacı, suçlunun benzer suçları tekrar işlemesini önlemektir.

ii) Adalet hızlı tecelli etmelidir, suç ile ceza arasındaki süre ne kadar kısaysa, insanların zihninde suçun ardından bir ceza geleceği fikri o kadar yer edinir.

iii) Cezada esas olan sertlik değil kesinliktir. Çünkü Ona göre, “Küçük de olsa bir cezanın kesinlikle çekileceğini bilmek, ağır ama kurtulma ihtimalimizin olduğu bir cezadan daha caydırıcıdır.”

Ancak bir temyiz kararında Birleşik Krallık mahkemesi hâkimi Lord Hewart, “justice should not only be done, but should manifestly and undoubtedly be seen to be done/ Adalet sağlanmakla kalmamalı, sağlandığı da görülmelidir,” dese de; adalet ihtiyacını devreye sokan adaletsizliğin körüklediği dünyadaki şiddet ortadan kalksın istiyorsanız, istemeniz gereken şey, dünyadaki adaletsizliklerin ortadan kalkmasıdır.

Lafı gevelemeye gerek yok: Dünyada şiddet olması demek, dünyada adaletsizlik olması demektir. Yani şiddet yanlıları, adaletsizlik yanlılarıdır.

Unutulmasın “Adalet(sizlik)” kavramı, insan(lık)ın sınıflı mücadele tarihiyle yaşıttır ve bu serüvende ezilenlerin adalet isteği, hep kanla kutsanmıştır.

Tıpkı Can Yücel’in, “davacı zengin, davalı yoksulsa/ zenginden yana işler yasa

davacı yoksul, davalı zenginse/ davalıda kalır yine nizalı arsa

davacı da davalı da zenginse davada/ özür diler çekilir aradan kadı

davacı da davalı da yoksulsa, bak,/ sade o zaman işte yerin bulur hak,” dizelerindeki gibi!

Yani hukuk, iktidarın fahişesiyken; adalet de, iktidardan olma, hukuktan doğmadır. Bu bağlamda kapitalist adalet(sizlik), büyük sineklerin delip geçtiği, küçük sineklerin ise takılıp kaldığı bir ağken; yoksul bebeğin içemediği sütü, zenginin köpeği içiyorsa; adaletten bahsedilemez!

Thomas Mann’ın, “Cehennem pak olanlar içindir; ahlâk dünyasının yasası budur. Çünkü cehennem günahkârlar içindir ve insan sadece kendi paklığına karşı günah işleyebilir. Bu bir hayvansa o takdirde günah işleyemez ve hiçbir cehennemden bir şey algılayamaz. Düzen böyle kurulmuştur ve cehennemde sadece çok iyi insanların bulunduğu kesin kes doğrudur, bu adil bir şey değil, ama bizim adaletimiz bu!” saptamasının altını çizerek diyebiliriz ki, suçun/ eşitsizliğin olduğu yerde adalet yoktur; sınıflı bir toplumda evrensel adalet beklentisi, sadece bir yanılsamadır; “adalet” kapitalizm koşullarında sistemli bir yalandır…

Yaşadıklarımız bize hep “Adaletin bu mu dünya?” dedirtirken; “Adalet mülkün temeli” ilan edildiği bir düzlemde mülksüzler için adalet mümkün olabilir mi?

Örnek mi? Cellini bir insan öldürür. Papa’ya şikâyet ederler. Kaşlarını çatar kutsiyetmeap: “Bizim kanunlarımız avam içindir,” der ve ekler: “Dâhiler için değil”![13]

Alın size, Yekta Güngör Özden’in, “Adalet toplumsal namustur,” diye formüle ettiği bir icraat!

“Evrensel Adalet” aslında olmayandır, gerçekte yoktur. İnsan inanmak istediği için, uğradığı haksızlıklara karşı sığınacak bir liman, bir bedel ödetme günü beklentisi, bir haklı cezalandırma duygularıyla oluşturmuştur; farklı dillerde farklı kültürlerde ama hep aynı ümitsiz beklentilerle…

İnsanın kendini avutmak, telkin etmek, teskin etmek için bulduğu bir kelimedir…

Dünyada zaman aktıkça içi doldurulur, anlamlandırılır, soyut varlığı kadar somut varlığı da insan için hissedilir olur, gözle görülür, kulakla duyulur, elle hissedilir, biçim alır şekil alır diye beklenilmiştir…

Adalet kadar adalet kelimesinin var olması için de çok beklenilmiştir, beklenmektedir hâlâ…

Thrasymachus, “Her zaman için adalet güçlünün çıkarından başka bir şey değildir,” derken egemenlerin “adalet” diye yutturduğu yalana dikkat çekerken; adalet sadece erke sahip olan için çalışır, gerisi hikâyedir.

Özetle insan(lık)ın adalet arayışı, onun ancak ölümsüz bir dünyada sağlanabileceğini, insan ömrünün dünyada adaleti görmeye yetmeyeceği hikâyesini tezgâhlayan “kutsal kitaplar”la; ütopik bir hayal, belirsiz bir “umut” olarak ambalajlayan egemenlerin hurafesi olmaktan öteye gidemedi.

Kapitalist yaşamın hemen hiçbir yerinde yoktur adalet! Bu bağlamda “adalet” deyince akla hemen eşitsizlik gelir. Çalışmadan para kazanan kapitalist ile “iş, iş” diye inleyen işçi; çocuğu için böbreğini satanın yanında, hergün tonlarca gıdanın çöpe atılması; vd’leri gibi…

Sorunu çözmek yerine, onun temellerini ortadan kaldıran sistem adilken; her sınıfın adaleti kendinedir.

Tam da bunun için “Adalet, Allah’ın emrine uygun şekilde amelde bulunmaktır,” der İmam-ı Şafii ve ekler Hatib-i Bağdadi:

“Adalet, kişinin dinindeki istikameti ve adaleti yok ettiği bilinen düşünce ve hareketlerden uzaklaşmasıdır. Adil kişi, Allah’ın emirlerine sımsıkı sarılan, haramlardan korunan, farzları eda eden, adaletini ıskat eden davranışlardan sakınan, ahlâkını ve mürüvvetini ihlâl eden sözlerden kaçınan ve bu vasıfları herkes tarafından bilinen kimsedir.”

Konuyu daha da aydınlatmak için Kınalı-Zâde Ali Çelebi, ‘Ahlâk-ı Alâi’ başlıklı yapıtında ‘Dâ’ire-i Adliye/ Adalet Çemberi’ni formüle edişinin de altı çizilmelidir:

“dâ’ire-i adliye:

adldür mucib-i salah-ı cihan,

cihan bir bağdur divarı devlet,

devletün nazımı şeri’atdür,

şeri’ata olamaz hiç haris, illa mülk,

mülk zabt eylemez, illa leşker,

leşkeri cem’idemez, illa mal,

malı cem’eyleyen ra’iyyetdür,

ra’iyyeti kul ider padişah-ı aleme adl.”

Türkçeleştirirsek şunlar der Kınalı-Zâde Ali Çelebi:

“adalet çemberi:

adalet, cihanın salahının teminatıdır,

cihan, duvarı devlet olan bir bahçe gibidir,

devletin işlerini tanzim eden şeri’at(kanun)tır,

şeri’atı mülk(hükümdarlık)ten başka bir şey koruyamaz,

ancak mülkün hâkimi olan hükümdar bunu asker olmadan başaramaz,

asker ise ancak mal(para) ile sağlanır,

malı(parayı) kazanan reayadır,

raiyyeti alemin padişahına kul eden,

ona bağlı kılan ise ancak ve ancak adalettir.”

Gördünüz mü Kınalı-Zâde Ali Çelebi, adaleti ne kadar net tarif etmiş!

Bertolt Brecht’in “Adaletin Erdemi”[14] konusunda dediklerini unutmadan toparlarsak: Coğrafyamızda yaşayan insanların, hayatın şu veya bu alanında, yaşamlarının herhangi bir anında, adaletsizlik yaşamamaları söz konusu değildir. Bu nedenledir ki, hemen her dönem “Adalet istiyoruz” diyerek sokaklara çıkanlar olmuştur.

“Adalet” denildiğinde, genellikle akla, hep hukuki boyutu gelir. Ancak, adalet sadece hukuk ile sınırlanabilecek ve sadece yargı mekanizmasını ilgilendiren bir olgu değildir. Adalet ya da adaletsizlik, denilebilir ki, bir sistemin her alanındadır. Elbette adaleti veya adaletsizliği doğuran da öncelikle sistemin ekonomik alt yapısıdır. Üretim ilişkilerinin niteliğidir. Sistemin alt yapısı nasılsa, hukuk ve yargı mekanizması da ona uygun olarak şekillenir.

Sömürü düzenleri adaletin olmadığı düzenlerdir. Köleci sistemin adaletsizliği, üretim ilişkilerinin köle emeğinin sömürüsü üzerine şekillendirilmiş olmasından kaynaklanır. Aynı durum, diğer sömürü düzenleri olan feodal ve kapitalist sistem için de geçerlidir. Feodal sisteminin adaletsiz olmasının temeli, feodal beylerin serflerin emeğini sömürmesi üzerine kurulmuş feodal üretim ilişkileri; kapitalist sistemin temel adaletsizliği ise, burjuvazinin proletaryanın emeğini sömürmesi üzerine kurulmuş olan kapitalist üretim ilişkileridir.

Bir sömürü düzeninin hukuk sistemi ve dolayısıyla yargısı da, bu adaletsiz üretim ilişkilerini ve o sistemdeki egemen sınıfların çıkarlarını koruyacak şekilde oluşturulmuştur. Sömürü düzenlerinin hukuk ve yargı sistemlerindeki adaletsizlik de kaynağını buradan alır. Dolayısıyla diyebiliriz ki, sınıflı toplumlar var olduğu sürece, adaletsizlik de olacaktır.

Kapitalist sistemi örnek olarak alırsak; kapitalist sistemde hukuk ve yasalar, kapitalist sömürü düzenini ve burjuvazinin özel mülkiyetini korumak için, yani halkın kapitalist sisteme zarar veren eylemlerini cezalandırmak için vardır. Bu nedenle de, kapitalist sistem, ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel her alanda adaletsizlik üreten bir sistemdir.

Örneğin, burjuvazinin mülkiyetine yönelik en küçük bir eylem ağır şekilde cezalandırılırken, burjuvazinin emek sömürüsü ile edindiği devasa mülkiyet bu yasalarda meşru kabul edilir.

Özetle tekrarlarsak: Adalet salt hukuki bir olgu değildir, bir sistemin adaletli ya da adaletsiz olması, öncelikle o sistemin üretim ilişkilerinin adaletli ya da adaletsiz olmasına bağlıdır.

Ansiklopedilerde adalet, “hak ve hukuka uygunluk” şeklinde tanımlanmaktadır.

Ancak, “hak ve hukuk” kavramları da, sömürü düzenlerinde; haksızlıkları ve hukukun egemen sınıfların çıkarları için yapılmış olduğu gerçeğini örtmek için kullanılır. “Hak ve hukuka uygunluk” ancak, sömürünün ortadan kalktığı, proletarya ve diğer emekçi sınıfların haklarının tanındığı; hukukun, emekçi sınıfların iktidarını ve sınıfsız topluma geçişi güvence altına alacak şekilde düzenlendiği sosyalist toplumda “adaletli olmak” anlamına gelecektir.

Bununla birlikte, henüz sınıfların ortadan kalkmadığı, sınıfsız topluma geçiş aşaması olarak değerlendirilen sosyalist toplumda da “mutlak bir adalet” söz konusu değildir.

Sosyalist toplumdaki, sömürü düzenleriyle kıyaslanmayacak ölçülerde minimuma inmiş olan “adaletsizliğin” nedeni de, yine üretim ve paylaşım ilişkilerine dayanır. Sosyalist toplumdaki, herkesin yeteneklerine göre üretim sürecine katılıp, herkese çalışmasına göre üretimden pay verilmesi ilkesi minimuma inmiş olan adaletsizliğin nedenidir.

Bu adaletsizlik, ancak komünist toplumda sınıfların ortadan kalkması ile birlikte giderilebilecektir. Komünist toplumda, herkes yeteneğine göre üretim sürecine katılacak, fakat herkese ihtiyacına göre üretimden pay verilecektir. Toplumdaki bireylerin farklı düzeylerdeki ihtiyaçlarının, ihtiyacı fazla olanın daha fazla süre çalışmaya zorlanmadan karşılanması adaletin eksiksiz olarak yerine getirilmesi olacaktır.

Diğer bir ifade ile sınıfsız toplumda, “hak ve hukuk” kavramları da eksiksiz adaletin gerçekleşmesi ile, haksızlıkların ortadan kalkması ile birlikte söneceklerdir.

Buradan yola çıkarak, adalet üzerine diğer bir yanlış bakış açısına değinebiliriz. Adalet, kavramına ilişkin diğer bir yanlış bakış açısı, “adalet”in, salt “eşitlik” şeklinde kavranmasıdır.

İnsanların üretim sürecine katılabilme koşulları ve ihtiyaçlarındaki farklılıkları hesaba katmayan “mutlak eşitlikçi” bakış da adalete ilişkin eksik bir tanımlama olur.

Marksizm-Leninizm adalet kavramını “insanların sömürüden kurtulması”yla bütünleştirmiştir.

‘Materyalist Felsefe Sözlüğü’nde bu şöyle ifade edilir: “Marksist ahlâk, adalet kavramını, toplumu sömürüden kurtarma fikriyle birleştirir. Ancak sosyalizmdir ki, adaletli, eşit ilişkiler, kardeşçe dostluk ve halklar arasında işbirliği yaratır. Sosyal ve ekonomik farklılıkların bütün izlerinin ortadan kalktığı sosyalist toplumun yüksek aşamasında (komünizm b.n) sosyal adalet doruğuna ulaşır.”[15]

Toparlarsak: Sömürü düzenleri adaletsizliğin kaynağıdır. Adalet, ancak sömürüye son verilerek sağlanır ve ancak sınıfsız toplumda tam olarak gerçekleşir.[16]

“Adalet, büyük sineklerin delip geçtiği, küçük sineklerin ise takılıp kaldığı bir ağdır,” tanımı, Türkiye’deki adalet sistemini tanımlamak açısından mükemmeldir.

“Türkiye’de bir şeyler yanlış” demenin, düşünceyi ifadenin cezası seneler boyu hapis olabilir.

Ancak küçük bir çocuğa tecavüzün cezası ise 1 yıl 8 aydır. Bir de “küçük çocuğun rızası var”sa(?!) eğer, daha da indirilebilir.

Yani kimine göre yaş büyütüp astırmaktır adalet. (Erdal Eren)

Kimine göre eğitim hakkını elinden almaktır. (Cihan Kırmızıgül)

Kimine göre çocuk tecavüzlerini korumaktır. (N.Ç Davası)

Ethem Sarısülük’ü vuran polisin serbest kalmasıdır “adalet” kimileri için de…

‘Sivas Katliamı Davası’nın zamanaşımına uğraması ile bir kez daha kayıplara karışan bir kavramdır.

Türk(iye) “adalet”i budur; gerçeklerin çift yönlü ve göreceli olduğu tabloda, insanlar tarafından uydurulan bir kavramdır. Az mı gördük, küçük çocuklara cinsel saldırıdan yargılanıp beraat alan tecavüzcülerin “Yaşasın Adalet!” diye haykırmasını…

Kolay mı? Birinin emirlerine göre hareket eden, karar veren mekanizma, sadece emir kuludur; Türkiye’de olduğu üzere!

Sunay Akın’ın, “Beyaz adam özgürlük gibi adaleti de bir kadın heykeliyle simgeledi. Ama elinde terazi tutan zavallı kadın gözleri bağlı olduğu için kendisine tecavüz edenin kim olduğunu göremedi,” notunu düştüğü günümüzde, adaleti tesis edecek olan Yunan mitolojisindeki tanrıça ‘Themis’ değil; ezilenler tarafından adaletsizliğin yok edilmesidir.

Çünkü Özdemir Asaf’ın, “insansız adalet olmaz/ adaletsiz insan olur mu?/ olur, olmaz olur mu!/ ama, olmaz olsun” dizelerindeki üzeredir her şey…

İstenen ama olmayan ya da esamesi pek okunmayan şey olarak, insanların adalet mistifikasyonu, adaletsizlik korkusu yüzündendir.

Tamam kavram olarak yücedir. Sıfat olarak adil, paha biçilemezdir…

İyi de adalet nasıl sağlanabilir? Esas mesele adaletin tesis edilmesinde izlenecek yolun bulunmasıyla alâkâlıdır. Yapay adaletin aşılmasıdır…

Yapay adalet, bir kuralın bize adaleti sağlayabileceği yanılgısıdır. Burada ayrım noktası yasa ve adaletin birbirini karşılamadığı gerçeğidir.

Unutmayın her yasa adil olanı sağlamayacaktır. Yasa dediğimiz şey sadece yürürlükte olan demektir. İdeal bir yapı içermez; dolayısıyla adaletsizliği de barındırabilir.

Yasanın adaleti, biz(ler)e adalet sağlamak zorunluluğundan muaftır. Adaletin temsilcisi ne hâkimler, ne savcılar, ne avukatlar, ne de mahkemelerdir. Adaleti sahibi, adaletsizliğe başkaldıranlardır ki, bu da halkın adaletidir.

 

II.1) TÜRK(İYE) ADALET(SİZLİĞ)İ

 

Siz bakmayın; “Ratio est anima legis/ Mantık kanunların ruhudur”; “Nulla potentia supra leges debet esse/ Kanun üstünde hiçbir güç olmaz”; “Aequum et bönüm est lex legum/ Adalet ve iyilik, kanunların kanunudur,” biçiminde genellemelere…

Ya da Mahatma Gandhi’nin, “Adaletsiz rejimi, adaletle yıkınız”; Victor Hugo’nun, “İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmak,” diyen öznesiz önermelerine…

Bu parlak sözlerin büyüsünü ve “Hukuk = Adalet” formüllerini bir kenara bırakın…

Mesela Euripides’in, “Kanunları zenginlerin çıkarı için yapıyorsunuz”; Karl Marx’ın, “Burjuva düzeninin uygarlık ve adaleti, bu düzenin köleleri ne zaman efendilerine karşı başkaldırırsa, kendi korkunç yüzlerini açıkça gösterirler. O zaman bu uygarlık ve bu adalet, maskesiz yabanıllık ve yasasız öç alma olarak, ereklerini açığa vurur. Sahiplenici ve üretici arasındaki sınıf savaşımındaki her yeni bunalım, bu gerçeği daha açık bir biçimde ortaya çıkarır,”[17] uyarılarını anımsayın!

Çünkü Friedrich Engels’in dediği gibi, “Eşitlik eşittir adaleti en yüksek ilke ve son doğruluk olarak koymak istemek, saçma bir şeydir. Eşitlik ancak eşitsizliğe, adalet de adaletsizliğe karşıt olarak vardır”![18]

Kanımca bu konuda, Lev Tolstoy’a kulak vermek çok önemlidir:[19] “… ‘Köleliğin özü… yasamanın mevcudiyetinde-kendileri için çıkarlı olacak yasaları yapma gücüne sahip insanların varlığında bulunur,’ diye duyurur. Bütün kanunların ortak özelliği, uygulanmalarının ceza tehdidine bağlı olmasıdır: eğer bir kişi onların gereklerini yerine getirmezse, ‘Bu yasaları yapanlar, silahlı adamlar yollayacak ve bu silahlı adamlar, yasalara uymayan kişiyi dövecek, özgürlüğünden mahrum edecek, hatta öldürecektir.’ Şiddet ya da şiddet tehdidi, yasaların uygulanması için elzemdir ve bu da köleleştirmenin apaçık bir işaretidir: ‘Kendi iradenizin tersine, başka insanların isteklerini yerine getirmeye zorlanmak köleliktir.’ İnsanları iradelerine rağmen bir kanuna uymaya zorlamak için şiddet kullanıldığı müddetçe kölelik var olacaktır.

Tolstoy sorunun, hukuk ile sosyal çoğulculuğun bir araya gelişinde yattığını öne sürer. Devletin her fiili bazıları tarafından iyi, diğerlerince kötü görülür. Devletin herhangi bir fiili ya da herhangi bir yasası hakkında ihtilafa düşen birileri oldukça, devletin tüm fiilleri uygulanmak için eninde sonunda şiddete başvurmayı gerektirecektir. Dolayısıyla, mantıken devletin her fiili kölelikle sonuçlanır. Başlı başına devletin varlığı, kaçınılmaz biçimde şiddete ve köleliğe bağlıdır.

Dahası, Tolstoy yasaların halkın iradesini yansıttığı fikrini reddeder, ‘Çünkü,’ der, ‘Bu yasaları çiğnemeyi arzu edenlerin sayısı daima onlara uymayı arzulayanlardan fazladır… Daha isabetlisi eğer yasalar halkın iradesini yansıtsaydı, onları uygulatmak için şiddete başvurmak gerekmezdi.’, ‘Aslında,’ diye iddia eder Tolstoy, ‘Herkes bilir ki yalnızca despotik ülkelerde değil ama sözde en özgür olan ülkelerde – İngiltere, Amerika, Fransa ve diğerleri- bile yasalar herkesin değil, gücü elinde bulunduranların iradesiyle yapılır ve bu nedenle her zaman ve her yerde ister çok sayıda, ister az, isterse de tek bir adam olsun, güç sahiplerinin çıkarlarına göre biçimlenir.”[20]

Sınıflı toplumda “Adalet” denilen; adaletsizliğin ta kendisidir.

Çünkü Niccolo Machiavelli’nin, “Adalet daima güçlüden yanadır.” “Devletten bağımsız ahlâk ve hukuk düşünülemez”; Aristoteles’in, “Zayıf, daima adalet ve eşitlik ister, hâlbuki bunlar kuvvetlinin umurunda bile değildir”; Sofokles’in, “Korkuya yer vermeyen bir devlette, kanunlar hiçbir zaman gerekli saygıyı görmezler”; Murathan Mungan’ın, “Yerini bulmayan adalet, katillerini ve cinayetlerini çoğaltır”; Chuck Palahniuk’un, “Çok fazla kanun olduğu için boka batmanın da bin bir türlü yolu vardı”;[21] François de la Rochefoucauld’nun, “Çoğu insandaki adalet aşkı, kendisinin haksızlığa uğrayabileceği korkusundan başka bir şey değildir,” saptamalarındaki üzeredir her şey…

Hem de “İyi insanlar sorumlu davranmak için yasalara ihtiyaç duymazlar, kötü insanlar yasaları bir şekilde aşar,” vurgusuyla eklediği gibi Platon’un:

“Bir toplumda suç varsa, orada adalet yoktur.” “Her yerde tek bir adalet ilkesi vardır: güçlünün çıkarı.” “Her hükümet, yasaları kendi işine geldiği gibi kurar. Demokratlar, demokratlığa, Tyrannis, Tyrannis’e uygun yasalar kurar. Ötekiler de tıpkı böyle. Bu yasaları kurmakla kendi işlerine gelen şeylerin idare edilenler için de doğru olduğunu söylerler. Kendi işlerine gelenlerden ayrılanları ise, yasalara, hakka karşı geldi diye cezalandırırlar… Her şehirde kuvvet, hüküm süren unsurun elindedir.”[22]

Evet, evet kişinin hak ettiğinden fazlasını ya da azını alması durumundan kaynaklanır adalet(sizlik)!

Elie Wiesel’in, “Adaletsizliği engelleyecek gücünüzün olmadığı zamanlar olabilir. Fakat itiraz etmeyi beceremediğiniz bir zaman asla olmamalı,” sözünü unutmadan coğrafyamızda gözlemlemesi ve idraki çok kolay olan kavramdır; burjuvazinin adalet sarayları, mülk sahibi sınıfın adaletsizliklerini tahkim ederken…

Kolay mı? “Adaletsizlikle savaş” adına daha fazla hukukçu mezun edilir; daha fazla hapishane inşa edilir; daha fazla polis, daha fazla bütçe… Sonuç: Daha fazla suç ve suçludur!

 

II.2.1) HUKUK(SUZLUK)TAN ÖRNEKLER!

 

Adalet = hukuk değilken; coğrafyamıza ilişkin verileri hızla sıralarsak!

 

II.2.2) ZAMANAŞIMI(?!)

 

Adalet(sizlik)i egemenler için en çok kullanılan versiyonu “zamanaşımı” denilen imdat simididir![55]

İşkenceyi belgeleyen bu raporun öznesi, Süleyman Cihan. Öldürülmesiyle ilgili soruşturma 31 yıl sonra açıldı, 2.5 yıl beş savcı dolaştıktan sonra “zamanaşımından” kapatıldı. Kardeşi Ahmet Cihan, “2.5 yıl soruşturma yapıyoruz diye oyaladılar, önce çeteler hapisten bırakıldı, siyasi ortam müsait olduğunda da bu davaları peş peşe düşürmeye başladılar. Devletin arkasında olduğu bir cinayet bu. Zamanaşımı da dosyayı kapatmanın hukuki kılıfı” dedi.

Süleyman Cihan 28 Temmuz 1981’de, Edirne’den İstanbul’a giderken otobüsten indirilerek gözaltına alındı. 30 Temmuz’da, yer göstermeye götürüldüğü Kadıköy Bostancı’da bir apartmanın altıncı katından atlayarak intihar ettiği şeklinde tutanak tutuldu. Kadıköy Cumhuriyet Başsavcılığı Cihan’ın ölümünü şüpheli bulup soruşturma açtı ancak dosya 24 saat dolmadan İstanbul Sıkıyönetim Askeri Savcılığı’na gönderildi. Askeri savcılık dosyayı kapattı.

12 Eylül darbesinin öldürdüğü Süleyman Cihan cinayetini Türkiye’de hiçbir savcılık soruşturamıyordu. Son karar 18 Eylül 2014’te geldi. Anadolu Cumhuriyet Savcılığı, “Cihan, polisler tarafından işkenceyle öldürülmüş bile olsa” olayın zamanaşımına uğradığına hükmetti.[66]

Bu kadarı yeter değil mi?

 

II.2.3) ÇARPICI OLAYLAR

 

Bunlara eklenmesi gereken çarpıcı olaylara gelince…

 

KADIN VE ÇOCUKLAR![70]
“3 erkeğin otomobille 230 metre sürüklediği kadın arka tekerleğin altında kalıp can veriyor. Bu 3’ünün 36’şar yıl ağır hapis cezaları duruşmadaki ‘iyi hâlleri’ nedeniyle 30’ar yıla iniyor.
Adam aracına aldığı Japon turiste cinsel saldırıdan tutuksuz yargılanıp 1 yıl 8 ay hapis cezası alıyor. Duruşmadaki “saygın tutumu” nedeniyle kuş gibi ceza da erteleniyor.
Sevgilisini öldürdükten sonra cesedini parçalara ayırıp çöp konteynerine atan adamın cezası “iyi hâl”den 25 yıla iniyor.
Tacizci polis amirine ‘iyi hâl’ indirimi ve en alt sınırdan ceza uygulanıyor. Bu da “5 taksitte ödemek üzere 2 bin 500 TL para cezası”na çevriliyor.
4 küçük kıza cinsel istismarda bulunan okul yöneticisine iki kız için en az ceza uygulanıyor. Diğer iki kızın da beden ve ruh sağlığı bozulmadığı gerekçesiyle basit cinsel istismar suçundan ceza veriliyor. “İyi hâl”den yararlanıyor ve cezası 6’da bir düşüyor.
4 ve 6 yaşlarında iki çocuğa cinsel tacizde bulunan adamın 25 yıl hapis cezası “çocukların ruh sağlığının bozuk olmadığı” gerekçesiyle 5 yıla indirilip adam tahliye ediyor.
Karısını katleden adama verilen müebbet cezası, kadının sevgilisi var diye 18 yıla iniyor. Bir de üstüne “iyi hâl” indirimi alıyor.
Eşini 16 yerinden bıçaklayarak öldüren adamın cezası, kadının eşini aldattığı gerekçesiyle 20 yıla iniyor.
10 yaşındaki 6 kız öğrencisine cinsel tacizde bulunan öğretmene akıl sağlığının yerinde olmadığı bahanesiyle ceza indirimi uygulanıyor; ceza 18 yıl 9 ay hapis.
3 yaşındaki çocuğa tecavüz ederken suçüstü yakalanan sanığa “iyi hâlden” 2 yıl 4 ay ceza indirimi uygulanıyor.
5.5 yaşından itibaren 5 yıl boyunca amcasının cinsel istismarına uğrayan çocuğun “bekâreti bozulmadı” diye eylem “basit cinsel istismar” sayılıyor. Amcanın cezası 3 yıla kadar inebiliyor.
12 yaşındaki kız çocuğuna cinsel tacizde bulunduğu için 12.5 yıl hapis cezasına çarptırılan sanığa dair karar ‘mağdurun şikâyetlerinin tedavi sonucu düzeldiği’ gerekçesiyle bozuluyor.
Eski sevgilisini öldürüp ellerini kesen adamın ömür boyu hapis cezası “iyi hâli” gözetilerek 25 yıla indiriliyor.
Eşi ve onun sevgilisini balkondan atarak öldüren adam -kadının sevgilisinin boynundaki ruj lekesi ağır tahrik indirimine neden sayılarak- 25 yıl hapis cezasına çarptırılıyor.

 

İŞKENCE MAĞDURLARI[71]
1) BALONCU YUSUF ŞİRİN Pendik’te balon satan sekiz çocuk babası Yusuf Şirin’in (57), yüzde 50 sakat kalmasına, böbreğini ve dalağını kaybetmesine, 38 gün hastanede yatmasına neden olan zabıta şiddetine “haksız tahrik” indirimi talep edildi. Üç zabıta, balon tezgâhını dağıttıkları Şirin’i, bir depoya götürüp gözlerini, ellerini ve ayaklarını bağlayarak, bayılana dek dövmüş, baygın bir hâlde sokağa bırakıp kaçmışlardı. Sanık zabıtalar Selahattin Kılıç, Erdal Küçükgüzel ve Abdullah Aykılıç, İstanbul Anadolu 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde, “işkence” suçundan 12’şer yıl hapis cezasına mahkûm edildi. Ceza iyi hâlden 10’ar yıla indirildi. Yargıtay 8. Dairesi, 2014 yılında, sanıklara “yaralama” suçundan ceza verilmesi gerektiğini belirterek kararı bozdu. Cumhuriyet Savcısı, sanıkların “kasten yaralama” suçundan, 10’ar yıl 6’şar aya kadar hapisle cezalandırılmasını ve “haksız tahrik” indirimi talep etti. Görgü tanığı, müfettiş baskısıyla verdiğini söylediği ifadesini geri aldı. Şirin’in avukatı Gülizar Tuncer, “Savcı bıçak iddiasını nereden çıkarıyor, açıklasın” dedi.
2) YARGITAY “YARALAMA DEĞİL, İŞKENCE” DEDİ Şirin’e yapılanları işkence olarak değerlendirmeyen Yargıtay 8. Ceza Dairesi, Hamdullah Çınar dosyasında, mahkemenin yaralama dediği, kaba dayağı işkence olarak gördü. Beyoğlu’nda bir barda garsonluk yapan Çınar, 7 Ağustos 2008’de, gözaltında götürüldüğü Beyoğlu Polis Merkezi’nde tahta ve plastik copla feci şekilde dövüldü. Çınar’ın kollarının ve bacaklarının büyük bölümü morarmıştı. Çınar’ı döven komiser Mehmet Kurt’a, “işkence” suçundan dava açıldı. İstanbul 20. Ağır Ceza Mahkemesi, sanığa, “basit yaralama” suçundan 2 yıl 2 ay 7 gün hapis cezası verdi. Yargıtay 8. Ceza Dairesi, 2013’te, “işkence” suçundan ceza verilmesi gerektiğini belirterek, kararı bozdu. Yeniden yapılan yargılamada, mahkeme, oy çokluğuyla eski kararında direndi.
3) BİLİRKİŞİ YOK Kuzenler Mervan Kurt, Ahmet Usal ve Murat Şalcı’yı 7 Haziran 2012’de, Taksim İstiklal Caddesi’nde döverek yaralayan, Şalcı’nın beyin kanaması geçirmesine neden olan 4 polis memuru hakkında, olaydan yaklaşık bir yıl sonra dava açıldı. Polisler, “basit kasten yaralama” ve “hayati tehlike doğuracak şekilde kasten yaralama” suçlarından, 18 yıla kadar hapis cezası istemiyle yargılanıyor. Davanın 5. oturumunda, sanık polislerin baskısıyla yeni bir bilirkişi raporu alınmasına karar verildi. Rapor bekleniyor. Olaydan sonra, ilk önce, üç arkadaşa, polise direnme davası açılmıştı.
4) DAYAK YEDİ YARGILANIYOR İstanbul Barosu üyesi avukat Bülent Kurt, 22 Eylül 2010’da gözaltına alınan müvekkilleri için Aksaray Şehit Vedat Ulusoy Polis Merkezi’ne gitti. Kapıda bekleyen polis “Nereye lan” deyince tartıştılar. Kurt darp edildi, nezarete atıldı. Kamera görüntülerinden, yumruklandığı, onlarca polis tarafından çembere alındığı ve tartaklandığı tespit edildi. Ancak, Adalet Bakanlığı’nın isteğiyle, “polise direndiği” iddiasıyla yargılanmaya başladı. Uzun bir süre sonra ise şikâyetçi polisler Evren Akbaş ve Fehmi Erdem hakkında, “zor kullanma yetkisini” aştıkları gerekçesiyle dava açıldı. Son duruşmada dinlenen ve olay tarihinde amir yardımcısı olan Ahmet Vehbi Emirhanoğlu, avukatın nezarete atılma emrini kendisinin vermediğini söyledi.
5) SORUŞTURMA 5. SAVCIDA Halkevleri Kadın Sekreteri Dilşat Aktaş’ı, 2011 yılında, Ankara’daki Hopa protestosu sırasında feci şekilde döven yaklaşık 50 polis memuru hakkındaki soruşturma sürüyor. Dosyaya bakan savcı 5 kez değişti. Aktaş’ın şikâyeti, o gün gözaltına alınan diğer eylemcilerin suç duyuruları ile birleştirildi. Avukatların, dosyanın ayrılması yönündeki taleplerine yanıt verilmedi. Aktaş’ın da aralarında bulunduğu 98 kişiye açılan ‘toplantı ve gösteri yürüyüşleri yasasına’ muhalefet davasının delilleri, Aktaş’a yönelik şiddeti belgeliyordu. Bu dosyaya gelen MOBESE görüntülerinden, Aktaş’ı linç eden 30’a yakın polis memurunun kask numarasını tespit edildi.
6) DÖVÜYORMUŞ GİBİ GÖZÜKSEK DE… Üniversite öğrencisi Can Burak Sarıgül, 27 Mayıs 2011’de, Swiss Otel’deki Uluslararası Yükseköğretim Kongresi’ne ilişkin yapılmak istenen basın açıklamasına katılacaktı. Polis, uyarı yapmadan öğrencilere müdahale etti. Sarıgül, kendini bir anda 3 sivil polisin arasında buldu. Sopalarla, tekme ve tokatla darp edildi. Yüzüne telsizle vurdular. 3 polis hakkında, “zor kullanma yetkisini” aştıkları iddiasıyla açılan dava sürüyor. Sanıkların, dosyadaki ifadeleri pes dedirtecek cinsten.

Abdullah Dal ve Ali Mutlu: Her ne kadar gazete fotoğraflarına elimizdeki plastik flama borusuyla şahsı ortamıza almış üç memur dövüyormuş gibi gözüksek de, çekilen görüntü anlık olduğundan, bu tür bir izlenim doğuyor olabilir. Olayı bir bütün olarak değerlendirdiğimizde flama borularını şahıslar kullanmasın diye elimizde muhafaza ettiğimiz belli olacaktır.

Mevlüt Ünlü: Şahıs bu tür eylemlere sürekli katılır. Yüz aşinalığımız var. Beni hedef gösterdi.

7) AVUKATIN 10 YILLIK MÜCADELESİ Siirt Barosu avukatlarından Abdulhekim Gider, 2004 yılında, Pervari İlçe   Emniyeti’nde gözaltında tutulan müvekkillerine yasal haklarının hatırlatılmadığını, işkence yapıldığını belirterek, İlçe Emniyet Amir vekili Cengiz Dursun hakkında suç duyurusunda bulundu. Karakola girerken üstünün arandığını, ayrılırken, tokalaşmak üzere elini uzattığı emniyet amirinin, “ellerimi kirletemem” karşılığını verdiğini anlattı. Gözaltına alınanların aileleriyle görüştüğü lokantanın önüne, polis araçlarının ve panzerlerin geldiğini, tehdit edildiğini söyledi. Adalet Bakanlığı, Dursun hakkında soruşturma izni vermedi. Gider, işlemin iptali istemiyle 2005 yılında Ankara 6. İdare Mahkemesi’ne başvurdu. Mahkeme Şubat 2015’te işlemi iptal etti. Kararda, avukatın üstünün aranması ve şüphelilere hakların hatırlatılmaması açısından, araştırma yapılması gerektiği belirtildi. Temyiz edilen karara ilişkin son sözü, Danıştay İdari Davalar Genel Kurulu söyleyecek.
8) BİR TÜRLÜ ADLİ TIP’A SEVK EDİLMEDİ PKK davası sanığı Abdurrahim Çetinkaya, 31 Ekim 2007’de gözaltına alındığı, Siirt Terörle Mücadele Şubesi’nde üç gün boyunca işkence gördü. Burnunun kırıldığı, işitme kaybı oluştuğu, testislerinde şişlik, kızarıklık oluştuğu, idrarından kan geldiği doktor raporlarıyla tespit edildi. 10 polise, Çetinkaya’nın teşhisiyle, 2010 yılında, işkence suçundan dava açıldı. Siirt Ağır Ceza Mahkemesi ise sanıkların delil yetersizliğinden beraatlerine hükmetti. Yargıtay 8. Ceza Dairesi, 2012’de eksik inceleme nedeniyle kararı bozdu. Yeniden başlayan davada, mahkeme, yıllardır Çetinkaya’nın Adli Tıp’a sevkini sağlayamadı. Çetinkaya’nın avukatı Abdulhekim Gider, 2010’da, İçişleri Bakanlığı aleyhine 200 bin TL’lik tazminat davası açtı. Batman İdare Mahkemesi, iki yıl sonra, süre aşımı nedeniyle davayı reddetti. Danıştay 10. Dairesi, 11 Şubat 2015’te kararı bozdu. Dava açma süresinin polisler hakkında iddianamenin düzenlendiği 11 Haziran 2010’dan başladığı ifade eden Danıştay, dosyayı idare mahkemesine gönderdi.
9) MAĞDURLA POLİSİ BARIŞTILAR SANMIŞ Ali Culha (30), Eminönü’nde, 26 Ağustos 2010’da, gece, beton mikserini tramvay yolundan geçiriyordu. Karşı yönden hızla gelen araca durdurmak üzere el işareti yaptı. Araçtaki polisler, sinirlendi. Kumkapı Yabancılar Şubesi’ne götürülen Culha, yolda ve karakolda darp edildi. Sol gözünde kılcal damarlar patladı. 18 gün “iş göremez” raporu aldı, psikolojisi bozuldu. 4 polis, İstanbul 7. Asliye Ceza Mahkemesi’nde yargılandı. Sanıklardan yalnızca, Tolga Karamanoğlu, “basit yaralama” ve “görevi kötüye kullanma” suçlarından, takdir indirimiyle birlikte, toplam 10 ay hapis cezasına mahkûm edildi. Hükmün açıklanması geri bırakıldı. Gerekçeli kararda, şubede komiser yardımcısı olan polis hakkında Culha’nın şikâyetçi olmaması nedeniyle işlem yapmadığı ifade   edilerek, “O an için katılan ile sanık Tolga’nın barıştığını düşünerek olayın diğer boyutlarına girmediği anlaşılmıştır” denildi.
10) “ORGANİZE İŞLER BUNLAR” SAVUNMASI MLKP operasyonuyla 21 Haziran 2012’de tutuklanan Özlem Cihan (34), emniyette zorla çıplak aramaya maruz bırakıldığını, işkenceye maruz kaldığını iddia ederek 5 polis hakkında suç duyurusunda bulundu. Tecavüz edilmekle tehdit edildiğini belirtti. Savcılık, polislerin ifadesini almadan 8 ay sonra takipsizlik kararı verdi. İddia, terör örgütlerinin genel politikası doğrultusunda güvenlik güçlerini yıldırmak ve çalışamaz duruma getirmek için organize hamle olarak nitelendirildi. İtiraz üzerine, Bakırköy 16. Ağır Ceza Mahkemesi, kararı kaldırdı. Yeniden başlayan soruşturmada, ifadesi alınan polisler, “şahsın her türlü ihtiyacını özenle karşıladık” dediler. Savcılık, 26 Mart 2015’te, delil yetersizliğinden yine takipsizlik kararı verdi. Dosyada, kötü muamele ve cinsel taciz tehdidine ilişkin, Cihan’ın ifadesinden başka delil bulunmadığı belirtildi. Avukatı karara itiraz etti. Müvekkilinin, cinsel taciz olayının faili polisi teşhis edebilecek durumda olduğunu belirterek, “Yüzleştirme sağlanmayarak, karartma yoluna gidilmiştir,” dedi.

 

ŞAKA DEĞİL, GERÇEK![72]
“Terbiyesiz, edepsiz” diye bağırmaya başladı kürsüde oturan hâkime, kendini kaybetmişti. “Kürt yok, Türksünüz. Kürtçe diye bir şey yoktur, bu devletin okullarında okuyup ekmeğini yediniz. Türkçe konuşun, devlete ihanet etmeyin. Teröristsiniz, ihanet ediyorsunuz. Ermenisiniz” diye devam etti.

Onu çileden çıkaran “Kürtüm kendimi daha etkin ifade etmek için anadilim olan Kürtçe ile konuşacağım. Onun için Kürtçe tercüman talebinde bulunuyorum” diyen Hamza Bulut’tu. Sadece Hamza da değil onunla birlikte olan 25 arkadaşı daha aynı talebi dile getirmişti. Hamza Bulut, “Evet, Ermeni, Türk, Arap, Kürtüz ve buradayız. Kendimizi anadilimizde savunacağız” deyince hâkime S. A. hızını alamayıp bu kez salondaki askerlere döndü:

“Atın bunları dışarı. Her gün yanınızda arkadaşlarınızı öldürüyorlar, polislerimizi öldürüyorlar, ben kadın hâlimle bunlarla burada mücadele ediyorum. Siz orada yayılıp seyrediyorsunuz, bunlarda Ermeniler gibidir. Önü şimdiden alınmasa kim bilir nasıl olur…”

Tam üç gün boyunca karşısına çıkan Selman Gülbahçe, Sait Tiryaki, Abdurrahman Sever’in de aralarında olduğu onlarca sanığa aynı tutumunu sürdürdü…

İlk gün soğukkanlılığını koruyan asker bir gün sonra hâkimenin sözleriyle tutukluların kollarını bükerek salondan çıkardı.

Erzurum H Tipi Cezaevi’nde kalan 100’den fazla tutuklu 25 Temmuz’da Suruç’ta yaşanan katliamı protesto için iki günlük açlık grevi yapmaya karar vermişti. Cezaevi idaresi tutuklulara disiplin cezası olarak bir ay etkinliklerden men cezası verdi. Tutuklular cezaya itirazda bulundular. O gün o itiraz için Erzurum 1. İnfaz Hâkimliği’ne ifadeye gitmişlerdi.

Bizzat adalet dağıtıcısı tarafından karşılaştıklarını iddia ettikleri bu ayrımcı ve ırkçı tavır karşısında suskun kalmadılar. Hem kendileri HSYK ve Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurdu hem de İHD Erzurum Şube Müdürlüğü’ne gönderdikleri mektuplarla hukuki ve demokratik mücadeleleri için destek istediler.

Erzurum İnsan Hakları Derneği Başkanı Medeni Aygül, tutuklu ve hükümlülerin kendilerine gönderdiği mektuplarla birlikte Adalet Bakanlığı’na ve HSYK’ye başvurarak iddiaların ivedilikle ve titizlikle araştırılmasını istedi.

 

II.2.4) BAĞIMLI YARGI

 

Bunların tümü, adalet(sizlik)in ne anlama geldiğini yeterince net sergilerken; kaçınılmaz olarak da “adalet dağıttığı” düşünülen yargının bağımlı karakterini ortaya koyar.

Örneğin hukuk sisteminde kararların doğru olduğuna inananların sayısının çok düştüğünü, bunlardan birisinin de kendisi olduğunu söyleyen Bolu Belediye Başkanı AKP’li Alaaddin Yılmaz, “Hangi hâkime ve savcıya gideceğim konusunda endişeliyim. Bu konularda belediye başkanı olarak bile güvende olmadığım kanaatindeyim,”[73] derken; eski Yargıtay Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk da, Türkiye’de yargılama erkine giydirilen giysinin şimdilerde çok dar olduğunu, daha da darlaştırma hesaplarının yapıldığı vurgusuyla ekliyor:

“Ne var ki, ülkemizde hiçbir adalet bakanı, gerekçe gösterilmesinin yasaklandığı izin kurumunu varlık nedeni doğrultusunda kullanmamış; her bakan savcıya müdahale etmiş, soruşturmayı yörüngesinden saptırmıştır. Hatta bir bakan, ‘Ben ülkeme sövdürmem!’ gibilerden siyasal nitelikte saçma demeçler vererek kaş yapayım derken göz çıkarmıştır. Böyle bir demeçten sonra hangi yargıç kolay kolay o kişiyi aklayabilir ki? “Suçsuzluk asıl, suçluluk istisna” demek olan “suçsuzluk karinesi”nin tersine döndüğünü belirtip, şimdi “suçluluk asıl, suçsuzluk istisna oldu artık” diye ekledi.[74]

Böylesi bir tabloda kendisini “yargı bağımsızlığını desteklemekle sorumlu bir örgüt” olarak tanımlayan ‘Avrupa Yargı Konseyleri Ağı’ (ENJC) HSYK’nın Avrupa nezdindeki üye statüsünü “HSYK’nin, bağımsız yargı organı niteliğini kaybettiği” gerekçesiyle askıya aldı.[75]

AKP Türkiye’sinde ‘Dünya Hukukun Üstünlüğü Endeksi’nde Türkiye sekiz basamak düşerek 113 ülke arasında 99’uncu olurken;[76] 2012/2013 ölçümünde de Türkiye bir önceki yıla göre 21 basamak gerilemişti. Bu da “Dört yılda hukukun üstünlüğü konusunda neredeyse 30 basamak aşağıya inildi demektir,”[77] notunu düşüyor Metin Münir…[78]

“Neden” mi? Hiçbir organ, makam, merci veya kişi mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez. Tavsiye ve telkinde bulunamaz. (Anayasa 138-2)” dese de; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 28 Şubat tarihli Dündar-Gül AYM kararıyla ilgili olarak, “Ben Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu karara sadece sessiz kalırım o kadar ama onu kabul etmek durumunda değilim. Karara uymuyorum, saygı da duymuyorum. (…) Kararı veren mahkeme bu karara direnebilirdi. O zaman AYM’nin kararı boşa çıkacaktı. Tahliye edilen kişiler AİHM’ye gideceklerdi. Oradan alacakları cevap da bellidir. Bu adımlar doğru değildir,”[79] açıklamasına herkes “sus-pus” kalıyor…[80]

Bu kadar da değil Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la Rize’de çay toplamaya gitti. Muhalefetin eleştirildiği konuşmayı alkışladığı Kırşehir gezisine katılmasını “Devlet protokolü gereği” sözleriyle açıkladı.[81]

Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, yüksek yargı organlarının başkanlarının, muhalefeti eleştiren Cumhurbaşkanı’nı değil öğrenci yurdu müjdesini alkışladığını savunarak, “Cumhurbaşkanı ile Yargıtay/Danıştay Başkanının bir arada olmasını, yargının bağımsızlığını/ tarafsızlığını yitirdiğine yormak, şekilciliktir. Yargının bağımsızlığı/tarafsızlığı, yargı görevi yapanların kiminle bir arada olduğuyla değil verdikleri adil kararlarla tesis/inşa edilir. Hiçbir hukuk devletinde, Cumhurbaşkanı ile Danıştay veya Yargıtay başkanları bir araya geldi diye, yargı bağımsızlığını kaybetti, denilemez,”[82] dedi.[83]

Oysa Erdoğan ile birlikte Rize’de çay toplayan, Kırıkkale’de CHP liderinin eleştirilmesini alkışlayan Danıştay Başkanı Zerrin Güngör’ün kızı Gonca Hatinoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda, damadı Volkan Hatinoğlu’nun ise Saray’ın inşaatını yapan şirkette çalıştığı bir “sır” değildi.[84]

 

HSK’NIN 7 ÜYESİNİN BELİRLENMESİ İÇİN TBMM ANAYASA

ADALET KARMA KOMİSYONU’NA BAŞVURAN ADAYLARIN AKP İLE BAĞLANTILARI[85]

ADEM AY AKP’den Hatay milletvekili aday adayı.
HİLMİ OCAK Kırkağaç İmam Hatip Ortaokulu, Manisa İmam Hatip Lisesi, Diclet Üniversitesi Hukuk Fakültesi. 1991-1993 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığı’nda müezzin-kayyım, imam-hatiplik; 1993- 2001 yılları arasında Diyarbakır Merkez Ulu Camii imam-hatipliği yaptı. Maliye bakanlığı avukatı, Diyarbakır Vergi Dairesi Başkanlığı, Dicle Üniversitesi Hukuk Müşavirliği görevlerinde bulundu.
FİGEN ŞAŞTIM 2002-2009 yılları arasında AKP İstanbul İl Başkanlığı’nda il yönetim kurulu üyesi olarak görev yaptı. 2015 Haziran-Kasım seçimlerinde İstanbul 3. Bölge ve Sivas’tan milletvekili aday adayı oldu. Hâlen AKP Demokrasi Hakem Kurulu üyeliği yapıyor.
HASAN ÖLÇER 2015-2016 yıllarında Koza-İpek Holding Kayyımı ve Yönetim Kurulu Başkanlığı yaptı, 2016 Temmuz ayında Fatih Üniversitesi kayyımlığına atandı.
HAVVANUR YURTSEVER 2008- 2014 arasında AKP Zeytinburnu İlçe Başkanlığı Yürütme Kurulu üyeliği, aynı tarihlerde ilçe SKM Hukuk İşleri Birim Başkanlığı görevlerinde bulundu. AKP’li İstanbul Büyükşehir Belediyesi Meclis üyesi.
HÜSEYİN ÖZ 2004-2009 tarihleri arasında AKP Çankaya Belediye Meclisi Grup Başkanvekili olarak çalıştı.
HÜSNÜ TUNA Eski AKP Konya milletvekili.
İBRAHİM KESKİN 1991-2001 yıllarında BBP Trabzon İl Başkanlığı, 2001- 2002 AKP Trabzon Kurucu İl Başkanlığı yaptı.
MEHMET ÇELİKEL AKP’li Tuzla Belediye Başkan Yardımcısı.
MUSTAFA KULA 2010-2011 yılarında AKP Ankara İl Yönetim Kurulu üyeliği yaptı, 2004 yerel seçimlerinde AKP’den belediye başkanlığı, 2007, 2011, 2014 seçimlerinde AKP’den milletvekili aday adaylığında bulundu.
RABİA İLHAN 25. ve 26. dönemlerde AKP’den milletvekili aday adayı.
SALİHA SASA AKP’den Ankara 1. Bölge milletvekili aday adayı.
ŞERİFE TAŞBAŞI AKP’li Beyoğlu Belediyesi’nde başkan yardımcılığı görevini sürdürüyor.
İBRAHİM SUBAŞI AKP İstanbul 1. Bölge milletvekili aday adayı.

 

Kaldı ki Türkiye, BM’nin insan haklarına ilişkin koyduğu kurallara anayasanın 90’ıncı maddesi gereği uymak zorundaydı. Bunlardan biri de 23 Nisan 2003’te kabul edilen “BM Bangolar Yargı Etiği İlkeleri”. İlkeler, 27 Haziran 2006 tarihinde Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından benimsenmiş, tüm hâkim ve savcılara da duyurulmuştur.

Buna göre “Hâkimler genelde toplumdan, özelde ise karar vermek zorunda olduğu ihtilafın taraflarından bağımsızdır. Yasama ve yürütme organlarının etkisi ve bu organlarla uygun olmayan ilişkilerden fiilen uzak olmakla kalmayıp aynı zamanda öyle görünmelilerdir de.”

Dinsel deyim ve kuramların, söyleyenin anladığı biçimde dile getirilmesinin hızla arttığı bir süreçteyiz. İktidar sahiplerinin özlemini duyduğu Osmanlı hukukunda bile söz konusu fotoğrafı kabul görmüyordu.

Mecelle’nin “Yargılama” bölümünde “Hâkimin nitelikleri” ve “Hâkimin davranış kuralları” başlıklı iki bölüm var.[86]

Madde 1792, “Hâkim; bilge, anlayışlı, doğru ve güvenilir, saygın, dayanıklı olmalıdır” diyor. Buradaki dayanıklılık; açlık, susuzluk, uykusuzluktan söz etmiyor. Çünkü bu durumlarda karar verilmemesi ana kural. Amaçlanan ise baskılara, etkilemelere karşı dayanıklı olmak…

Gelelim davranış kurallarına…

Madde 1796 – Hâkim, iki taraftan hiçbirisinin hediyesini kabul etmez.

Madde 1797 – Hâkim taraflardan hiçbirisinin ziyafetine gitmez.

Madde 1799 – Her iki tarafa adil davranmak hâkimin görevidir.

Bu nedenle taraflardan biri eşraftan (bir yerin ileri gelenleri) diğeri halktan biri olsa dahi duruşma sırasında tarafları oturtması ve duruşmanın gereği bakışlarını ve sözlerini taraflara yöneltme gibi zorunlu durumlarda tam bir şekilde adil ve eşit davranması gerekir.[87]

 

ÖRNEK I: AKP’NİN REİS’İ BAĞIMSIZ. ÖYLEYSE YARGI DA BAĞIMSIZ DEMEKTİR[88]
“Bence – ki bundan zerre kadar kuşkum yok- insanlığın yüz akı 10 insan hakları savunucusu gözaltına alındılar… Peki, tutuklanacaklar mı? Buna, kurulduğundan beri ‘tutuklama aygıtı’ olarak işlev gören sulh ceza hâkimliğinin yargıcı karar verecek.

Bir kere daha: Peki, tutuklanacaklar mı? Bilemem. Bilse bilse AKP’nin reisi, yargıçların başı, en başyargıç bilir.

Nitekim Hamburg’da Avrupa medyasının katıldığı basın toplantısında bu soru ona da soruldu. Cevap verdi: ‘Onlar adeta 15 Temmuz’un devamı niteliğinde bir toplantı için bir araya gelmişlerdir. Gelen istihbarat üzerine gözaltına alınmışlardır…’

Sonra da ekledi: ‘Ama benim bir tasarrufum yok. Kararı bağımsız yargı verecektir.’

Hımmmm. AKP’nin Reis’i bağımsız. Tamam partili ama kimseye bağlı değil. Tek başına karar veriyor, ne derse o oluyor. Öyleyse yargı da bağımsız demektir…”

ÖRNEK II: TWİTTER “YİĞİDİ” İKİ SAVCI[89]
Twitter ‘yiğidi’ iki savcıdan söz edeceğim…

Bu ‘yiğit’ savcılardan biri Gümüşhane Cumhuriyet Başsavcısı Bozan Çevik. Gümüşhane vilayetimizin başsavcılığı makamında oturan Bozan Çevik, ‘Erdoğan’ın Fedaileri’ başlıklı, başlığından ne olduğu kolayca anlaşılan bir Facebook sayfasının sıkı ziyaretçilerinden. O sayfada yayımlanan videoları paylaşıyor. Sonunculardan birinde Kılıçdaroğlu’nda aklınca ayar veren, anladığım kadarıyla Fevzi Konanç adlı birinin yüklediği videoyu paylaşmış. Bir de not eklemiş:

‘Kılıçdaroğlu ve Feyzioğlu’na AYAR!!!. FEVZİ KONANÇ adamsın’…

Öteki savcıya gelelim. O İstanbul’dan. Anadolu Cumhuriyet Savcısı Nihat Demir. Bu savcı da kendi Twitter hesabında, 16 Nisan referandumu arifesinde Erdoğan’ın afili bir portresini yerleştirip altına not düşmüş:

‘Hiçbir tehdit bizi birbirimize kenetlenmekten yıldıramaz. 15 Temmuz da olduğu gibi 16 Nisan’da seninleyiz. Allah yâr ve yardımcın olsun’.

Bu iki savcı da hâlen görevlerinin başında. Siyasal eğilimleri ise mesajlarından besbelli.

Şimdi bunlara ‘Reis’in savcıları’ dedim diye bana dava açarlarsa yasaları, hukukun temel ilkelerini mi ölçü alacaklar yoksa kendi siyasal görüşlerine zıt görüşlere sahip şu gazeteci hakkında daha farklı bir tercihte mi bulunacaklar?

Bunu bilemem. Ama sormak isterim: Soruşturma açmak yerine ‘Reis’in savcıları’ yerine ne dememi önerirler acaba?”

 

Devam edersek…[90]

Özetle 2016 yılında mahkemeler yoğun biçimde Cumhurbaşkanı Erdoğan ve devlet organlarının saygınlığına karşı suçlara ilişkin mesai yaptı. Bu suçlardan 46 bin 193 işlem yapılırken, 4 bin 936 dosya hakkında savcılık tarafından kamu davası açıldı. 9 bin 900 dosya hakkında takipsizlik kararı verildi. 31 bin 357 dosya hakkında da yetkisizlik, görevsizlik, birleştirme, fezleke düzenleme ya da başka bir savcılık bürosuna gönderme kararı verildi.

Reşit olmuş 4 bin 750 kişi, 36 yabancı ve iki tüzel kişi hakaret ile suçlanırken, 12 ile 15 yaş arasındaki 102, 15-18 yaş arasındaki de 138 çocuk devletin egemenliğine ve organlarının saygınlığına karşı davranmakla suçlandı.

Adalet Bakanlığı verilerine göre bu davaların 1080’inde mahkûmiyet kararı verildi. Bu da hakkında karar verilen yüzde 34’ünde mahkûmiyet kararı çıktığını gösteriyor. Bu dosyaların 679’unda beraat, 867’sinde de hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı verildi.[94]

Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sosyal medyadan hakaret ettiği iddiasıyla birçok kişi tutuklanırken Kemal Kılıçdaroğlu’nu mermiyle tehdit eden kişinin serbest bırakılması, kamuoyunda büyük tartışma yarattı.

Bu tabloda, akıl almaz “serbest bırakılmaları ve tahliyeleri” de gördük…

Bu tablodan adalet çıkar mı?

Çıkmaz elbette!

 

III) GELECEK

 

“İyi de bu tabloda devrimci sanat ne yapabilir?” sorusunun yanıtına gelince…

 

OHAL REJİMİNİN BİRİNCİ YIL BİLANÇOSU[97]
KAMU 111 bin 240 kamu görevlisi ihraç edildi. 32 bin 80 kamu görevlisi açığa alındı. Çıkarılan KHK’larla 3 ay ile sınırlarar görevden uzaklaştırma süresi “sonsuzlaştırıldı.” Daha önce çıkarılan KHK’larla ihraç edilen ya da açığa alınan 35 bin 639 memur, görevlerine iade edildi.
ADLİYELER 169 bin 13 kişi hakkında adli işlem başlatıldı. Bunlardan 50 bin 510’u tutuklu olarak yargılanırken, 43 bin 439 adli kontrol kararı şartı ile olmak üzere toplam 91 bin 843 kişi serbest olarak yargılanıyor. 8 bin 87 kişi firari durumda.

Tutukluların 169’u general. 8 bin 815 emniyet mensubu tutuklu. 24 vali tutuklu.

Yargı mensuplarından, adli ve idari yargıda görevli 2 bin 280 hâkim ve cumhuriyet savcısı ile Yargıtay’da görevli 105 üye, Danıştay’da görevli 41 üye, Anayasa Mahkemesi’nde görevli 2 üye, HSYK’da görevli 3 üye olmak üzere toplam 2 bin 431 kişi tutuklandı.

Bugüne kadar 2 bin 679 adli dosya açıldı. Bu dosyalardan 2 bin 59’u hâlâ iddianame bekliyor. Kovuşturma sürecinde 14 dosya karara bağlandı. Söz konusu dosyalardan 16 kişi hüküm giyerken, 24 kişi beraat etti.

SİYASET 11 HDP’li, 1’i CHP’li milletvekili tutuklandı.

74 belediye eş başkanı tutuklu. Tutuklu belediye başkanlarından 36’sı kadın. 89 belediyeye KHK’da yapılan yasa değişikliği ile kayyım atandı. 28 HDP’li il başkanı, 89 ilçe eş başkanı cezaevine konuldu. 780 il ve ilçe yöneticisi cezaevinde.

EKONOMİ Türkiye’nin 43 ilinde faaliyet gösteren 966 şirkete el konuldu ve TMSF’ye devredildi. 4 bin 887 kuruluşu mal varlıklarına da el konuldu.
BASIN 110 medya kuruluşu çıkarılan KHK’larla veya KHK’nın bakanlıklara verdiği geniş   yetki ile kapatıldı. Kapatılan medya kuruluşlarının 20’si daha sonra tekrar açıldı.

715 gazetecinin sarı basın kartı iptal edildi.

EĞİTİM KHK’lerle ile bugüne kadar 33 bin 74 öğrtemen ihraç edildi. l İhraç edilen öğretmenlerin 4 bin 756’sı tutuklandı, 5 bin 117 öğretmen ise adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. FETÖ üyesi olduğu gerekçesiyle ihraç edilen 627 öğretmen firar etti.

4 bin 513 öğretmen açığa alındı. Uzaklaştırma tedbiri süreni öğretmenlerin 339’u tutuklandı.

Bin 64’ü özel okul olmak üzere 1424 özel öğretim kurumu kapatıldı. 848 özel öğrenci yurdunun kapısına kilit vuruldu. l Özel öğretim kurumlarında çalışan 20 bin 292 öğretmenin çalışma izinleri de valiliklerce iptal edildi. l 5 bin 295 akademisyen ve 1194 idari personel ihraç edildi. İhraç edilen akademisyenlerin 380’i “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisine imza atanlardan oluşmaktadır.

Ankara Üniversitesi DTCF’de 17 akademisyen ihraç edildi, bu ihraçlar sonrasında toplam 66 ders hocasız, 38 lisans ve 89 lisansüstü tez danışmansız kaldı. Ayrıca Fakültenin Tiyatro bölümünde ise 3’ü profesör toplam 5 akademisyen ihraç edildi, bölümde geriye sadece 4 akademisyen kalmıştır. Bu nedenle Tiyatro bölümü ders veremez noktaya getirildi. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde 32 akademisyen ihraç edildi, bu ihraç nedeniyle en az 49 lisans dersi ve 47 lisansüstü dersi hocasız kaldı. Ayrıca en az 189 tez de danışmansız kaldı.

15 vakıf üniversitesi kapatıldı. Bu kurumlarda çalışan 2 bin 808’i öğretim elemanı olmak üzere yaklaşık 6 bin kişi ise bir gecede işsiz kaldı. l Üniversitelerde görev yapan dekanların tamamı, bin 577 dekanın istifası istendi. Dekanların tamamı istifa etti.

 

Devrimci sanat, ezilenleri egemenlerin “adalet” diye sunmaya kalkıştığı adaletsizliği var eden koşullara karşı mücadeleye çağırır, sevk ederken; adalete ihtiyaç duyulmayan bir eşitlik/ özgürlük ütopyası için ayaklandırır…

Evet, evet sürdürülemez kapitalist geleceksizleştirme karşısında devrimci sanat, “ormanlar daha gür olacak, daha gür./ tarlalar daha çok şey verecek, daha çok şey./ şehirler daha canlı olacak, daha canlı./ insan ömrü daha uzun olacak, daha uzun,” diye haykırır Bertolt Brecht’in dizelerindeki üzere…

Adaletsizliğe ve nedenlerine karşı itirazı örgütler; “Hayır” der![98]

“Gelecek, gelecek, o günler de gelecektir” umudunu diri tutar ve yeşertir!

Ellie Parker’in, “Geleceğin bir vaat olduğu zamanları hatırlıyor musun? Şimdi ise bir tehdit gibi,” saptamasındaki karamsarlığa prim vermeden; eşitlikçi-özgürlük hayalini kurar, o hayal için bir şeyler yapar; insan(lık)ın geleceğinin hayal ettiği kadar olduğunu unutup/ unutturmadan![99]

Unutmayın gelecek, sınıf mücadelelerinde emekten yana saf tutmuş başkaldıran insan(lık) tarafından şekillendirilirken; bugün hayal gücümüz, sanatımız ne kadar aşkı ve hayatı kucaklarsa, yarın o kadar ileride olup, geleceği kazanıp, biçimlendirebileceğiz; Cemal Süreya’nın, “ne varsa yarım kalmış, geleceğindir/ bir kez girilmiş sokaklar/ açılmamış kapılar,” dizelerindeki üzere…

O hâlde bu tabloda devrimci sanatın adalet(sizlik) için olması gereken konumu, Wolfgang  Borchert’in “Yapılacak bir tek şey var: HAYIR de!” dizelerini anımsamak/ anımsatmaktır…

 

19 Temmuz 2017 19:52:49, İstanbul.

N O T L A R

[1] 29 Temmuz 2017 tarihinde ‘VI. Mordoğan-Karaburun Sokakta Tiyatro Festivali’nde yapılan “Adalet ve Sanat” başlıklı konuşma… Kaldıraç Dergisi, No: 193, Ağustos 2017…

[2] Theodor W. Adorno.

[3] 5 Şubat 2017 tarihinde kaleme aldığım bir mektubumu burada aktarmam gerek:

“Sevgili İlham Bakır,

Eleştiri, uyarı ve itirazınız yerden göğe kadar haklı ve yerinde.

İşaret ettiğiniz yazınıza (İlham Bakır, “Sanat Komünal Değil Şahsidir”, Gündem, 24 Haziran 2015, s.15.) ilişkin yaptığım alıntı/ göndermeyi yanlış algılamış, yorumlamış ve anlamamışım.

Hatam ağır. Bu konuda yapabileceğim ilk şey sizden özür dilemek olacak…

İkincisi de bu haklı tepkinizi, sanata ilişkin olarak kaleme alacağım bir yazıda, aşağıdaki satırlarınızı olduğu gibi kamuoyuna duyurmak olacaktır:

‘Merhaba Temel Hocam, KÜLTÜREL YOZLAŞMA KARŞISINDA DEVRİMCİ SANAT/ TEMEL DEMİRER 11 Nisan 2016 yazınızı tesadüfen bugün okudum. Yazınızdaki devrimci sanat ile ilgili düşüncelerin çok büyük bir bölümüne katılıyorum. Bu yazınızda Benim Özgür Gündem Gazetesi’ndeki bir yazımdan da alıntı yaparak şöyle demişsiniz.

‘O hâlde İlham Bakır’ın, ‘Sanatçı asla hiçbir ideolojik angajmana girmez, bir siyasi saikle üretmez. Sanat ideolojiler üstüdür. Örgütlü sanat diye bir şey yoktur’;… türünde zırvalarına itibar etmeden; ‘olağan’ denilen çılgınlık hâli olan sürdürülemez kapitalist çürüme, kokuşmuşluk ve yabancılaşmanın, kültürel dejenerasyonun karşısına devrimci sanatın dikilmesi ‘olmazsa olmaz’lığın kendisidir’.

Bu cümlenize olduğu gibi katılıyorum. Sevdiğim, fikirlerinden yararlandığım ve yıllardır takip ettiğim bir yazar ve devrimcisiniz. Ancak üzülerek belirtmeliyim ki alıntı yaptığınız yazımın tümünü okumadan devrimci sanatla ilgili yazdığınız yazıda beni itham etmişsiniz. Oysaki yazının tümünü okusaydınız, yazımdan alıntıladığınız ve beni itham ettiğiniz cümlelerin bana değil burjuva sanat çevrelerine ait görüşler olduğunu ve benim görüşleri mahkûm ettiğimi görürdünüz.

Sizin gibi deneyimli ve birikimli bir yazar ve devrimcinin böyle yaklaşmış olması beni ziyadesiyle üzdü. (4 Şubat 2017.) Saygıyla’…”

[4] Başak Şahindoğan, “Sanatın Sansüre Direniş Serüveni”, Evrensel Pazar, 6 Kasım 2016, s.5.

[5] Zeynep Oral, “Sanatçıların ‘HAYIR’ı…”, Cumhuriyet, 13 Nisan 2017, s.15.

[6] Murat Yaykın, “Savaştan Sanat Çıkaranlar!”, Birgün, 20 Ekim 2016, s.15.

[7] Zeynep Oral, “Sanat, Edebiyat Neye Yarar?”, Cumhuriyet, 16 Şubat 2017, s.15.

[8] Akif Beki, “Sanatçı İftarındaki Terslikler”, Hürriyet, 14 Haziran 2017, s.21.

[9] Ceren Çıplak, “Milli ve Yerli Sanat”, Cumhuriyet, 7 Mart 2017, s.15.

[10] Theodor W. Adorno, Minima Moralia-Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar, Çev: Orhan Koçak Ahmet Doğukan, Metis Yay., 1998.

[11] Platon (Eflatun), Devlet, Çev: Sabahattin Eyüboğlu-M. Ali Cimcoz Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 33. baskı, 2017.

[12] Adaletin tesis ediliş biçimi, belli bir zihniyetin dışa vurumudur. Örneğin, Afrika toplumlarında daha yaygın olan “iyileştirici adalet” (restorative justice), adaletsizliği ortadan kaldırma adına her şeyi imkânlar elverdiğince eski hâline getirmeyi esas alır. Mesela, bir etnik grubun diğerine yaptığı adaletsizliğin giderilmesi için öncelikle haksızlıkta bulunanın karşısındakini dinlemesi, onun hislerini anlamaya çalışması ve ondan özür dilemesi beklenir. Zira ancak bu şekilde bu iki grup arasındaki ilişki tekrar eski hâline dönebilir.

Batıda nispeten daha yaygın olan “cezalandırıcı adalet” (retributive justice) ise, yaşanan bir adaletsizliği ortadan kaldırmanın yolunu suçlu olanı cezalandırmakta ve ona işlediği suçun bedelini ödetmekte görür. Bu noktada da, hapse atmaktan tazminat ödetmeye kadar uzanan bir dizi teknik yaptırım öne çıkar.

[13] Cemil Meriç, Bütün Eserleri 2: Bu Ülke, Mutlak’a Kaçış, İletişim Yay., 2004.

[14] “Adaletin çok fazla övüldüğü devletler vardır. Böyle devletlerde, tahmin edilebileceği gibi, adaleti yerine getirmek zordur. Bir kez, pek çok kişi adaleti yerine getirebilecek, adil olabilecek durumda değildir; bunlar ya aşırı yoksudurlar ya adil olamayacak denli zarar görmüşlerdir ya da adaletten kendi yararlarına hizmet etmeyi anlarlar. Kişinin kendisi için istediği adalete ise çok az değer verilir. Ezilen bu kişilerin adalet yanlısı olarak övüldükleri çok enderdir, özgeci olabilmekten uzaktır bu insanlar. Özgeci olmaları da olanaksızdır, çünkü kendileri yokluk içinde ve sürekli ezilmektedirler. Başkalarının adaletine ise kuşkulu gözlerle bakılır; çünkü bu kişiler belki o an için durumlarından memnundurlar ve gelecek haftalarının ya da yıllarının güvencesini sağlamanın hazırlığı içindedirler. Kimileri de kendilerine sürekli doygunluğu garanti eden durumlardan ürkerler, haksızlıklarla karşılaşanların başkaldırısından korkarlar. Sömürmek istediklerinin hakkını savunanlara da rastlanır.

İyi yönetilen ülkelerde adaletin özellikle vurgulanmasına gerek yoktur. O ülkelerde, acı çeken acıdan ne denli nefret ederse, haktanır kişiler de adaletsizlikten o denli tiksinirler. O ülkelerde adaletten anlaşılan, yaratıcı, verimli, çeşitli kişilerin çıkarlarını eşit biçimde gözeten bir tutumdur.” (Bertolt Brecht, Me-Ti, Çev: Ahmet Cemal, Kaldıraç Yay., 2011.)

[15] M. Rosenthal- P. Yudin, Materyalist Felsefe Sözlüğü, Çev: Aziz Çalışlar, Sosyal Yay., 1972.

[16] Adalet teorileri veya sosyal-siyasal teorilerin adaletle ilgili görüşleri genellikle iki ana gruba ayrılır. İlki, usuli; ikincisi de, sosyal adalettir. Usuli adalet esas olarak liberal, liberal-muhafazakâr yazarlar; sosyal adalet ise sosyal demokrat, sosyalist ve komünist yazarlar tarafından savunulur.

Bu ayrım üç temel noktaya yaslanır: i) Adaletin bir kişinin fiilleriyle mi, yoksa toplumsal gruplar arasındaki karşılıklı konumlar ve ilişkilerle mi alâkalı olduğu; ii) Adaletin geriye dönük mü yoksa ileriye yönelik mi olduğu; iii) adaletin yapılar ve yapılanmayla mı yoksa kurallar ve süreçlerle mi ilgili olduğudur.

Usuli adalet teorilerine göre adalet bireylerin faaliyetleriyle ilgilidir; gruplar arası ilişki ve dengelere atfedilebilecek bir değer değildir. Bir bireyin bir başka bireye muamelesinin âdil olup olmadığı; o davranışın muhtevasına veya sonuçlarına bakarak değil; davranışın adalet kurallarına uygun olarak yapılıp yapılmadığına bakarak belirlenebilir. Adalet geçmişteki bir adaletsizliği gidermeye yöneliktir; gelecekte yeni bir durum tesis etmeyi hedefleyemez. Bu adalet anlayışı David Hume ve Adam Smith’den Friedrich August von ve Robert Nozick’e uzanan bir düşünce geleneğine sahiptir.

Sosyal adalet teorileri adaleti bireylerle değil toplumsal tabakalar, gruplar veya sınıflar arasındaki ilişki ve mevkilerle bağlantılı bir değer olarak görür. Geçmişe değil, geleceğe yöneliktir; kişiler arasında geçmişte ortaya çıkmış adil olmayan bir ilişkinin tasfiyesinin yerine gruplar arasında bugün veya gelecekte âdil olduğuna inanılan bir ilişkinin tesis edilmesini hedefler.

Sosyal adalet teorilerine göre adalet beşeri faaliyetlere rehberlik eden soyut kurallarla değil, sosyal grupların ulaşabildiği/ sahip olduğu mali ve maddi imkânlarla bağlantılıdır. Sosyal adalet teorisi de Karl Marx ve John Rawls’ın da içinde bulunduğu güçlü bir entelektüel geleneğe sahiptir.

[17] Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, Çev: Kenan Somer, 3. Baskı., Sol Yay., 2005.

[18] Friedrich Engels, Anti Duhring, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1977, s.517

[19] “Tolstoy’a göre çoğunluk iktidarının bir şekilde ‘adaletin’, ‘özgürlüğün’ vücut bulmuş hâli olduğu fikri tam bir saçmalıktır. Demokratik olsun olmasın, ‘yasalar, onlara uymayanları dövmeyi, özgürlükten mahkûm bırakmayı ve hatta katletmeyi içeren organize şiddet vasıtasıyla hükmeden insanlar tarafından yapılmış kurallardır.’ Yasalar, iktidar sahipleri tarafından kendi çıkarları doğrultusunda yazılır ve uygulanmak için şiddete gereksindiklerinden, fiiliyatta köleliğe işaret ederler.” (Metin Yeğin, “Hukuk ve Devlet”, Gündem, 17 Mart 2016, s.13.)

[20] Lev Tolstoy, aktaran: Alişan Şahin, Anarşizm ve Din, Öteki Yay., 2016.

[21] Chuck Palahniuk, Tıkanma, Çev: Funda Uncu, Ayrıntı Yay., 12. baskı, 2014, s.160.

[22] Platon (Eflatun), Devlet, Çev: Sabahattin Eyüboğlu-M. Ali Cimcoz Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 33. baskı, 2017.

[23] “KCK Ana Davası’nda Karar Açıklandı”, Cumhuriyet, 29 Mart 2017, s.11.

[24] Canan Coşkun, “Karartmanın Gerekçesi”, Cumhuriyet, 18 Mayıs 2017, s.13.

[25] “Suruç Katliamı İddianamesi 18 Ay Sonra Çıktı: 3 Kişi İçin 104’er Kez Ağırlaştırılmış Müebbet Talebi”, Cumhuriyet, 28 Ocak 2017, s.12.

[26] “Fazıl Say Konserine Satırlı Tekbirli Saldırı… Saldırgan Serbest Bırakıldı”, Cumhuriyet, 15 Aralık 2016, s.15.

[27] “Okmeydanı’nda Laiklik Çağrısı Yapan Gençlerin 3 Yılda Kadar Hapsi İstendi”, Cumhuriyet, 19 Nisan 2017, s.7.

[28] Kemal Göktaş, “Hakaret Davası… HDP Olunca Suç Değil!”, Cumhuriyet, 13 Ekim 2016, s.4.

[29] Türker Karapınar, “PKK İtirafçısı Musa Anter Tanığı Oldu”, Milliyet, 26 Haziran 2015, s.23.

[30] Burcu Cansu, “Musa Anter Davasında Deliller Karartılıyor”, Birgün, 22 Aralık 2015, s.7.

[31] “HDP Aracını Yakan ve Bir Kişiyi Ağır Yaralayan Saldırgana ‘İyi Hâl’ İndirimi”, 20 Ocak 2016… http://direnisteyiz2.org/hdp-aracini-yakan-ve-bir-kisiyi-agir-yaralayan-saldirgana-iyi-hal-indirimi/

[32] “Yargıdan ‘İleri Görüş’: Fırat İçin 6 Ay Sonraya Fezleke!”, Birgün, 4 Mayıs 2016, s.8.

[33] “Abdullah Cömert Davasında Savcı Uyudu, Dava Ertelendi”, Cumhuriyet, 4 Kasım 2014, s.13.

[34] Gökçer Tahincioğlu, “… ‘Ama’lar Ülkesi ve Vartinis”, Milliyet, 30 Ağustos 2015, s.12.

[35] Canan Coşkun, “Dargeçit’te 4 Çocuğa Yaşlarından Büyük Hapis Cezası”, Cumhuriyet, 11 Eylül 2016, s.6.

[36] “HDP Genel Merkezi’ni Yakana Verilen 7 Yıl Hapis Ertelendi”, Cumhuriyet, 26 Ocak 2016, s.6.

[37] “Ceylan Önkol’un Ailesine Mahkeme Masrafı Ayıbı”, Cumhuriyet, 9 Ocak 2015, s.7.

[38] Sinan Aygül, “Savcı Bak Bu Rosa ve Clara”, Gündem, 16 Mart 2015, s.12.

[39] Canan Coşkun, “Gazeteci Ahmet Şık Tutuklandı”, Cumhuriyet, 31 Aralık 2016, s.11.

[40] Canan Coşkun, “Dilek Doğan’ı Öldüren Polise Ödül Gibi Ceza”, Cumhuriyet, 18 Mart 2017, s.13.

[41] “Zenginlerin Adaleti… Rüzgâr Çetin Serbest”, Cumhuriyet, 5 Ekim 2016, s.3.

[42] Erk Acarer, “Reis’e Yazılan Mektuba Soruşturma Yok”, Birgün, 19 Mart 2016, s.6.

[43] Hilal Köse, “İşkence Delilleri Allah’a ‘Emanet’…”, Cumhuriyet, 22 Mayıs 2015, s.2.

[44] Damla Güler, “Mirzabeyoğlu Beraat Etti”, Milliyet, 3 Mart 2016, s.24.

[45] Hilal Köse, “Döverken Yaralanmışlar!”, Cumhuriyet, 11 Haziran 2016, s.7.

[46] Mahmut Oral, “Vekil Ferhat Encü’ye ‘Görev’ Dayağı”, Cumhuriyet, 11 Haziran 2016, s.7.

[47] Canan Coşkun, “Şarkıya Örgüt Üyeliği… Gesi Bağları’na 15, Haberi Yapana 3 Yıl”, Cumhuriyet, 3 Şubat 2017, s.11.

[48] Ümit Türk, “Deniz Feneri Davası’nda Karar”, Hürriyet, 13 Mayıs 2015… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/28995332.asp

[49] Alican Uludağ, “Bu Ne Pişkinlik… Devlet Borçlu Çıktı”, Cumhuriyet, 4 Ağustos 2015, s.7.

[50] Dinçer Gökçe, “Galip Öztürk İçin ‘İnfaz Durdurma’ Kararı”, Hürriyet, 11 Ekim 2016… http://www.hurriyet.com.tr/mahkemeden-galip-ozturk-icin-infaz-durdurma-karari-40245852

[51] “Jet Fadıl ve Yeğeni Mehmet Salih Obut Tahliye Edildi”, Cumhuriyet, 29 Mart 2017, s.3.

[52] “Tek Tekmeyle Ölüme İlk Duruşmada Tahliye”, Cumhuriyet, 27 Mart 2017, s.3.

[53] “Latif Erdoğan ve Mehmet Barlas’ın Oğluna Kaset Davasında Beraat”, Birgün, 4 Kasım 2016, s.9.

[54] “Çete Reisi Peker’den Tehditler: Onları Cezaevlerinde de Asacağız”, 16 Temmuz 2017… http://haber.sol.org.tr/toplum/cete-reisi-pekerden-tehditler-onlari-cezaevlerinde-de-asacagiz-203058

[55] Emekli Tuğgeneral İsmail Hakkı Şenyuva (90), 78 kuşağının devrimci öğrenci önderlerinden Hakan Şenyuva’yı 1979 Haziran’ında öldüren katilleri bulmak için tam 36 yıldır verdiği hukuk mücadelesinde adaleti göremeden hayata gözlerini yumdu. Son röportajını 2014 yılında veren Şenyuva “Artık mücadele edecek gücüm kalmadı. Oğluma kavuşacağım günü bekliyorum” demişti.

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisi Hakan Şenyuva, 10 Haziran 1979 tarihinde henüz 22 yaşındayken fakültenin arka sokağında uğradığı silahlı saldırıda öldürüldü. Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı, Devrimci öğrenci liderlerinden Hakan Şenyuva’yı öldüren zanlının, ülkücü Fehmi Söylemez olduğuna işaret ederken olayın ardından Türkiye’den kaçan Söylemez, yıllarca Avrupa’nın farklı ülkelerinde ikamet etti. (Mert İnan, “Adaleti Görmeden Dünyadan Göçtü”, Milliyet, 18 Nisan 2015, s.22.)

[56] Damla Güler, “Deniz Feneri’nde Ceza Çıkmadı”, Milliyet, 14 Mayıs 2015, s.23.

[57] “Hasan Ocak Davası 21 Yıl Sonra Zamanaşımından Düştü”, 22 Kasım 2016… http://sendika12.org/2016/11/hasan-ocak-davasi-21-yil-sonra-zamanasimindan-dustu/

[58] Hilal Köse, “Hasan Ocak Dosyası Kapandı… Ölümün Zamanı Aşınmaz”, Cumhuriyet, 23 Kasım 2016, s.14.

[59] Mehmet Altan, “Hayırlı Cuma’lar”, 9 Kasım 2015… http://www.gazete360.com/Yazarlar/mehmet-altan/hayirli-cuma-lar/2612

[60] “8 Yaşındaki Enes’i Öldüren Gaz Fişeğinin Kaybolmasına Takipsizlik Kararı”, Cumhuriyet, 28 Mart 2017, s.11.

[61] “12 Eylül Mağdurlarına ‘Kovuşturmaya Yer Yok’ Tebliğatı”, 5 Kasım 2016… https://www.evrensel.net/haber/294767/12-eylul-magdurlarina-kovusturmaya-yer-yok-tebligati

[62] Türker Karapınar, “12 Eylül İşkencesinde AYM Kapıları Kapattı!”, Milliyet, 16 Ocak 2016, s.20.

[63] Ankara Bahçelievler’de 9 Ekim 1978’de yedi TİP’li öğrencinin katledildiği olay nedeniyle yedi kez idama mahkûm edilen, cezası müebbete dönüştürülüp tahliyesine karar verilen Ünal Osmanağaoğlu’nu, AİHM kararı uyarınca 38 yıl sonra yeniden yargılayıp 12 Ocak 2016’da beraatine karar veren mahkeme, skandal bir gerekçeli karar yazdı.

Gerekçeli kararda, “Yargılamanın yenilenmesi talebinin kabul edilmesi yargılamanın yeniden yapılacağı anlamına gelmektedir. Yenileme nedeniyle bağlantısı olmayan delilleri mahkeme araştırmaz. Buna karşılık mahkeme yenileme başvurusunda bulunan kişinin yargılamanın yenilenmesi sebebi olduğunu iddia ettiği delillerle bağlı değildir. Mahkeme başvuruda belirtilen deliller dışındaki delilleri de resen araştırabilir” denildi. (Türker Karapınar, “Bahçelievler Katliamında Beraate Skandal Gerekçe”, Milliyet, 10 Şubat 2016, s.20.)

[64] Alican Uludağ, “Bahçelievler Katliamı Sanığını Akladılar”, Cumhuriyet, 13 Ocak 2016, s.6.

[65] “Gezi Direnişi’nde Gaz Fişeğiyle Sağ Gözünü Kaybeden Sarıkaya’ya Posta Oyunu”, Cumhuriyet, 19 Temmuz 2017, s.12.

[66] Ayça Söylemez, “Bir Cinayetin Anatomisi”, Birgün, 11 Kasım 2014, s.9.

[67] “Mahkeme CHP’li Vekile ‘Ermeni Uşağı, Kahpeler’ Diyen Kişiye Ceza Vermedi”, 28 Nisan 2017… http://haber.sol.org.tr/toplum/mahkeme-chpli-vekile-ermeni-usagi-kahpeler-diyen-kisiye-ceza-vermedi-194543

[68] Hilal Köse, “İHD’ye Saldırı Davası: Sanığı Görmeden İyi Hâl İndirimi”, Cumhuriyet, 28 Nisan 2017, s.11.

[69] Evrim Altuğ, “Hukuk Artık Göstermelik”, Cumhuriyet, 20 Eylül 2015, s.3.

[70] Melis Alphan, “Hâkimlere Açık Mektup”, Hürriyet, 21 Şubat 2015, s.8.

[71] Hilal Köse, “İşkenceye Devlet Koruması”, Cumhuriyet, 13 Temmuz 2015, s.12.

[72] Ayşe Yıldırım, “Hâkimeye Göre: Kürt Yok Ermeni Var”, Cumhuriyet, 24 Eylül 2015, s.18.

[73] Mutlu Yuca, “Bolu Belediye Başkanı: ‘Hangi Hâkime, Savcıya Gideceğim Endişeliyim’…”, Hürriyet, 20 Ocak 2016… http://www.hurriyet.com.tr/bolu-belediye-baskani-hangi-hâkime-savciya-gidecegim-endiseliyim-40042973

[74] “Selçuk: Kahraman Yargıçlara İhtiyaç Var”, Cumhuriyet, 15 Aralık 2016, s.6.

[75] Çiğdem Toker, “HSYK Avrupa’yı Utandıramadı”, Cumhuriyet, 11 Aralık 2016, s.8.

[76] Listenin tamamı için: http://worldjusticeproject.org/rule-of-law-index

[77] Metin Münir, “Hukukun Üstünlüğü mü, Güldürmeyin Beni”… http://t24.com.tr/yazarlar/metin-munir/hukukun-ustunlugu-mu-guldurmeyin-beni,15706

[78] “FETÖ soruşturmasının yargı ayağında önde gelen cemaatçilerin ya itirafçı olduğunu ya da kaçtığını, atılanların sempatizanlar olduğunu” ve “yargıya alımlarda yine tarikatların tercih edildiğini” (Kemal Göktaş, “Mustafa Karadağ: Hakyol, Süleymancılar ve Menzilciler Alınıyor”, Cumhuriyet, 12 Aralık 2016, s.15.) belirten ‘Yargıçlar Sendikası’ Başkanı Mustafa Karadağ’a göre, “Türkiye yargısı tamamıyla hükümet ve cemaat ortaklığının emrine verildi. 2007 yılından itibaren o zamanlar genellikle Adalet Bakanı’nın etkili olduğu seçimlerle belirlenen ÖYM savcılarının yürüttüğü soruşturmalar hızla mahkemelere taşındı, siyasi iktidarın himayesindeki savcılar terörü başladı, tutuklamalar, gece yarısı operasyonları gırla gidiyordu. Aslında dönem davaları hükümet muhaliflerinin cezalandırılması ve derin devletin ele geçirilmesi davalarıydı…

Yeni Türkiye’de artık çocukların öldürülmesi için yaşlarının büyütülmesine gerek duyulmuyordu. Berkin’ler, Uğur’lar, Fırat’lar yaşları sorulmadan öldürüldüler. Öldürülen çocukların annelerinin miting meydanlarında yuhalatılmasında siyasi iktidar sahipleri ve alkışçıları hiç beis görmediler… Yargı, bağımsızlığını, tarafsızlığını biraz daha kaybetti. Eğitimsizleştirme, yoksunlaştırma, tektipleştirme ve yoksullaştırma hedefine odaklı kirli siyaset projeleri adım adım gerçekleştirildi. Hukuk güvenliği rafa kaldırıldı.” (Mustafa Karadağ, “Mübarek 12 Eylül Günleri”, Cumhuriyet, 12 Eylül 2015, s.18.)

[79] “Erdoğan ve Bozdağ’ın Tezatları”, Cumhuriyet, 29 Mart 2016, s.5.

[80] Türkiye’de devam eden hak ihlâllerinin en önemlilerinden olan yargılama süreçlerindeki sorunlardan bu kez Cumhuriyet Savcısı B.Ç.Y şikâyetçi oldu. Hakkında disiplin soruşturması başlatılan Savcı B.Ç.Y, yaklaşık altı yıl süren ve hukuksuzluklara sahne olduğunu iddia ettiği bir yargılama süreci yaşayınca AYM’ye hak arayış yoluna başvurdu. Ancak AYM de Cumhuriyet Savcısı B.Ç.Y’nin başvurusunu konu bakımından yetkisizlik gerekçesiyle reddetti. (Nurcan Gökdemir, “Yargılama Savcıyı da Vurdu”, Birgün, 13 Şubat 2016, s.10.)

[81] “Yargıtay Başkanı’ndan Tehdit Gibi Açıklama: Haberler Sürerse Dava Açacağım”, Cumhuriyet, 31 Mayıs 2016, s.14.

[82] “Yargıçlar Sustu, Bakan Konuştu: 28 Şubat’ta da CHP Alkışladı”, Cumhuriyet, 30 Mayıs 2016, s.5.

[83] Danıştay Başkanlık Kurulu, yüksek yargı başkanlarının Erdoğan’la çay toplamasıyla ilgili şikâyet hakkında kararını verdi. Danıştay Başkanı Zerrin Güngör hakkında Tanrıkulu tarafından verilen şikâyet dilekçesine ilişkin Danıştay Başkanlık Kurulu Kararı’nda şöyle denildi:

“Yüksek yargı yetkisini kullanan Danıştay meslek mensupları hakkında ceza soruşturmasının başlatılması için hukuken kabul edilebilir delillerle desteklenmiş makul bir şüphenin bulunması gerekir. Şartların oluşması hâlinde Danıştay yetkili kurullarının toplanarak gerekli kararı alması kanuni bir zorunluluktur. Buna karşın, soyut ve genel nitelikteki iddialar ile Danıştay meslek mensupları hakkında inceleme ya da soruşturma başlatılmasının, yargının bağımsızlığı ve yargı mensuplarının teminatı ile bağdaşmayacağı açıktır.

Şikâyete konu olayda, Danıştay Başkanı Zerrin Güngör’ün 26 Mayıs 2016 ve 28 Mayıs 2016 günleri Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan ile birlikte Rize ilinde ÇAYKUR tarafından düzenlenen çay hasadı ve Kırşehir ilinde Ahilik Haftası etkinliklerine katılarak yargı bağımsızlığına gölge düşürdüğü, meslek vakar ve şerefi ile bağdaşmayan hâl ve hareketlerde bulunduğu gerekçesiyle Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul Milletvekili Av. Dr. M. Sezgin Tanrıkulu tarafından 1 Haziran 2016 tarihli dilekçe ile şikâyette bulunularak Başkanlık Kurulunca gerekli ön inceleme yapılarak Yüksek Disiplin Kuruluna sevk edilmesi istenilmiştir.

Danıştay Başkanı Zerrin Güngör’ün Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan ile birlikte Rize’de ÇAYKUR tarafından düzenlenen çay hasadı ve Kırşehir’de Ahilik Haftası etkinliklerine katılmasının disiplin kovuşturmasını gerektirir eylemlerden olmadığı ve Yüksek Disiplin Kuruluna sevk edilmesini gerektirmediği anlaşılmaktadır.

Bu durum karşısında, 2575 sayılı Danıştay Kanununun 68.maddesi gereğince, şikâyet dilekçesi üzerine Yüksek Disiplin Kuruluna sevk edilmesine gerek bulunmadığı yolunda Danıştay Başkanlığına görüş bildirilmesine oybirliği ile karar verildi.” (“Danıştay’dan ‘Erdoğan’la Çay Toplama’ Kararı”, Cumhuriyet, 24 Haziran 2016, s.5.)

[84] “Saygının Sırrı Çözüldü”, Cumhuriyet, 27 Haziran 2016, s.5.

[85] Emine Kaplan, “HSK’de de Partizanlık… AKP’liler Yüksek Yargıyı da Bırakmıyor”, Cumhuriyet, 10 Mayıs 2017, s.5.

[86] Alıntılar Av. Fikret İlkiz’in yazısı ile Av. Cengiz İlhan’ın “Günümüz Türkçesiyle Mecelle” kitabından yapılmıştır.

[87] Orhan Erinç, “Anayasa Bir Yana Mecelle’ye de Aykırı”, Cumhuriyet, 11 Haziran 2016, s.7.

[88] Aydın Engin, “Reis Bağımsız, Öyleyse Yargı da Bağımsız”, Cumhuriyet, 10 Temmuz 2017, s.10.

[89] Aydın Engin, “… ‘Reis’in Savcıları’ Desem Ne Olur?”, Cumhuriyet, 6 Temmuz 2017, s.9.

[90] Şunu da hatırlatalım! Doğu Perinçek 20 Haziran 2017 tarihinde ‘Ulusal Kanal’da canlı yayında AKP yargısını övdü, alkışladı ve “Türk yargısı son 50 yılın altın çağını yaşıyor” vurgusuyla ekledi: “Bu mu kötü yargı? Bundan daha iyi yargıyı nereden bulacaksınız? Bu yargı Fethullah Terör Örgütü’nü kovuşturunca, soruşturunca, hapislere atınca mı kötü oldu? Bunun için altın devir diyorum… Şu an hapiste olanların hepsi ya PKK’li ya da FETÖ’cü. Haksızlıklar görmezden gelinebilir…” (Aydın Engin, “Yargı Sahiden ‘Altın Çağında’ymış”, Cumhuriyet, 19 Temmuz 2017, s.10.)

[91] Alican Uludağ, “AYM OHAL’e Gerekçe Yazdı”, Cumhuriyet, 1 Temmuz 2017, s.4.

[92] “… ‘Erdoğan’a Hakaret’i AYM’ye Taşıyan Hâkim, Trabzon’a ‘Sürüldü’: Takdir Milletimindir”, 6 Haziran 2016… http://www.diken.com.tr/erdogana-hakareti-aymye-tasiyan-hâkim-trabzona-suruldu-takdir-milletimindir/

[93] Canan Coşkun, “Kurşundan Daha Ağır Suç: Erdoğan’a Hakaret”, Cumhuriyet, 11 Haziran 2016, s.5.

[94] “… ‘Erdoğan’a Hakaret’te 2016 Yılında: 46 Bin İşlem, 5 Bin Kamu Davası, 1080 Mahkûmiyet”, 28 Haziran 2017… http://www.diken.com.tr/erdogan-hakarette-gecen-yil-46-bin-islem-5-bin-kamu-davasi-1080-mahkûmiyet/

[95] “Baydemir: Bu Ülkede Olmayan Bir Şeyin Bakanı Var mı Diye Sorarsanız, O da Adalet Bakanlığı’dır”, Cumhuriyet, 19 Temmuz 2017, s.5.

[96] Alain Bockel, “Kaboğlu’nun ‘Sivil Ölümü’…”, article/2017/06/09/turquie-la-mortcivile- d-ibrahim-kaboglu-opposant-actif-etdefenseur- de-l-etat-de-droit_5141376_3232. html#PTOxCPAkPsHfsHRS.99

[97] “Olağanüstü Yılın Ağır Bilançosu: Krizi Fırsata Çevirdiler”, Cumhuriyet, 19 Temmuz 2017, s.11.

[98] “Halkın emeğinin sömürülmesi, sahte halk egemenliğinin ve özgürlüğünün hangi politik biçimleriyle olursa olsun aşağılayıcı bir durumdur. Bunu süsleyip püslemek de yetmez. O yüzden yapısında uysal, otoriteye itaat etmeye alışkın bir yan olsa da, hiç bir halk sömürüye gönüllü olarak boyun eğmeyecektir. Ve yine bu yüzden sürekli baskı ve zor gereklidir. Bunun adı da polis denetimi ve askeri güçtür.” (Mikhail Bakunin.)

[99] “Zafere kadar mücadeleyi sürdürmek kararındayız. Bunu ülkemizin bağımsızlığı, birliği ve gelecek kuşaklar için istiyoruz. Sosyalizm davasına, halkların ulusal özgürlük davasına ve dünya barışı davasına katkıda bulunmuş olmaktan şeref duyuyoruz,” derdi Vo Nguyen Giap!

 

Exit mobile version